10.30.2008

AKPARTİ KAPATMA DAVASI GEREKÇELİ KARAR- BÖLÜM 4

2.2 AK Partinin kapatılması, örgütlenme özgürlüğünün ihlali olacaktır.
Sözleşme’nin 11 inci maddesine göre toplantı ve örgütlenme özgürlüğü milli güvenlik, kamu emniyeti ve başkalarının haklarını koruma gibi nedenlerle sınırlanabilir. Ancak, bu sınırlamaların kanunla yapılması ve en önemlisi “demokratik toplumda gerekli” olması gerekir. AİHM’e göre, “demokrasinin düzenli işleyişinde siyasi partilerin oynadıkları hayati rol dikkate alındığında, 11 inci maddedeki sınırlama nedenleri siyasi partiler söz konusu olduğunda son derece dar yorumlanmalıdır”. Bu bağlamda “partilerin örgütlenme özgürlüğüne yönelik sınırlamaları, ancak inandırıcı ve zorunlu gerekçeler haklılaştırabilir”. (Sosyalist Parti v.d./Türkiye par. 50).
Diğer yandan, 11 inci maddenin ikinci fıkrasındaki “gerekli” sözcüğü, “zorlayıcı bir toplumsal gereksinim”in (pressing social need) varlığını şart koşmaktadır. Başka bir ifadeyle, ancak acil, kaçınılmaz toplumsal ihtiyaçlar, örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir sınırlamayı “demokratik toplumda gerekli” kılabilir. (Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par.47).
Bir siyasi partiye müdahalenin “zorlayıcı toplumsal gereksinim” kriterine uygun olabilmesi, dolayısıyla örgütlenme özgürlüğünün sınırları dışında sayılabilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte gerçekleşmesi aranmaktadır:
(a) Siyasi partiden kaynaklanan demokrasiye yönelik riskin yeteri kadar yakın/kaçınılmaz olduğunu gösteren ikna edici geçerli delillerin bulunup bulunmadığı;
(b) Siyasi parti mensuplarının dava konusu eylem ve söylemlerinin ilgili partiye isnat edilebilir nitelikte olup olmadığı;
(c) Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve söylemlerin, söz konusu partinin “demokratik toplum” kavramıyla bağdaşır olmayan bir toplum modelini tasavvur ettiği ve savunduğunu açıkça gösterecek şekilde bir bütün oluşturup oluşturmadığı. (Refah Partisi/Türkiye, Büyük Daire, par.104; Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par.47).
AK Parti hakkında açılan davada, bu üç şartın bırakın birlikte gerçekleşmesini, ayrı ayrı dahi gerçekleşmesi söz konusu değildir. Şöyle ki:
(a) AK Partinin demokrasiye uzak ya da yakın bir risk oluşturduğuna dair hiçbir delil sunulamamıştır
Esasen bu konuda bir delil sunulması da mümkün değildir, çünkü partimiz kurulduğundan bu yana tüm gücüyle demokrasinin geliştirilmesi için çalışmaktadır. Varlık sebebi ve kuruluş gayesi demokrasiyi geliştirip pekiştirmek suretiyle temel hak ve özgürlükleri daha iyi korumak olan bir siyasi partinin demokrasiye tehlike teşkil etmesi düşünülemez.
AİHM, siyasi partilere yönelik müdahalelerin haklı bir sebebe dayanıp dayanmadığını incelerken, sadece taraf devletin takdir yetkisini makul, dikkatli ve iyi niyetli bir şekilde kullanıp kullanmadığına bakmamaktadır. AİHM, aynı zamanda, sınırlamaya davanın bütünlüğü içerisinde bakarak, (a) müdahalenin “izlenen meşru amaçlarla orantılı” ve (b) sunulan sınırlama sebeplerinin “ilgili ve yeterli” olup olmadıklarını değerlendirmektedir. Bunu yaparken Mahkeme, “ulusal yetkililerin 11 inci maddedeki prensiplerle uyumlu standartları uyguladıkları ve ayrıca kararlarını ilgili olguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayandırdıkları” konusunda ikna olmalıdır. (Jersild/ Danimarka, par. 31; Goodwin/Birleşik Krallık, par. 40; Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par. 49).
AK Parti hakkında açılan davada kapatma talebine gerekçe olarak sunulan eylem ve söylemlerin AİHM içtihatları ışığında “ilgili ve yeterli” olması gerekmektedir. Halbuki, tek tek incelendiğinde ileri sürülen gerekçelerin hiçbir şekilde “ilgili ve yeterli” olmadığı anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, iddianamede yer verilen konuşmaların tamamı ifade özgürlüğü kapsamındadır. Dolayısıyla bunların partimizin kapatılmasında “ilgili ve yeterli” gerekçe oluşturmadıkları açıktır. İkincisi, iddianamede AK Partinin şiddete başvurabileceği yönündeki gerekçeler de tamamen ilgisiz varsayımlardan kaynaklanmaktadır. Başsavcılığın, kim olduğu ve partimizle ilişkisinin olup olmadığı bile belirtilmeyen meçhul bir kişinin bir televizyon programında Mussolini’den bahisle yaptığı iddia edilen konuşmayla partimiz arasında irtibat kurmaya çalışması, sunulan gerekçelerin “ilgili” olmadığının tipik bir göstergesidir. Bunun gibi AK Partiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan Danıştay saldırısı failinin, belli karanlık odakların emellerine hizmet edecek şekilde, partimiz liderine yaptığı çağrının delil olarak sunulması tam bir kötüniyet ve kurgulamanın ürünüdür. Bu tür sözde gerekçeler kesinlikle AİHM İçtihadı çerçevesinde “ilgili ve yeterli” sebep olarak kabul edilemez.
AİHM, 14 Şubat 2006 tarihli Hıristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova kararında başvurucu partinin geçici olarak siyasi faaliyetlerinin durdurulmasına gerekçe gösterilen nedenlerin hiç birini “ilgili ve yeterli” görmemiştir. Hatta söz konusu muhalefet partisi tarafından organize edilen toplantıda iktidardaki Komünist Partiyi protesto etmek için söylenen ve içinde “Diktatör olmaktansa, holigan olmayı tercih ederim”, “Komünist olmaktansa ölmeyi tercih ederim” gibi sözlerin geçtiği şarkı da şiddet çağrısı olarak görülmemiştir. Mahkeme, bu öğrenci marşının bir şiddet çağrısı olarak yorumlanamayacağını, ulusal makamların da bu sözlerin neden ve nasıl şiddete çağrı olduğunu açıklamadıklarını belirterek, bu yöndeki sınırlama sebebinin “ilgili ve yeterli” kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Mahkemeye göre, “bir siyasi partinin faaliyetlerinin yasaklanmasını, ancak siyasal çoğulculuğu veya temel demokratik ilkeleri tehlikeye düşürmek gibi çok ciddi ihlallerin bulunması haklılaştırabilir.” Mahkeme, söz konusu davada, başvurucu partinin toplantısının, hükümeti şiddet yoluyla devirmeye çağrı içermediğini veya çoğulculuk ve demokrasi ilkelerini zedeleyecek hiçbir faaliyetin bulunmadığını, bu nedenle uygulanan yaptırımın belirtilen meşru amaçla orantılı ve “zorlayıcı toplumsal gereksinimi” karşılamaya yönelik olmadığını belirtmiştir. (Hıristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 75, 76).
Başsavcılık, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de AK Partinin iktidarda olmasının demokrasiye yönelik tehlikeyi daha da “yakın” hale getirdiğini savunmaktadır. Buna göre, “Siyasi partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava açılmıştır” (s.16).
Teorik düzeyde iktidarda bulunan her siyasi parti için üretilebilecek bu iddianın partimiz bağlamında hiçbir olgusal dayanağı yoktur. Dahası, belki yeni iktidara gelmiş ve icraatları henüz ortaya çıkmamış olan bir siyasi parti için böylesi bir “risk”ten söz edilebilir. Ancak, AK Parti altı yıldır iktidarda olan bir partidir. Bu süre bir siyasi partinin amaç ve politikalarının belirlenmesi için yeteri kadar uzundur. AK Parti, bu süre içinde şimdiye kadar anayasal demokratik düzenin temel ilkelerini zedeleyici hiçbir girişimde bulunmamıştır. Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına rağmen, yasama işlemlerinin anayasal denetimini veya idari işlemelerin yargısal denetimini ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir düşüncesi ve girişimi olmamıştır. Bu çerçevede, AK Parti döneminde çıkarılan bazı yasalar hatta son örnekte olduğu gibi bazı anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmiştir. Dolayısıyla bir iktidar partisinin “istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması”, onu demokrasi için “somut ve yakın tehlike” haline getirmez. Esasen etkin anayasal ve yargısal denetimin olduğu herhangi bir demokratik rejimde böylesi bir tehlikeden de bahsedilemez.
Kaldı ki, AK Parti hükümetleri en başından itibaren anayasal demokrasinin evrensel ilkelerinin kökleşmesi için gerekli tüm siyasi, hukuki ve ekonomik adımları atmış; özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle entegrasyonu için gece gündüz çalışmıştır. Bu yönde önceki iktidarlar döneminde başlatılan reform süreci hızlandırılarak, başta Anayasa olmak üzere yasalar ve diğer hukuk kurallarındaki değişiklikler birbiri ardına çıkarılmıştır. Nitekim, Avrupa Komisyonu’nun yıllık ilerleme raporlarında bu gelişmelerden duyulan memnuniyet açıkça dile getirilmiştir. Kısacası, Kopenhag siyasi kriterleri arasında yer alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çok önemli ilerlemeler sağlayan ve bu yolla ülkeyi AB’ye bir adım daha yaklaştıran bir iktidar partisinin demokrasiyle bağdaşmayan bir projeye sahip olduğu iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür bir iddia, ancak bir hayal ürünü olabilir.
Bu hayali iddiayı inandırıcı kılmak amacıyla sunulan deliller, AİHM’in içtihatları ışığında ortaya çıkan delil hukuku bakımından hiçbir değere sahip değildir. “Delil” olarak sunulan parti mensuplarına ait konuşmaların, yukarıda açıklandığı üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10 uncu maddesinde korunan ifade özgürlüğünün kapsamı içinde olduğu açıktır. Bu konuşmaların içerikleri analiz edildiğinde, neredeyse tamamının eşitlik, özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada yaşama gibi demokratik toplumun temel değerlerine vurgu yapıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu sözlerin hiçbirinde ifade özgürlüğü konusunda AİHM’in kırmızı çizgileri olan şiddet kullanmaya, silahlı mücadeleye veya ayaklanmaya teşvik söz konusu değildir. Sonuç olarak, partimizin amaçlarının “demokrasiyle bağdaşmadığı” şeklindeki asılsız ve mesnetsiz iddiaların gerekçesi olarak sunulan sözde “deliller”in Avrupa İnsan Hakları Hukuku bağlamında da delil vasfı bulunmamaktadır.
(b) Parti mensuplarına atfedilen söz ve eylemlerin önemli bir kısmı AK Partiye isnat edilebilir nitelikte değildir.
Partiyle ilgisi bulunmayan kişilerin eylem ve söylemlerinden dolayı partinin sorumlu tutulması hiçbir hukuk anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Bu AİHM açısından da kabul edilemez bir durumdur. Parti mensuplarının dava konusu söz ve eylemlerinin bile partiye isnat edilebilir olup olmadığını inceleyen AİHM’in, partiyle hiçbir hukuki bağı bulunmayan kişilerin eylem veya sözlerinden dolayı partinin sorumlu gösterilmesini kabul edeceğini düşünmek imkansızdır.
Ayrıca, parti lideri veya üyelerinin bazı sözleri de partiye isnat edilebilir nitelikte değildir. Başta Genel Başkan olmak üzere bazı parti mensuplarının, AK Parti kurulmadan çok önce yaptıkları konuşmaların partiye isnat edilmesi, aslında delil bulamama, dolayısıyla delil oluşturma gayretlerinin tipik bir göstergesidir.
Aynı şekilde, partimizin yetkili organlarının benimsemediği ve benimsemediğini de ilgililer hakkında disiplin işlemleri yapmak suretiyle açıkça gösterdiği bazı konuşmaların da isnat edilebilir nitelikte olmadıkları açıktır.
(c) AK Partinin tasavvur ettiği ve savunduğu toplum modeli “demokratik toplum”dur
AİHM, siyasi partiler içerisinde bazı üyeler demokrasiyle bağdaşmayan nitelikte münferit eylem ve beyanlarda bulunsa bile bunların tek başına partinin yasaklanmasına yol açmayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle, alt alta sıralanan “ilgili ve yeterli” delillerin aynı zamanda bir bütün olarak, söz konusu partinin savunduğu antidemokratik bir siyasi modelin açık ve anlaşılabilir bir resmini çizmesi gerekmektedir. Oysa mevcut davada, ileri sürülen gerekçeler ne tek tek ne de bir bütün olarak böyle bir modelin silüetini dahi ortaya koyamamaktadır.
İddianamede AK Partinin önceki bazı partilerin devamı olduğunun ileri sürülmesi ve sık sık AİHM’in Refah Partisi kararına atıf yapılması da, birbiriyle ilgisiz konuların ilgiliymiş gibi gösterilmesidir ve bu anlamda tam bir hedef saptırma örneğidir. Ortada birbirinden tamamen farklı iki siyasi parti vardır. AİHM’in Refah kararının isabetli olup olmadığı bir yana, bu kararla partimiz hakkındaki davanın hiçbir benzerliği yoktur.
İlk olarak, AİHM Refah Partisinin kamuoyu yoklamalarına göre sürekli yükselişte olduğunu ve tek başına iktidara gelme olasılığının yüksek olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, tek başına iktidara geldiğinde bu partinin demokrasiye aykırı bir “toplum modeli”ni hayata geçirmesi ihtimali vardır (Refah ve diğerleri/Türkiye, Büyük Daire, par.107, 108). Bu nedenle, “demokrasiye aykırı politikaları ve söylemleri” olan bir siyasi partinin iktidarı ele geçirerek, parlamentoda istediği kanunları önermesini beklemek gerekmemektedir (par. 110). Oysa mevcut davada, AK Partinin iktidarı tek başına ele geçirmesi ve programını hayata geçirme şansını elde etmesi diye bir durum söz konusu değildir. AK Parti, altı yıldır zaten tek başına iktidardır. Ayrıca, AK Partinin politikaları ve söylemleri de Sözleşmede korunan hak ve özgürlüklerin tüm toplumu kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına ve demokrasinin konsolidasyonuna yöneliktir.
İkincisi, AİHM’in Refah davasında kabul ettiği kapatma gerekçeleri de bu davada kesinlikle geçerli değildir. Mahkeme, Refah Partisinin kapatılması kararının “zorlayıcı toplumsal gereksinim” kriterini karşıladığı sonucuna ulaşırken; bu partinin (a) dini inançlar arasında ayrımcılığa yol açacak bir çok hukukluluğu savunduğunu, (b) bu çerçevede şeriat hükümlerinin uygulanmasını amaçladığını ve (c) partililerin siyasi yöntem olarak şiddet kullanımını dışlamadığını belirtmiştir (RP/Türkiye, par.116).
Başsavcılık, RP ile AK Parti arasında zorlama bir benzerlik kurabilmek için bu iddiaları temellendirecek gerekçelerin partimiz hakkında açılan davada da geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda AK Partinin çok hukukluluk anlayışını savunduğu ileri sürülmekte, ancak bu konuda hiçbir somut delil sunulamamaktadır. AK Partinin vatandaşların kendi farklı hukuklarına tabi olması gerektiğine dair hiçbir söylemi veya eylemi bulunmamaktadır. Aksine partimiz hukuk birliğini savunmaktadır. Nitekim çok hukukluluğu savunan bir siyasi partinin, iç hukukunu Avrupa standartlarına çıkarmaya çalışarak AB hukuk düzenine ve böylece evrensel hukuka uygun hale getirme çabası da anlamsız kalacaktır.
İddianamede çok hukukluluk tezinin tek delili olarak Başbakan’a atfen “Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir” şeklindeki söz gösterilmiştir. Bu beyan, din hükümlerini referans gösterme çabalarının örneği olarak sunulmuştur. Oysa burada af yetkisinin maktulün mirasçılarına bırakılmasına dair sözün çok hukuklulukla ilgisi yoktur. Başbakan bu sözüyle kanuni bir düzenleme yapılarak af yetkisinin mağdura bırakılmasını değil, adi suçlar bakımından sık sık af kanunu çıkarılarak toplumdaki adalet duygusunun zedelenmemesi gerektiğine işaret etmiştir.
Konuşmanın içeriği bütünüyle incelendiğinde, ülkemizde sık sık uygulanan affın toplumda rahatsızlıklar meydana getirdiği, özellikle zarar görenlerin ya da ölenlerin yakınları tarafından da dile getirilen bir olgu olduğu anlaşılacaktır. Bu çerçevede af yetkisinin devlet tarafından sıklıkla kullanılmasının, ölenin ya da zarar gören insanların yakınlarını veya kendilerini vicdanen rahatsız ettiği, bunun suçları önlemek yerine artmasını teşvik edeceği, bu nedenle toplum vicdanında genel olarak kabul görmeyeceği dile getirilmiştir. Kısacası eleştirilen konu af uygulamasının toplum vicdanlarında oluşturduğu rahatsızlıktır.
Diğer yandan, partimizin şeri hükümlerin uygulanması ve bu amaçla şiddete başvurulabileceği yönünde bırakın eylemi, en ufak bir söylemi hatta iması bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Başsavcılığın AK Partinin siyasi programının demokrasiyle bağdaşmadığına dair iddiası boşlukta kalmaktadır.
Partimiz hakkında açılan davada delillerin büyük bir kısmı, parti yetkililerinin başörtüsüyle ilgili açıklamalarından oluşmaktadır. Halbuki AİHM’e göre başörtüsüne ilişkin açıklamalar, Türkiye’deki laik rejime yönelik bir tehdit oluşturmamaktadır (RP/Türkiye, par.73). Bu durum, Başsavcının AİHM Refah Kararı ile Ak Parti hakkındaki dava arasında kurmaya çalıştığı irtibatın mevcut olmadığını ortaya koymaktadır.
2.3 AK Partinin kapatılmasına yönelik dava, serbest seçim hakkının ihlalidir
Bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı, AİHS’in 1 nolu Protokolünün 3 üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir. Bu maddeye göre, “Yüksek Sözleşmeci Taraflar, yasama organının seçilmesinde halkın kanaatlerinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde, makul aralıklarla, gizli oyla serbest seçimler yapmayı taahhüt ederler”.
AİHM Sadak/Türkiye (2002) kararında, başvurucuların partilerinin kapatılması sonucu otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesini orantısız bir yaptırım olarak görmüştür. Mahkemeye göre, bu yaptırım Sözleşmenin 1 Nolu Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir (par.40).
Daha yakın tarihli Sobacı/Türkiye (2007) kararında da AİHM, Fazilet Partisinin kapatılması sonucu milletvekilliği düşürülen başvuru sahibinin serbest seçilme hakkının ihlal edildiğini belirtmiştir. Mahkemeye göre, milletvekilliğinin düşürülmesi yaptırımı çok ağır bir yaptırım olup izlenen meşru amaçla orantılı değildir. Dolayısıyla, Sadak/Türkiye kararında olduğu gibi, burada da bir yandan “başvuru sahibinin seçilme ve yasama görevini yerine getirme hakkı”, diğer yandan da “onu milletvekili seçmiş olan seçmenin egemen iradesi” ihlal edilmiştir (par. 31-33).
Aynı şekilde, partilerinin kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen Nazlı Ilıcak, Merve Kavakçı ve Mehmet Sılay’ın başvuruları üzerine, 2007 yılında AİHM, Sözleşmede korunan serbest seçim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM’in bu kararlarına göre, Anayasanın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım öngörmektedir.
Tüm bu kararlardan da anlaşılacağı üzere, AİHM siyasi partilerin kapatılmaları sonucu kapatmaya neden olarak gösterilen kişiler hakkında uygulanan milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamaması şeklindeki yaptırımları izlenen meşru amaçlarla orantısız, dolayısıyla demokratik toplumda gereksiz bulmuştur.
Sonuç olarak, AK Partinin kapatılması sonucu bu tür yaptırımların uygulanması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 Nolu Ek Protokolünün 3 üncü maddesine ve AİHM’in bu maddeyle ilgili yerleşik içtihadına aykırılık teşkil edecektir.
V. PARTİMİZE VE MENSUPLARINA YÖNELİK İTHAMLAR MESNETSİZDİR
1. Parti mensuplarının açıklamaları ve faaliyetleri ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamındadır ve laikliğe aykırı değildir
Bu davanın en önemli özelliği bir ifade özgürlüğü davası olmasıdır. İddianamede, militan laiklik anlayışı ile bağdaşmayan ifadeler kapatma nedeni olarak gösterilmektedir. Oysa özgürlükçü bir demokraside siyasi partilerin kamusal sorunlar konusunda farklı politikaları savunmalarından daha doğal bir şey olamaz.
İddianamede yer alan, başörtüsü, katsayı, Kur’an kursları gibi konularda, çoğu zaman basının soruları üzerine gündeme getirilen anlık açıklamalar şeklinde gelişen konuşma ve demeçler, bazı çevreler tarafından beğenilmese de ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Öte yandan, yapılan konuşmalar delil olarak sunularak AK Parti hakkında kapatma davası açılması doğru değildir. Anayasanın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında siyasi partilerin “eylemleri” dolayısıyla kapatılabileceği belirtilmiş, yine Anayasanın 69 uncu maddesinin 6 ncı fıkrasında da “68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılması” ifadesine yer verilmiştir. 1995 ve 2001 yılında Anayasaya dahil edilen bu hükümlerle Anayasakoyucu artık siyasi partilerin faaliyetleri dolayısıyla kapatılabilmesi için açıkça “eylem”lere dayanılması koşulunu aramaktadır. Oysa iddianamede AK Parti mensuplarının yapmış olduğu konuşmalar delil olarak gösterilmektedir.
Başbakanın, başörtüsünün dini inancın gereği olup olmadığı hususunun din bilginleri (ulema) tarafından tartışılacak bir konu olduğuna işaret eden açıklaması da iddianamede (s.44-45) laikliğe aykırı delil olarak gösterilmiştir. Oysa, Başbakanın iddianamede yer verilen bu sözleri, hukuk sistemimizde yer alan ve uygulanan bilirkişilik müessesine ilişkindir. Bu sözler, hukuk devletindeki adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olan “bilirkişilik” bağlamında değerlendirilmelidir. Laik bir hukuk devletinde yargıçların bir dinin gerekleri konusunda uzman olmaları beklenemez. Teknik bilgi ve birikim gerektiren bu hususun yargılama sırasında konunun uzmanlarına sorulması laiklik ilkesine aykırılık teşkil etmemektedir.
Nitekim uyuşmazlık konusunun, dinsel içerikli bir konu olması durumunda din bilginlerinin görüşlerine “bilirkişi” olarak başvurulması yargıda da benimsenen bir yöntemdir. Özellikle dini vakıf ve derneklerle ya da dini yayın yapan kuruluşlarla ilgili uyuşmazlıklarda, yargı mercilerinin konu hakkında karar verebilmek için konunun dinsel boyutuna dair bilirkişi görüşüne başvurduğu bilinmektedir.
Örneğin, bir yayının içeriğini oluşturan Hıristiyanlık yaşam felsefesi ve motiflerinin tek bir inanca yönelik olarak toplumda özgürce kanaat oluşmasını engelleyecek biçimde verilmesinin, toplumun milli ve manevi değerlerine aykırılık oluşturup oluşturmadığı konusundaki bir olayda, Danıştay 13. Dairesi şu şekilde karar vermiştir: “Söz konusu yayın içeriğinin, işlem tesisine neden olan toplumun milli ve manevi değerlerine ve Türk aile yapısına aykırı nitelikte olup olmadığı hususunun belirlenmesi, bu konuda uzman kişilerden oluşturulacak bir heyete bilirkişi incelemesi yaptırılmasını gerektirmektedir.” (E. 2005/588, K. 2005/692, K.T. 8.2.2005).
Bu davada çok değişik konularla ilgili olarak yargı kararları, yüksek mahkeme başkanlarının açıklamaları, Cumhurbaşkanının ifadeleri ve geri gönderme gerekçelerinde yer verdiği değerlendirmeleri hakkında AK Parti Genel Başkanı ve partimiz mensuplarınca yapılan eleştiriler aleyhimize delil olarak gösterilmektedir. Oysa bu tür karar ve açıklamaların eleştirilemeyeceğine dair ne bir Anayasa ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi yüksek mahkeme başkanları ve Cumhurbaşkanının görüşleri de eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde eleştirilmez kişiler veya görüşler olabilir.
Gerek Genel Başkanımızın ve gerekse diğer parti mensuplarımızın Başsavcılığın iddianamesi ve esas hakkındaki görüşünde laikliğe aykırı söz ve faaliyetleri olarak sıralanan hususlar ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında olup, bunlarda laikliğe aykırılık bulunmamaktadır. Esas hakkındaki bu layihamızın ekinde söz konusu iddialar tek tek cevaplandırılmaktadır. (EK-1: Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN , EK-2: Partimizin diğer mensupları ile ilgili ifadelerin cevapları)
2. Partimizi “şiddet”le ilişkilendirme gayreti abesle iştigaldir
İddia makamı, esas hakkındaki görüşünde, Venedik Komisyonu raporunda siyasi partilere yönelik yasaklama nedenlerinin şiddetle sınırlı olmadığını ileri sürmektedir. Buna göre, “Venedik Komisyonu raporunda yer alan yasaklama ilkeleri, yalnızca ‘şiddet’ ile sınırlı değildir. Yasaklama ilkeleri arasında; ‘ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük’ de bulunmaktadır.” Başsavcılık, “Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence altına alan bir ilke olduğu gerçektir” sözüyle dolaylı olarak laikliğin Venedik Kriterleri arasında yer aldığını ima etmektedir (s.13).
Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu yedi kriteri belirlemiştir:
“1. Devletler, herkesin serbestçe siyasi partiler bünyesinde bir araya gelme hakkını tanımalıdır. Bu hak, siyasi görüşlere sahip olma ve kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın ve sınırlar dikkate alınmaksızın bilgi alma ve yayma özgürlüğünü de kapsamaktadır. Siyasi partilere yönelik kayıt zorunluluğu tek başına bu hakkın ihlali olarak kabul edilemez.
2. Siyasi partilerin faaliyetleri üzerinden söz konusu bu temel insan haklarının kullanımına yönelik sınırlamalar, normal ve olağanüstü dönemlerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile diğer uluslararası sözleşmelerin hükümlerine uygun olmalıdır.
3. Siyasi partilere yönelik yasaklama veya kapatma yaptırımı, sadece partilerin şiddet kullanımını savunma veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasi bir araç olarak kullanma, böylece anayasayla güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma durumlarında haklılaştırılabilir. Bir siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak görülemez.
4. Bir siyasi parti, partinin yetkilendirmediği üyelerin siyasi faaliyetleri çerçevesinde münferit davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.
5. Özellikle çok ağır bir tedbir olan siyasi partilerin yasaklanması veya kapatılması, nihai yaptırım olarak kullanılmalıdır. Hükümetler veya diğer devlet organlarının, yetkili yargısal organdan bir siyasi partinin yasaklanması veya kapatılmasını talep etmeden önce ülkenin durumunu dikkate almak suretiyle partinin gerçekten hür demokratik siyasi düzene veya bireysel haklara yönelik tehlike oluşturup oluşturmadığını ve varsa bu tehlikenin daha hafif tedbirlerle önlenip önlenemeyeceğini değerlendirmesi gerekmektedir.
6. Siyasi partilerin yasaklanmasına ya da kapatılmasına yönelik hukuki tedbirler, anayasaya aykırılık şeklindeki yargısal kararın sonucu olmalıdır. Bu tedbirler, aynı zamanda, orantılılık ilkesine uygun ve istisnai nitelikte olmalıdır. Bu tür yaptırımların, sadece parti üyelerinin değil, bizzat partinin anayasal olmayan araçlar kullanmak veya kullanmaya hazırlanmak suretiyle siyasi hedefler izlediğine dair yeterli delillere dayandırılması gerekmektedir.
7. Bir partinin yasaklanması veya kapatılması kararı Anayasa Mahkemesi veya başka ilgili yargısal organlar tarafından, hukuka uygunluk, alenilik ve adil yargılanma güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek alınmalıdır.”
Bu kriterlerden anlaşılacağı üzere, siyasi partiler ancak şiddet kullanımını savundukları veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasal bir araç olarak kullandıkları takdirde, yargılama güvencelerine sahip bir prosedür izlenmek koşuluyla ve son çare olarak kapatılabilmektedir. Dolayısıyla yasaklama ilkeleri “şiddet”le sınırlıdır. İddia makamının “şiddet” dışında saydığı “ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük” müstakil yasaklama ilkeleri değildir. Bunlar, Venedik Komisyonu raporunun temel kriterleri açıklayan ekinde yer alan ve şiddetle bağlantılı olarak bahsedilen kavramlardır. Nitekim, “Açıklayıcı Rapor”un 10 uncu paragrafına göre yasaklamaya “yetkili organların bir siyasi partinin şiddeti (şiddetin özel yansımaları olarak ortaya çıkan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük/tahammülsüz dahil olmak üzere) savunduğuna veya terörist yahut yıkıcı faaliyetlere karıştığına dair yeterli delile sahip olması gerekmektedir.” (EK- 6: Venedik Komisyonu Raporu)
Kaldı ki, hoşgörüsüzlük bir siyasi parti için tek başına bir yasaklama kriteri olarak alınsa bile, AK Partiye isnat edilebilecek bir nitelik olamaz. Başta partimiz genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi partinin “hoşgörüsüzlük”le itham edilmesi akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırıdır. İşin üzücü yanı, partimize yönelik böylesi bir ithamın farklı olan her şeye ve herkese karşı tahammülsüzlüğün nerdeyse her satırına sindiği bir iddianamede ve esas hakkındaki görüşte dile getirilmiş olmasıdır.
Diğer yandan, Venedik Komisyonu kriterlerinin bağlayıcı olmadığını ifade eden iddia makamının, esas hakkındaki görüşünde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM)’nin siyasi parti yasakları konusunda aldığı tavsiye niteliğindeki kararına atıf yapması ve söz konusu kararın İngilizcesini ekte sunması ilginçtir. Başsavcılığa göre, AKPM “Venedik İlkelerinden farklı olarak bir parti sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği kuralını getirmiştir” (s.14).
Esas hakkında görüşe eklenen söz konusu kararı okuyacak kadar İngilizcesi olan herhangi bir kişinin hemen fark edebileceği gibi, “bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi” ibaresi kararın aslında olmayan bir ilavedir. Esasen bu karar, siyasi partilerin kapatılması konusunda yeni bir kriter getirmemekte, Venedik Kriterlerini tekrarlamaktadır. Dolayısıyla “Venedik İlkelerinden farklı olarak” ibaresiyle, Avrupa siyasi kurumlarının “şiddet” dışında kriterler geliştirdiği izlenimi verilmek istenmektedir. Başsavcılığın, mevcut davayı haklılaştırmak amacıyla bu tür uluslararası belgelerin anlamlarında yaptığı çarpıtmalar manidardır.
Anayasa Mahkemesini bu konuda doğru bilgilendirmek amacıyla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 1308 sayılı kararında ortaya konan ilkeleri aynen belirtmekte fayda vardır. AKPM, siyasi partilere yönelik yaptırımlar konusunda üye devletlere şu ilkelere uymaları çağrısında bulunmuştur:
“i. Siyasal çoğulculuk her demokratik rejimin temel ilkelerinden biridir;
Siyasi partilere yönelik sınırlama ve kapatma yaptırımları, ilgili partinin şiddet kullanması veya toplumsal barışı ve ülkenin demokratik anayasal düzenini tehdit etmesi durumunda uygulanabilecek istisnai tedbirler olarak görülmelidir;
Mümkün olduğu ölçüde, kapatmadan daha hafif tedbirlere başvurulmalıdır;
Bir siyasi parti, üyelerinin parti tüzüğüne veya faaliyetlerine aykırı eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamaz;
Bir siyasi parti, ülkenin anayasal düzenine uygun olarak ve adil yargılamanın tüm güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek, en son çare olarak yasaklanabilir veya kapatılabilir;
Üye devletlerin hukuk sistemleri, partileri sınırlamaya yönelik tedbirlerin yetkililer tarafından keyfi uygulanmasını engellemek için özel hükümlere yer vermelidir”.
İddianamede sunulan hiçbir delilde partimize isnat edilebilecek herhangi bir şiddet, şiddete çağrı ve suça teşvik edici unsur yer almamaktadır. Nitekim iddianamede, partinin şiddetle ilişkilendirilmeye çalışılması bağlamında yapılan değerlendirmede konunun ne derece tutarsız, art niyetli ve zorlama yorumlama ile birlikte sunulmaya çalışıldığı da rahatlıkla fark edilebilmektedir. İddianamedekinin aksine, iktidarda bulunduğu zaman içerisinde çok değişik vesilelerle AK Parti, ısrarlı biçimde birlik, bütünlük ve barışa vurgu yapan söylemleriyle aslında iddianamedeki bu tezi açıkça çürütmektedir.
Başsavcı, hem iddianamede hem de esas hakkındaki görüşünde akıl ve mantık kurallarını alt üst edecek şekilde partimizle şiddet arasında zoraki bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Aslında AK Parti mensuplarının ısrarlı bir şekilde şiddeti reddeden açıklama ve tutumları iddianamenin bu konuda ne derece gerçeklikten uzak ve önyargılı biçimde hazırlandığını gözler önüne sermektedir. AK Parti, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Buna karşın Başsavcı, parti üyesi olmayan kişilerin televizyonlarda yaptığı konuşmaları bile partiye isnat etmeye çalışmaktadır. Parti üyesi olmayan kişilerin eylem ve söylemleri ile parti arasında bağ kurmaya çalışmak hukuka aykırıdır. Tıpkı “Ilımlı İslam projesi” gibi öteden beri belli odaklarca AK Parti’ye isnat edilmeye çalışılan yakıştırmanın da, Başsavcının iddialarına esas teşkil etmesi gibi, bu konu da Başsavcının siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktadır.
Partimiz demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK Parti, bunun için çoğulcu demokrasiye sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de açıkça yansıtan bir partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK Parti Genel Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla “terörün dini, ırkı, milleti, vatanı yoktur.” Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye devam edeceğiz” diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar mücadele edileceğini vurgulamıştır. (ANKA-28.12.2007) (EK- 7)
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
Başsavcılığın toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından lanetlenen Danıştay saldırısı ile, Genel Başkanın sözleri arasında dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece tehlikelidir. Başsavcının, kapatma davasında bu elim olayı partimizin aleyhine kullanmak istemesi kabul edilemez.
Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır. Başsavcılık, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de, “bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır” demek suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir. Partimizin herhangi bir yargı organına karşı “tehdit ve hakaret” içeren en ufak bir açıklaması olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir yargı mensubunun böyle bir iddiada bulunurken, açık ve somut “tehdit ve hakaret” örnekleri vermesi gerekirken, bunun yerine genel ve soyut kategorik ifadelerin arkasına sığınarak yargıda bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her siyasi parti gibi, AK Parti de savunduğu temel ilkelere aykırı bulduğu yargı kararlarını eleştirmiştir ve eleştirmeye de devam edecektir. Demokratik rejimlerde, yargı kararlarına uymak farklı bu kararları eleştirmek farklıdır. Unutulmamalıdır ki, eleştirinin olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı vardır.
Başsavcılığın bu nedensellik mantığı bizi kabul edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak gösteren iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu takdirde bunu Başsavcının cesaretlendirdiği söylenebilir mi?
Yine İddianamede “Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen ‘ılımlı İslam’ modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür” denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: “Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur” (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:
“Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını’ çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir” (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre “davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır” (s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir: “İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle”nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir? Başsavcının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba Başsavcıya bu konuda “sessiz kitleler”den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır? Varsa her türlü gazete haberini iddianameye “delil” olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir?
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti’ye karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda sesli bir muhalefet de vardır. Nitekim “Cumhuriyet mitingleri” olarak adlandırılan protesto girişimlerinde partimizin politikalarına yönelik olarak oldukça sesli ve hiç de “çekingen” sayılamayacak bir muhalefet yürütülmüştür. Bu tür muhalefet girişimlerinin ardından yapılan 22 Temmuz 2007 seçimlerinde partimiz, büyük bir çoğunluğu “sessiz kitleler”den olmak üzere, kullanılan oyların yaklaşık yarısını alarak ikinci kez tek başına iktidara gelmiştir. Bu sonuç bile, tek başına toplumun iktidarımızdan tedirgin olmak bir yana, memnuniyetinin artarak devam ettiğinin “demokratik ölçüm aletleri”yle kesin olarak teyit edilmiş bir delilidir.
3. Partimizi “hoşgörüsüzlük”le itham etmek gülünçtür
Hayali bir “şiddet” argümanını destekleyen inandırıcı delillerin olmadığını anlayan Başsavcılık, esas hakkındaki görüşünde “hoşgörüsüzlük” ithamını öne çıkarmak istemektedir. Esas hakkındaki görüşte “hoşgörüsüzlük” ve “ayrımcılık”la partimizin ilişkilendirilmesi hususunda şu gerekçeye yer verilmektedir: “Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.” (s.44).
Partimize yönelik olarak özellikle esas hakkındaki görüşte Başsavcılık tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği yansıtmamaktadır. Partimiz 6 yıllık iktidarında, farklı din ve inanç mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir.
Ayrımcılık yasağı ve hoşgörü aynı zamanda laiklik ilkesinin de bir gereğidir. AK Parti, özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır. Batılı anlamdaki laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece asılsız olduğu açıktır.
Partimiz hakkındaki “hoşgörüsüzlük” iddiasının örnekleri olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. Başsavcı, partimiz mensuplarının Danıştay’ın bir kararına yönelik eleştirilerini bile hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile hoşgörüsüzlük birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki, eleştiri tam da hoşgörünün bir gereğidir. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül edemeyen ve bu eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki kurmaya çalışan iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi paradoksal bir durumdur.
Diğer yandan, Başsavcılığa göre “TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz...” sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir” ( Esas hakkındaki görüş, s. 14). Bu sözün bir hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz, üniversite öğrencilerinin her türlü kıyafetle öğrenimlerine deva edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de serbest olması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla üniversitelerde uygulanan “başörtüsü yasağı”nı eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara karşı bir hoşgörüsüzlüğe delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün “anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu” iddiası, ancak bir siyasi paranoya örneği olabilir.
Aynı şekilde, Bülent Arınç’ın parlamentonun gerekirse Anayasa Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki mahkemeye benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de “hoşgörüsüzlük” örneği olarak gösterilmektedir. Başsavcı diğer örneklerde olduğu gibi, burada da bu sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu söz, Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin’in başörtüsü konusunda artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir cevaptır. TBMM’yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla, en fazla “siyasi eleştiri” olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir.
Kurulduğu andan itibaren AK Parti, gerginliklere yol açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce düzenlenen ve doğrudan AK Parti hükümetini hedef alan mitinglere rağmen, milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler düzenlemekten bile kaçınmıştır.
Başsavcılığın iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile mantıksal ve hukuksal bağlantılar tamamen AK Parti aleyhine sonuç elde etmek amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine art niyetli bir değerlendirmenin bir hukuk makamı olan Başsavcılık tarafından yapılması son derece endişe vericidir. Şiddet ve hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve bağlantılarda olduğu gibi “hukuk”un belli bir ideolojik bakışın hizmetine sokulmaya çalışıldığı bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından bahsetmek de mümkün değildir.
4. Başsavcının kendi uzmanlık alanı dışındaki konularda hüküm vermesi doğru değildir
İddianamede Başsavcı, hukuk dışındaki değişik alanlarda ve uzmanlık gerektiren konularda da kendi yorumunu rahatlıkla yapmakta ve bu biçimde oluşturduğu delilleri partimiz aleyhine kullanmaktadır. Bilim ve teknoloji alanında yaşanan gelişmelere paralel olarak çok değişik alanlara ilişkin uzmanlaşmanın gittikçe arttığı çağımızda böylesine bir yöntemle delil oluşturma girişimi “aklın ve bilimin” yol göstericiliği ile bağdaşmamaktadır.
Esas hakkındaki görüşte Osmanlı Devletinin niteliğine ilişkin değerlendirmeler, Başsavcının tarihçilerin alanına giren bir konuda keskin, şabloncu ve indirgemeci bir tavır içine girdiğini göstermektedir. Bırakınız akademik tarih kitaplarını, çok satan popüler tarih kitapları bile okunmuş olsaydı bu tür genellemelerden kaçınılması gerekirdi.
Başsavcı esas hakkındaki görüşünde hasta hakları ile ilgili olarak hastanelerde dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla mekan ayrılmasının laikliğe aykırılık yanında tıbbi açıdan da sakıncalı olduğunu belirtmektedir. Esas hakkındaki görüşte, hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi için mekan ayrılmasının laikliğe aykırılığı konusunu destekleyen tıp alanı ile ilgili bir argüman olarak “farklı hastalık ve mikrop taşıyıcısı hastaların birbirleriyle temaslarının tıbbi açıdan sakıncaları ve ibadet mekanlarını hasta haklarına dayanarak sağlık ocaklarına kadar yaygınlaştırıp, bu temas ve bulaşmaya olanak sağlamanın mevzuat düzenlenmesi amacına da uygun olmadığı” (s.39) görüşüne yer vermektedir. Burada herhangi bir kaynağa gönderme yapmadığına göre Başsavcılık uzmanlık gerektiren tıp alanındaki bir konuda kişisel değerlendirmesini ortaya koymaktadır.
“Hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi ve dini hizmetlerden faydalanması hakkı”na ilişkin düzenlemenin, tıp otoritelerinin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda kaleme alındığı ve bu sözleşmelerin gereği olarak ulusal hukuk düzenimize dahil edilmeye çalışıldığı dikkate alındığında, Başsavcının tıp alanı ile ilgili yaptığı ve hiçbir dayanak göstermediği bu tespitinin kendi argümanını desteklemek için kullandığı bir değerlendirme olmaktan başka bir değeri bulunmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Başsavcının hasta hakları konusunda hukuk alanı yanında ilahiyat ve tıp alanlarıyla da ilgili değerlendirmeler yapması sadece partimiz aleyhine delil oluşturma gayreti ile açıklanabilir.
Bunun gibi iddianamede dini konularda kesin hüküm içeren değerlendirmeler yer almakta, din kültürü ve ahlâk bilgisi kitaplarında “bir din kültüründen çok, İslam’ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş” olduğu iddiası somut bir örnek verilmeksizin mesnetsiz bir şekilde ortaya atılmaktadır (s.138). İslâm’ın dini öğretisi ile hurafelerin yan yana zikredilmesi, iki hususun da aynı kategoride değerlendirildiği yönünde bir izlenim oluşturmaktadır. Oysa ilâhiyat alanındaki akademisyenlerin bilimsel yöntemlerle kaleme aldığı söz konusu kitaplarda, ilahiyat biliminin verileri ışığında nelerin dinsel gerekler, nelerin de hurafe olduğu hususu dikkate alınmıştır. Seküler hukuk ilkelerine göre hazırlanan İddianamede bir hukukçu tarafından dini inançların gerçekliği ve geçerliliği ile ilgili değerlendirmelerin yapılması anlaşılır gibi değildir.
Ayrıca esasa ilişkin görüşte, Büyük Ortadoğu Projesinin “Türkiye’ye ve bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir proje” olduğu ileri sürülmektedir (s.25). Bir dış politika konusu olan ve uluslararası ilişkiler uzmanlarının hakkında çok sayıda makale ve kitap yazdıkları BOP’un hukuki bir metin olması gereken iddianamede ve esas hakkındaki görüşte yer alması da bu davanın hukuk dışı mülahazalarla hazırlandığının bir diğer göstergesidir. Bildiğimiz kadarıyla dış politika konusunda uzman olmayan ve olması da gerekmeyen Başsavcının hangi bilimsel verilerle BOP’un ideolojik altyapısının “ılımlı İslam” olduğunu iddia ettiğini merak ediyoruz.
5. Partimiz hiçbir partinin devamı değildir
İddia makamı, hukuki geçerliliği olan delil bulmada yaşadığı sıkıntıyı aşmak için partimizi daha önce kapatılan partilerin devamı olarak göstermek yoluyla siyaseten mahkum etme arayışını esas hakkındaki görüşünde de devam ettirmektedir. Başsavcıya göre, “Davalı Parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir.” (s.5)
Anayasa Mahkemesi üyelerini etkilemeye yönelik psikolojik bir manevra olduğu açıkça anlaşılan bu değerlendirme, mantık hatalarını ve olgusal yanlışlıkları içinde barındırmaktadır. Bir kere, daha önce de belirtildiği üzere AK Parti hiçbir siyasi partinin devamı değildir. Kurucuları arasında daha önce farklı siyasi partilere mensup olanlar bulunduğu gibi, ilk kez siyasete giren kişiler de bulunmaktadır.
İkincisi, partimizin daha önceki bir partide “liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından” kurulduğu iddiasıyla, bu tür “laik rejim karşıtı partiler”in “mirasçısı” olduğu iddiası birbiriyle çelişmektedir. Bir siyasi partiden şu ya da bu nedenle ayrılmak, o partinin “mirası”nı da reddetmek anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü, bir siyasi partinin kurucuları arasında, daha önce başka bir siyasi partide bulunan kişilerin olması bu iki parti arasında organik bir ilişkinin veya devamlılığın olduğu anlamına gelmemektedir. Bunun aksini ileri sürmek, kurucularını Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan politikacıların oluşturduğu Demokrat Parti’nin CHP’nin devamı ve “mirasçısı” olduğunu ileri sürmek gibidir.
Dördüncüsü, partimizin “siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiş” olduğu iddiası, hiçbir delile dayanmayan, tamamen hayal ve vehim ürünü bir iddiadır. Bu iddia, Ortodoks Marksizmin “komünist topluma” giden yolda benimsediği “birkaç aşama” yönteminden bahseden kitapların fazlasıyla etkisinde kalındığı izlenimini vermektedir. Partimizin ne bu tür bir ideolojisi ne de onu “birkaç aşamada” gerçekleştirmeyi öngören “örtülü programı” vardır. AK Partinin programı ve en önemlisi yaptıkları ortadadır. İlan ve icra ettiklerinin dışında, gizli veya örtülü hiçbir programı da yoktur.
Partimizin “Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamış” (s.5) olduğu iddiası da en hafif tabirle gülünçtür. Bu iddia esasen içerik olarak da boştur. Demokratik ve özgürlükçü her partiye yönelik olarak bu tür ithamlarda bulunabilirsiniz. İddia makamının mantığıyla, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu benimseyen siyasi partiler “şeriat”ı, emeğe saygıyı ve eşitliği öne çıkaran partiler “komünizm”i ve milliyetçiliğe vurgu yapan partiler de “faşizm”i hedefleyen örtülü programa sahip partiler olarak yaftalanabilir. Bunun hukuk mantığıyla, hatta düz mantıkla bile ilgisi yoktur. Bu mantık, farklı olan her şeyi “tehlike” olarak görüp tasfiye etmeye çalışan, bireyi ve onun oluşturduğu toplumu da önceden belirlenmiş soyut kalıplar çerçevesinde dönüştürülmesi gereken nesneler olarak gören katı pozitivist ve ideolojik yaklaşımın ürünüdür. Bu mantığın hukuk alanına taşınması, çatışmacı siyaset anlayışına hukukun alet edilmesi gibi son derece vahim bir durumu doğuracaktır. Böylesi bir hukuk ve siyaset anlayışının çoğulcu demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığı açıktır.
İddianamede geçmişte Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan siyasi partilerde siyaset yapan kişilerin AK Partide yer alması adeta laikliğe aykırılık noktasında destekleyici bir argüman olarak gösterilmektedir. Aralarında geçmişte kapatılanlar da dahil olmak üzere farklı siyasi partilerden katılanların da AK Parti mensupları arasında yer alması partimizin yeni kurulan bir siyasi parti olması nedeniyle normaldir. 2001 yılında kurulan bir siyasi partiye o zamana kadar değişik siyasi partilerde bulunmuş kişilerin dahil olması ancak yeni parti olgusu ile açıklanabilir.
Hukukla bağdaştırılması mümkün olmayan iddianamedeki bu yaklaşımın kabulü durumunda sadece kapatmaya sebebiyet veren üyelere değil, kapatılan siyasi partinin bütün mensuplarına da siyasi faaliyet yasağı getirilmesi gerekmektedir. Böylesine yasaklayıcı bir bakış açısının Anayasada öngörülen siyasi parti yasaklama rejiminin ötesinde yeni bir yasak getirmesi mümkündür. Nitekim Anayasa Mahkemesi de böylesine bir yaklaşımı açıkça reddetmektedir. Anayasa Mahkemesine göre, kapatma kararından sonra siyasî haklarını kullanmalarına sınır getirilmeyen parti mensuplarının faaliyetlerini bağımsız olarak veya başka bir siyasî parti içinde sürdürmelerine yasal bir engel bulunmamaktadır (E. 1999/2 (Siyasî Parti Kapatma), K. 2001/2, K.T. 22.6.2001).
Ayrıca, iddianamede AK Partide siyaset yapan üye ve yöneticiler hakkında ileri sürülen “Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler ve üyeler bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde halen siyaset yapanlardan, geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas alındığında; geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi - Fazilet Partisi ilk sırada yer almaktadır” iddiası gerçek dışıdır (s.26). AK Parti, bugün için yüzbinlerce üyesi ve yöneticisi olan bir partidir. Bu nedenle, Başsavcılığın bu insanları “doğuştan suçlu” insanlar mantığıyla karalamaya çalışan ve partimizi geçmişteki bazı partilerin devamı olarak gören mesnetsiz iddiası gerçek dışıdır. Aksini iddia edenler, tüm üye kayıtlarını ve geçmişte bu kişilerin görev yaptığı siyasi partilere ait belgeleri yasal olarak ortaya koyup bunu ispatlamakla yükümlüdür. Müddei iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.
AK Partinin başka partilerin devamı olduğu iddiası, Genel Başkanın şu sözleri ile temelden çürütülmektedir: “Biz, dine dayalı bir parti değiliz, başka partilerin devamı da değiliz.” “Biz, herhangi bir partinin devamı değiliz. Din eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz.”
VI. AK Parti Hükümetlerine Yönelik Suçlamalar Mesnetsizdir
1. Yasama faaliyetlerinden dolayı partimiz sorumlu tutulamaz
İddia makamı, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler ile Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine ilişkin değişiklik önerisini, “Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler” kapsamında kabul etmektedir (s.17). Bu iddianın hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Birincisi söz konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifi birer yasama işlemi olup partimiz tüzelkişiliğine isnat edilemez. Nitekim bu Anayasa değişiklikleri partimiz milletvekilleri yanında diğer partilere mensup milletvekillerinin de oyları ile TBMM üye tamsayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuna ulaşarak kabul edilmiştir.
İkinci olarak, bir an için bu yasama işleminden dolayı iktidar partisinin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu Anayasa değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve “şeriatı yerleştirme amacıyla” çıkarıldığı söylenemez. Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim düzeyinde fırsat eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını genişletmektir. Türkiye’de de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa’nın hiçbir ülkesinde rastlanmayan üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını kaldırmaya yönelik bir yasama tasarrufunu “Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan” bir siyasi projenin parçası olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır.
Üçüncüsü, bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal etmiştir. Mahkemenin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında Başsavcının partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini ileri süren Başsavcılığın mantığıyla düşündüğümüzde, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası çökmüştür.
2. AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik arasında bir ilişki kurulması yanlıştır
İlk cevabımızdaki açıklamalarımıza rağmen, iddia makamı AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında sanal bir ilişki kurma ısrarını esas hakkındaki görüşünde de sürdürmektedir. Başsavcılığa göre partimiz, “‘bir büyük yayılmacı proje” olarak takdim edilen Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçasıdır (s.24). Her şeyden önce, BOP olarak nitelenen proje uluslararası hukukun konusu olan herhangi bir anlaşma ya da sürece dayanmamaktadır. BOP, esasen bir siyasal söylemden ibarettir.
Bu çerçevede BOP adı verilen projeyle ile ilgili ek iddialar, bir takım senaryoları ve muhayyel planları esas almaktadır. Amerika’da çıkan bir dergide yayımlanan bir yazı ve haritadan hareketle Hükümetin bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına destek olmak ve Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus-devlet kimliğini zayıflatmak yahut iptal etmek gibi bir planın ve çabanın içinde olduğunu iddia etmek, temelsiz ve ideolojik bir suçlamadan ibarettir. Ortadoğunun karmaşık siyasi yapısı, iç dengeleri ve sorunları hakkında yapılan resmi ve gayr-ı resmi değerlendirmeleri, yorumları ve gelecek senaryolarını, muhayyel bir planın parçası olarak görmek ve Hükümeti de bu planın destekçisi olmakla suçlamak, en temel uluslar arası siyaset ve ilişkiler kavramlarından ve tartışmalarından haberdar olmamak anlamına gelmektedir.
Benzer bir bilgi ve yorum hatası, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin himayesinde İspanya ile eş başkanlığını yaptığı “Medeniyetler İttifakı” girişimi için de yapılmaktadır. Bütün resmi beyan ve belgelerde de açıkça ifade edildiği gibi bu girişimin amacı, dünya barışına katkı sağlamak, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa çıkartmak ve Türkiye’nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barış ortamına katkı sağlamaktır. Geçmişinde farklı din, dil ve kültürlerle bir arada yaşamış ve bu konuda engin bir tecrübeye sahip olmuş Türk devletinin ve Anadolu insanının günümüzün sorunlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Bir arada yaşama tecrübesini uluslararası bir proje haline getiren bu girişimin temel hareket noktası ve referansları, kendi tarihimizde bulunmaktadır.
Medeniyetler İttifakı girişimi çerçevesinde doğudan ve batıdan dünyanın önde gelen ilim ve fikir adamlarından müteşekkil bir akil adamlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun hazırladığı rapor, 12 Kasım 2006’da dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın başkanlığında İstanbul’da yapılan bir toplantıda kamuoyuna açıklanmıştır. Bu toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğu ve pek çok üst düzey yetkili hazır bulunmuştur. Akil adamlar grubunun raporunda bölgesel ve küresel barışın önündeki engeller dile getirilmiş; siyasal temsil, gençlik, göç ve medya alanlarında atılması gereken somut adımlar tartışılmıştır. Raporda da dile getirildiği üzere, bölgesel ve küresel çatışmalar farklı toplum ve kültürler arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve çatışmaya yol açmaktadır. Medeniyetler İttifakı girişimi çatışmanın değil, barış ve uzlaşmanın hakim olması için atılmış önemli bir adımdır. Bu adımı “bir başka siyasi hegemonya projesi” olarak nitelendirmek, ancak bu konudaki bilgisizliğin ve ideolojik ön yargının ürünü olabilir.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi Türkiye’nin bölgesel ve küresel platformlarda etkin olması, ulusal birlik ve beraberliğini, üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahiptir. Küreselleşmenin bütün dengeleri altüst ettiği bir dünyada milli güvenlik, ulusal sınırların ötesinde başlamaktadır. Türkiye’nin sınır güvenliğinden dış tehditlere, insan ve uyuşturucu kaçakçılığından terörizme kadar pek çok kronik soruna çözüm bulması bir “ileri cephe siyaseti” izlemesiyle mümkündür. Nitekim Türkiye’nin bu alanlarda attığı adımlar, geliştirdiği yaklaşımlar ve politikalar, sadece Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırmamış, aynı zamanda Türkiye’nin ulusal güvenliğini güçlendirmiş ve terörizmle mücadelesindeki haklı konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağlamıştır.
Diğer yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde partimizin “22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş” olduğunu ileri sürmektedir (s.11). Bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. 2006 ve 2007 yıllarında Türkiye’nin AB üyelik sürecinde görülen yavaşlama, büyük ölçüde Kıbrıs meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklanmıştır. AK Parti hükümeti Kıbrıs Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif ve düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir. Türkiye’nin yoğun çabaları ve kararlı tutumu sonucunda AB yetkilileri Kıbrıs sorununu çözmeden Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine tam üye kabul edilmesinin büyük bir hata olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir. Fakat üye olduktan sonra tam veto yetkisine sahip olan Kıbrıs Rum kesimi, her tür barış ve uzlaşı girişimine karşı olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymuştur.
Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere süreci teknik düzeyde kesintiye uğramamış; tarama, uyum ve yeni fasılların açılıp kapanması ve müzakeresi devam etmiştir. Fransa ve Almanya gibi bazı AB üyesi ülkelerin muhalefetine rağmen bu süreç bugün de devam etmektedir.
AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.
Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün değildir.
3. Dışişleri Bakanlığı genelgeleri laikliğe ve hukuka aykırı değildir
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış temsilciliklerimize gönderdiği bazı genelgelerin laikliğe aykırı olduğu iddia edilmektedir. Genelgeler, bakanların şahsî tasarrufları değil, idarenin düzenleyici işlemleridir. Genelgeler esasen idare içi geçerlilik taşıyan işlemlerdir. İdare, kanun hükümlerini yorumlamak ve açıklamak üzere genelge çıkarabileceği gibi kamu hizmetlerinin daha iyi yürütülmesi amacıyla da genelge çıkarabilir. Bu durumda, diğer düzenleyici işlemler gibi genelgeler hakkında da idarî yargı mercilerinde iptal davası açılabilir.
İddianamede laik devlet ilkesine aykırı olduğu ileri sürülen mezkûr genelgelerin tam metinleri gazetelerde yayınlandığı ve çeşitli değerlendirmelere konu olduğu halde hukuka aykırılıkları ileri sürülmemiş ve haklarında bir iptal davası açılmamıştır.
Bazı dış temsilciliklerimizin uygulamaya ilişkin tereddütlerini Dışişleri Bakanlığına intikal ettirmesi üzerine idarenin normal işleyişi içinde Bakanlıktaki kamu görevlilerince hazırlanan ve herhangi bir hukuka aykırılık iddiasına da konu edilmeyen söz konusu genelgelerin, laik devlet ilkesine aykırı bir eylem olarak gösterilmesi ve partimizin kapatılmasına gerekçe yapılmaya çalışılması hukuken kabul edilemez.
Söz konusu genelgelerin çıkarılmasından önce de Dışişleri Bakanlığımızın ve dış temsilciliklerimizin uygulamalarının aynı yönde olduğu ve geçerli olan teamüllerin bu genelgelerle hatırlatıldığı hususu, ilk cevabımızın Anayasa Mahkemesine sunulmasından sonra kamuoyunda yapılan tartışmalarla doğrulanmıştır.
Örneğin, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, iddianameye verdiğimiz cevapta, anılan okulları ziyaret eden ve takdirlerini bildiren milletvekilleri arasında adının geçmesi üzerine yaptığı açıklamada, bu okullara daha önce de gittiğini açıklamış ve “Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığım sırasında, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e Azerbaycan gezisinde eşlik ettiğim için yine Gülen okullarına gittim” diyerek, anılan uygulamayı AK Parti Hükümeti döneminde çıkarılan genelgeye bağlama iddiasının asılsızlığını da ortaya koymuştur (EK- 8)
Öte yandan iddianamenin 66 ilâ 70. sayfaları arasında sıralanan ve laik devlet ilkesine aykırı demeçler olduğu ileri sürülen açıklamaların tamamı insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki standartlarımızın yükseltilmesi gerektiği yönündeki görüş açıklamalarıdır.
Bu çerçevede; sorunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi gerektiğinin belirtilmesi; çağdaşlığın demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve bireysel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması anlamına geldiğinin ifade edilmesi, İddianamede laik devlet ilkesine aykırı demeçler olarak nitelenmektedir.
Çeşitli siyasî partilerden birçok Devlet adamımızın da değişik vesilelerle yaptığı bu açıklamaların laikliğe aykırılığının ileri sürülmesinin, Anayasamız ve yasalarımız çerçevesinde de, AB standartları ve taraf olduğumuz uluslararası andlaşmalar bakımından da isabetli olmadığı açıktır.
Kaldı ki ilk cevap layihamızda açıkça ortaya konduğu üzere Anayasa’mızın 105’inci maddesinde öngörülen sorumsuzluk kuralı, Cumhurbaşkanın görev döneminde, seçilme öncesi sebeplere dayalı olsa da yargılanamayacağı ve herhangi bir yasaklılık yaptırımına muhatap olamayacağı mutlak ve kesindir. İddianame, bu niteliği ile sistem ve sistemin inşaında var olan kurucu iradeyle tam bir karşıtlık içerisindedir.
4. AK Parti Hükümetine yönelik kadrolaşma ithamının hiçbir dayanağı yoktur
İddianamede kadrolaşma iddiaları ile ilgili olarak ileri sürülenler kamu personel rejimi açısından dayanaksızdır. Personel hukukunda kamu görevinin gerektirdiği nitelikler ve statüler Anayasa ve kanunlarla düzenlenmiştir. Anayasa’nın 70 inci maddesinde “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.” kuralı yer almıştır. Kamu hizmeti görevlileriyle ilgili Anayasanın 128 inci maddesi, devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceğini belirledikten sonra, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceğini öngörmüştür.
Memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmasında statü hukuku uygulanmaktadır. Buna göre, sınav yapılmaksızın veya şartları taşımayan hiç kimse memur statüsünde göreve getirilemeyeceği gibi, asli ve sürekli görevlerin memur ve diğer kamu görevlileri dışında kişiler (örneğin, işçiler) eliyle yürütülmesi de mümkün değildir.
Öte yandan, hukuken memur statüsünde olan kişilerin kurum içinde ya da kurumlar arası naklen atanmaları yasal şartları taşımaları kaydıyla mümkündür. Bu atama ya da nakiller, idarenin diğer işlemlerinde olduğu gibi yargı denetimine tabidir. Dolayısıyla, Anayasa ve kanuna aykırı biçimde memur ataması yapılamayacağı gibi, kurum içi ya da kurumlar arası nakil yoluyla atama da yapılamaz.
Ayrıca “üst düzey yönetici kamu görevlileri” bakımından da özel düzenlemeler getirilmiştir. Anayasanın 8 inci maddesinde “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” denilmekte, 104 üncü maddesinde de “kararnameleri imzalamak” Cumhurbaşkanının yürütme alanındaki görev ve yetkileri arasında sayılmaktadır. Anayasanın 104 üncü maddesinde sözü edilen “kararnameler”, kanun hükmünde kararnameler ile Bakanlar Kurulunun çeşitli kararnamelerinin yanında üst düzey yöneticilerin atanması ile ilgili müşterek kararnameleri de kapsamaktadır. Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirildiğinden, söz konusu kararnamelerin hukuksal geçerliği için her iki tarafın da katılımı gerekmektedir. Anayasa Mahkemesine göre de, “Kamu politikasının tayinine katılan, etkin bir otoriteye sahip olan, kuruluşların amacının gerçekleşmesinde önemli yetki ve sorumluluklarla donatılan, planlama, örgütlenme, personel ve kadrolarını yöneten, denetim ve temsil gibi işlevleri yerine getiren kamu görevlilerinin, üst düzey yönetici konumunda olmaları nedeniyle bunların atamalarının da müşterek kararname ile yapılması Anayasal zorunluluktur.” (E. 2005/143, K. 2005/99, K.T. 19.12.2005).
Anayasa ve kanun hükümleri karşısında, hukuki şartları taşıyan kişilerin memurluğa atanmasında ya da memur statüsünü kazanmış kişilerin kurum içi veya kurumlar arası nakil yoluyla atanmalarında hiçbir hukuki engel bulunmamaktadır. Dolayısıyla hukuk devleti ve eşitlik ilkeleri gözetilerek yapılan atamalara Başsavcının kendi kişisel yorumlarıyla başka anlamlar yüklemesi, mevzuat karşısında geçersiz bir yaklaşımdır.
Bütün bu statü ve sorumluluk rejimi Anayasa ve kanunlarda özel biçimde düzenlenmiş olup, buna aykırı biçimde atama ve işlem yapılması da söz konusu değildir. Dolayısıyla Başsavcılığın iddianamedeki “Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması” (s.146) şeklindeki iddiası gerçek dışıdır. Zira atamalarda ölçütler kanunlarda açıkça düzenlenmiştir. Bunun dışında bir ölçüt getirilmesi Anayasa ve kanunlar karşısında zaten mümkün de değildir.
Bu açıklamalar ışığında iddianamede yer verilen AK Parti hükümetleri dönemindeki kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması yapılırken, hiçbir somut delil ortaya konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin atanmıştır? Bu atananların laiklikle ilgili sorunları nedir ve hangi nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır? Bu soruların cevapları iddianamede yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden suçlamak, hukuk devleti anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.
Öte yandan gerçekleştirilen tüm bu atamalar idari yargı denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya kanunlara aykırı işlemlerin yargı tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Buna rağmen, yasalara tamamen uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf “kadrolaşma” olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.
Sonuç olarak Başsavcılığın partimizin kadrolaşmaya gittiği yönündeki iddialarını destekleyecek en ufak bir delil dahi yoktur. Dolayısıyla bu iddialar tamamen afakidir.
5. “Hastalar için ibadet mekanı” düzenlemesi on yıldır yürürlüktedir
İddianamedeki “Sağlık Bakanlığı’nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı’nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü” ve bunun iktidarın laiklik ilkesine aykırı bir eylemi olduğuna dair tespitine (s.154) yönelik verdiğimiz cevaba rağmen, esas hakkındaki görüşte de bu hususa ilişkin olarak kelime oyunlarıyla yine bazı sonuçlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne göre, AK Parti hükümetlerinden önce çıkarılan 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesinde, hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörülmediği halde, AK Parti iktidarı dönemindeki Yönetmelik Taslağında üçüncü basamak sağlık ocaklarında dahi dini vecibelerin yerine getirilmesi için mekan ayrılması esası getirilmektedir (s.39).
Bu tespit gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim, 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinde de “Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini Hizmetlerden Faydalanma” başlığını taşıyan 38 inci maddesinde aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.” Görüldüğü gibi 1998 tarihli Yönetmeliğin 38 inci maddesinde hem “mekan” terimi açıkça yer almakta, hem de 38 inci maddenin başlığında “dini vecibeleri yerine getirebilme ve dini hizmetlerden faydalanma” ifadesi bulunmaktadır. Dolayısıyla Başsavcının iddiasının aksine 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesinde de hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörüldüğü açıktır.
6. Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak bizatihi laikliğin gereğidir
İddianamede partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur’an eğitimi alması gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı olarak nitelendirilmektedir. Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, ilk cevabımızda ayrıntılı biçimde belirtildiği üzere çocukların din eğitimi özgürlüğü, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.
Türkiye’de çocukların Kuran eğitimi konusundaki yaş sınırlaması, “28 Şubat süreci” olarak adlandırılan dönemde getirilmiştir. Bunu kaldırmaya yönelik girişimler eğer laikliğe aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden önceki tüm uygulamaların da laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi de, 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı Kanunla, zorunlu ilköğretim süresinin, kesintisiz sekiz yıla çıkarılmasının, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin iznine bağlı olan din eğitim ve öğretimini engellemediğini; çocuğun meslekî ve dinî terbiyesine ilişkin Medenî Kanun ile ana babaya verilen yetkilerin sınırlandırılması veya ortadan kaldırılmasının söz konusu olmadığını belirtmiştir (E.1997/62, K.1998/52, K.T. 16.9.1998).
Anayasanın 90 ıncı maddesinin insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere yaptığı vurgu ve Anayasa Mahkemesinin yukarıdaki kararı dikkate alındığında Başsavcının bu iddiasının hukuki dayanağının bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada çocukların din eğitimini savunmanın laikliğin din ve vicdan özgürlüğü boyutunun bir gereği olduğunu belirtmek gerekir. Bunun iddianamede ileri sürüldüğü biçimde laikliğe aykırılık olarak sunulması, laikliğin din ve vicdan özgürlüğünü özgürlükçü demokrasilerdeki ölçünün dışında aşırı biçimde sınırlandıran versiyonunun uygulandığı biçimiyle değişmezliğini kabul etmek anlamına gelmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu insan hakları sözleşmelerinde ve Anayasa Mahkemesinin yukarıda yer verilen kararında çocukların din eğitimi konusunda partimizin savunduğu biçimdeki bir anlayış öngörülmektedir. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinin gereğini savunan partimiz hakkında laiklik ilkesine aykırılık dolayısıyla kapatma davası açılması iddianamede sıklıkla karşılaşılan çelişkilerden önemli bir tanesidir.
7. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmak eğitimde fırsat eşitliğinin gereğidir
İddianamede, partimizin savunduğu meslek liselerine yönelik fırsat eşitliğinin sağlanması amacının sadece imam hatip liselerine indirgenerek ısrarla bu biçimde kullanılması ve üniversiteye giriş sınavında meslek liselerine uygulanan katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmanın Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi olarak sunulması kendi içerisinde tutarsız ve art niyetli bir yaklaşımın tezahürüdür.
Esas hakkındaki görüşte Başsavcılık, katsayı farklılıklarının kaldırılmasının laikliğe aykırı olmadığı yönündeki görüşümüzün “Tehvid-i Tedrisat [Tevhid-i Tedrisat olacak] ve Milli Eğitim Temel Kanunu hükümleri karşısında geçersiz” olduğunu ileri sürmektedir(s.35).
Meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğinin 1998 tarihli bir YÖK kararı ile başladığı dikkate alındığında, aslında Başsavcılığın yaklaşımına göre, bu tarihe kadar olan dönemde de Tevhid-i Tedrisat Kanununa ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi dönem gibi ikili bir öğretimin var olduğu kabul edilmiş olacaktır. İddianamede bu konudaki ifadelerin oluşturulmaya çalışılan kurguyu desteklemekten başka hiçbir hukuksal değeri olduğu söylenemez. Kaldı ki, imam hatip liselerinin müfredatının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından laiklik ilkesine uyum içinde belirlendiği dikkate alındığında, hem iddianame ve esas hakkındaki görüşteki Tevhid-i Tedrisat Kanununa aykırılık iddiası, hem de bu okullardaki öğrencilere yönelik katsayı eşitliğini talep etmenin laikliğe aykırılık olarak nitelendirilmesi geçersiz kalmaktadır.
Danıştay da Başsavcılığın iddiasının aksine, üniversiteye giriş sınavında meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğini artırmanın hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Yükseköğretim Genel Kurulunun bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim mezunlarının aynı alanda bir yükseköğretim programına yerleştirilmesinde ortaöğretim başarı notlarının çarpılarak yerleştirme puanlarına eklenmesinde kullanılan katsayısının 0,24 yerine 0,08 olarak belirlenmesine ilişkin hükmün hukuka aykırı olduğu, kazanılmış hakların hiçe sayıldığı, belli mesleğe yönelen öğrencileri mağdur ettiği gerekçesiyle iptali istemiyle YÖK Başkanlığına karşı açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, YÖK Genel Kurulu’nun “katsayısı” belirlemesine yönelik sözkonusu işlemini şu gerekçeyle iptal etmiştir.
“Dava konusu edilen yeni sistemle, 2547 sayılı Yasanın 45. maddesinde yer alan ilkeler çerçevesinde daha önce 1999 yılından beri uygulanmakta olan ve 2003 yılında rakamsal olarak değiştirilen bir mesleğe yönelik program uygulayan lise mezunlarının kendi alanlarında bir yükseköğretim programına yerleştirilirken kullanılan katsayının ek puanının 0,24 den 0,08’e düşürüldüğü görülmekte olup bu durumun daha önce benimsenen ve kabul edilen Milli Eğitim politikası hedefiyle çeliştiği bir başka ifade ile belli bir mesleğe yönelik program uygulayan okulları özendirmek amacıyla lise birinci sınıftan itibaren seçilen mesleğe yönelik programla (alanla) ilgili yükseköğretim programlarını tercih edenlere, geliştirilen bir yöntemle ek puan verilerek öğrencilerin lisenin ilk yıllarından itibaren kendi bilgi, yetenek ve ilgileri göz önünde tutularak daha dikkatli bir alan seçimine yönlendirmenin gözetildiği, yönlendirildikleri alandaki öğrenimlerine ağırlık verilerek daha derinliğine bilgi ve beceri kazanmaları amaçlandığından her adayın ortaöğretim başarı puanının Yükseköğretim Kurulu ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen kendi alanındaki yükseköğretim programlarını tercih ettiklerinde daha yüksek katsayı ile çarpılması esası getirilmiş iken, dava konusu işlemle Milli Eğitim politikası hedeflerinin kamu yararı ve hizmet gerçeklerine uygun biçimde gerçekleştirilmesi için uygulamada karşılaşılan olumsuzlukların giderilmesinin amacının dışına çıkıldığı görülmektedir.” (E. 2005/4800, K. 2006/2603, K.T. 21.6.2006).
Öte yandan, partimizin eğitim anlayışının ne derece çağdaş ve reformcu bir perspektife sahip olduğu bu alanda gerçekleştirdiği faaliyetlerden anlaşılabilir. Hükümetlerimiz döneminde üniversite olmayan bütün illerimizde üniversite kurulmuş ve milli eğitim alanında çok önemli reformlar gerçekleştirilmiştir.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti mensubu tarafından dile getirilen meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Partinin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69 uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması, Anayasanın 2 nci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. İddia makamının bu yaklaşımı, anayasaya aykırılığın söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğini gösteren bir çifte standart örneğidir.
8. Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişimi sosyal devletin bir gereğidir
İddianamede, “Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay’ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği” belirtilerek, Hükümetin bu girişiminin laikliğe aykırı olduğu ileri sürülmüştür (s.107). İlk cevabımızda bu konunun laiklik ilkesi ile ilgili olmayıp sosyal devlet ilkesinin bir gereği olduğunu belirtmemize rağmen, esas hakkındaki görüşte fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına ilişkin girişimin laikliğe aykırı olduğunda ısrar edilmektedir. Bu konuda sıralanan gerekçeler hukuki temelden yoksun olup gerçeği yansıtmamaktadır.
Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına ilişkin girişim, aslında Anayasanın 42 nci maddesindeki Devletin maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapmasının bir gereği olup Anayasaya uygundur. Anayasanın açık hükmü karşısında Başsavcı, bu konudaki kanuni düzenlemeye ilişkin Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçesini dayanak olarak göstermiştir. Buna göre; “Eğitimlerinin niteliği ile çağdaşlığı bilinen bazı özel okulların, ilginin yoğun olması nedeniyle kapasitelerini kısa sürede doldurmaları gerçeği de düşünüldüğünde, söz konusu öğrencilerin, kontenjanı dolmayan değişik amaçlarla kurulmuş özel okullara gönderilmesi ve Cumhuriyetin niteliklerine uygun bulunmayan düşünce yapısına sahip kişiler olarak yetiştirilmesi sonucunu doğuracaktır.” (s.37) .
Partimiz tarafından fakir ve başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulmasına ilişkin olarak gerçekleştirilmeye çalışılan ve sosyal devletin bir gereği olan düzenlemenin kapatma davasında delil olarak sunulmasında eski Cumhurbaşkanının bu konuya ilişkin kanunu geri göndermesine ilişkin gerekçesine dayanılması ilginçtir. Acaba hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçelerindeki değerlendirmeler normlar hiyerarşisinde Anayasa hükümlerinin üzerinde mi yer almaktadır? Yoksa hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanının kanunları iade gerekçelerinin bağlayıcı olduğuna dair Başsavcılığın bildiği ve bizim gözümüzden kaçan bir kural mı vardır?
Öte yandan esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, ilk cevabımızda dayanak olarak gösterdiğimiz Anayasa Mahkemesinin kararının (E. 1990/4, K. 1990/6, K.T. 12.4.1990) konu ile ilgili olmayıp, herhangi bir ayrım yapılmaksızın tüm özel öğretim kurumlarının öğrenci kapasitelerinin yüzde ikisinden aşağı olmamak üzere ücretsiz öğrenci okutulması ile yükümlü tutulmasına ilişkin olduğunu belirtmektedir (s.37-38). İlk cevabımızda söz konusu Anayasa Mahkemesi kararıyla Anayasaya uygun bulunan düzenlemedeki bu farklılık zaten belirtilmişti.
Biraz daha açarak belirtmek gerekirse söz konusu iki düzenleme arasında iki önemli farklılık bulunmaktadır. Ancak bu farklılıklar nedeniyle AK Parti iktidarı döneminde çıkarılmak istenen kanunun da laikliğe aykırı olduğu söylenemez. İlk olarak, söz konusu düzenlemede özel okullarda okutulacak öğrencilerin bir kısmının Devlet tarafından okutulması öngörülmüştür. Anayasa Mahkemesinin iptal istemini reddettiği düzenlemede ise öğrenciler özel okullarca ücretsiz olarak okutulması öngörülmüştü. İkinci olarak, partimizin çıkarmaya çalıştığı kanunla özel okullarda okutulması hedeflenen öğrencilerde Anayasa Mahkemesinin incelediği düzenlemeden farklı olarak “fakir ve başarılı” olma koşulu yer almaktadır. “Fakir ve başarılı” öğrencilerin özel okullarda okutulmasını laikliğe aykırı gören bir anlayışın sosyal devlet ilkesi karşısında bir geçerliliği bulunmamaktadır.
9. Dini bayramların ulusal bayramlardan daha coşkulu kutlandığı iddiası doğru değildir
İddianamede partimize ilişkin deliller arasında yer verilen “Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi” (s.146) hem gerçeği yansıtmamakta, hem de iddianamedeki laiklik anlayışının dine bakışı ile ilgili ne derece toplumsal gerçeklerden kopuk olduğunu da gözler önüne sermektedir. İktidarımız boyunca milli bayramların coşkulu biçimde kutlanmakta olduğu herkesin malumudur. Gerçekleştirilen törenler izlendiğinde bu coşkulu kutlamalar rahatlıkla fark edilebilir.
Öte yandan dini bayramların kutlanması sadece AK Parti tarafından değil, Türkiye’deki bütün siyasi partiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Hatta partilerin dini bayramlarda birbirlerine heyetler halinde kutlamalarda bulunması geleneksel hale gelmiştir. Bütün partilerde görülen bu biçimdeki kutlamaları istismar saymak hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıktır.
Milli bayramlardan farklı olarak dini bayramlar resmi törenlerle kutlanmamaktadır. Öte yandan iddianamede olduğu gibi dini bayram ve günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi imiş gibi karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunamayacağı gibi toplumun zihninde de karmaşıklığa yol açacağı ortadadır. Kaldı ki, Başsavcılığın bu iddiayı hangi kriterlere göre ortaya attığı ve coşkunun derecesin neye göre belirlediği de anlaşılır gibi değildir.
10. İçki yasağının yaygınlaştırılması ile ilgili iddialar asılsızdır
İddianame ve esas hakkındaki görüşte alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta yapılan değişikliklerin dini endişelerle ilişkilendirilmeye çalışılması aslında iddianamedeki laiklik yorumunun ne derece sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından ilginçtir. Halkın sağlığını, huzurunu ve kamu düzenini korumak ve gençleri kötü alışkanlıklardan korumak amacıyla getirilen düzenlemelerin laikliğe aykırılıkla ilişkilendirilmesi yanlıştır. Aksine, Anayasanın 58 inci maddesinde belirtildiği üzere, gençleri alkol düşkünlüğü, uyuşturucu madde kullanımı, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan korumak için gerekli tedbirleri almak Devletin temel görevlerinden biridir.
Öte yandan Başsavcının içki yasağı konusunda “tüm AKP’li belediyeler” diyerek yaptığı genelleme tamamen gerçekdışıdır. Basında çıkan asılsız birkaç haberden hareketle tüm belediyelerin suçlanması hukuk dışı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Kaldı ki, kanuni şartları taşımadığı halde keyfi uygulamalar yapılarak hiç kimseye ruhsat verilemez. Bunu kamuoyuna “içki yasağı” ya da “şeriat uygulaması” gibi lanse etmek yasaları bilmemek değilse, kötüniyetin bir ifadesidir.
Nitekim idarenin haklı nedenlerin varlığı halinde içkili yerlere uyguladığı ruhsat iptali biçimindeki yaptırımların hukuka uygun olduğuna ilişkin çok sayıda yargı kararına rastlamak mümkündür. İlk derece mahkemelerinin bu yönde verdiği ve Danıştay tarafından da onanan bu kararlarda kanunda öngörülen koşullardan herhangi birini sağlamayan yerlere içki ruhsatı verilmesinin idarece iptalinde mevzuata aykırılık bulunmadığı açıkça belirtilmektedir. (Danıştay 10. Dairesinin bu yöndeki bazı kararlar için bkz. E. 1984/2783, K. 1986/1338, K.T. 29.5.1986; E. 1982/1970, K. 1983/1184, K.T. 18.5.1983; E. 1988/2465, K. 1990/2622, K.T. 19.11.1990; E. 1995/672, K. 1997/786, K.T. 10.3.1997; E. 1997/394, K. 1998/510, K.T. 4.2.1998; E. 1994/7751, K. 1996/1189, K.T. 6.3.1996; E. 1982/2271, K. 1983/2323, K.T. 16.11.1983; E. 1994/1396, K. 1995/4077, K.T. 4.10.1995).
Öte yandan iddianamede ileri sürülen partimizin içki yasağını genişlettiği iddiası da doğru değildir. İddianamedekinin aksine, 12.11.2003 tarih ve 5002 sayılı Kanunla daha önce meyhane, kahvehane, kıraathane, bar, elektronik oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık alkollü içki satılan yerlerin, okul binalarına 200 metre olan uzaklık şartı 100 metreye düşürülmüştür. Ayrıca, daha önce belediye ve mücavir alan sınırları dışında içkili yer bölgesi tespit edilemeyeceğine dair sınırlama da kaldırılmıştır.
SONUÇ VE TALEP
Hakkımızda açılan bu davadaki bütün verilerin Başsavcılık tarafından “özgürlük aleyhine” yorumlandığı görülmektedir. Oysa evrensel insan hakları hukukunun temel ilkesi “özgürlük lehine yorum”dur. Başsavcılık özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta “niyet okuyuculuğu” yaparak olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girmiştir.
Bu davada partimize yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Esasen, AK Parti hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olmuştur. AK Partinin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatları, onun; demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Cevap layihalarımızda ve eklerinde ortaya konan ve Yüksek Mahkeme’ce re’sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki davanın reddine karar verilmesini saygıyla talep ederim.”
- Davalı Partinin Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN hakkındaki iddialara yönelik aynı tarihli savunması:
“I) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne açılan davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN hakkında 61 adet iddia dile getirmiştir. Bunlardan 60’ı, gazete ve internet sayfalarında yer alan düşünce açıklamalarından oluşmaktadır. Bir tanesi de idari bir düzenleme olan yönetmelik değişikliğine ve düşünce açıklamasına dayanmaktadır.
II) Anayasa’nın 69’uncu maddesinin 6’ıncı fıkrası uyarınca; ancak sınırlı ve belli şartların birlikte varlığı halinde siyasi parti üyelerinin sadece eylemleri, parti kapatma nedenidir. Söylemler, hiçbir şekilde siyasi parti kapatma nedeni veya delili olamaz. Aksinin kabulü, Anayasa’nın açık ihlalidir.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili hiç bir eylemi yoktur. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da iddianamesinde, hiçbir eylemden söz etmemiştir. Bu nedenle yapılan ithamların tamamı, Anayasa’nın 69’uncu maddesine açıkça aykırıdır.
III) Kaldı ki iddia makamının, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’a atfen verdiği beyanların tamamı, Anayasanın tanıyıp teminat altına aldığı “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan “Demokratik hukuk devleti”nin güvencesi altındadır. Şöyle ki:
1) İddianamenin 27 sayfasında yer alan 1 numaralı iddia, Başbakanın Malezya ziyaretinde yaptığı bir gazetede yer alan mülakata dayandırılmıştır.
İddianın eki (EK-1) deliller incelendiğinde, Malezya’da İngilizce yayınlanan New Straits Times gazetesi’nin 16 temmuz 2003 günlü nüshasından üç adet konduğu; ancak gazetenin Türkçe tercümesinin bulunmadığı, Star Gazetesi 26.06.2003 tarihli nüshasında Sezai ŞENGÜN’ün “Tayyibe Yargı Kıskacı” ve “Türkiye İslam Devleti (mi)?” başlıklı iki adet makalesi ve Hürriyetim İnternet Sitesinde yer alan 17.06.2003 tarihli “Türkiye İslam Devrimi Olmaz.” başlıklı haberin olduğu; iddia makamı, iddianamesinde iddiasını Malezya’da yayınlan İngilizce gazeteye dayandırdığını ifade ettiği halde gerçekte iddiasının bu gazeteye değil de ona müsteniden haber ve yorum yapan Türkçe gazetelere dayandırdığı, açıkça görülmektedir.
İddia makamının bu yaklaşımı, diğer bir ifadeyle delilde yanıltma yapması, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa’nın açık bir ihlalidir.
Başbakanın; “Modern bir İslam Devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir.” şeklinde bir açıklaması yoktur. Malezya’da İngilizce yayınlanan New Straits Times adlı gazetedeki mülakatta da böyle bir cümle yer almamıştır. Başbakanın söz konusu gazeteye verdiği mülakatın ilgili bölümünün Türkçe tercümesi aynen şöyledir:
“NST: Malezya’yı örnek bir İslam ülkesi olarak görüyor musunuz?
ERDOĞAN: Malezya’nın demokratikleşme sürecinde ilerleme kaydettiğini görüyorum. Bünyesinde barındırdığı pek çok dini ve kültürel yapıyla çok zengin bir ülke, farklı dini ve kültürel yapıya sahip kişilerin kabine ve hükümet içinde, birbirlerine karşı gösterdikleri toleranstan, aynı zamanda, ticari alanda gösterdikleri ahenkten ve dışarıda sokaklarda insanların birbirlerine gösterdikleri saygıdan dolayı takdiri hak ediyor. Bu çok önemli, bu yöndeki yaklaşım ve ulaşılan seviye övgüye değer.
NST: Bugün Müslüman ülkelerin karşılaştığı sorunlar, İslami öğretinin dar yorumundan ve bir dereceye kadar militanca yaklaşımdan kaynaklanıyor. Malezya bu konuda bir istisna değil. Bir İslami Parti lideri olarak bu konuda ve siyasi İslam konusuna nasıl bakıyorsunuz?
ERDOĞAN: Her şeyden önce, şunu açıkça belirtmeliyim ki, bu konuyu Dr. Mahathir ile bu geceki yemekte tartıştık. Türkiye’de siyasi partimizi kurduğumuz zaman, bir konuyu açıkça ortaya koyduk. Türk halkının yüzde 99’u Müslüman, ancak biz dine dayalı bir parti kurmuyoruz.
Tüm dinlere güven temin edecek, tüm insanların temel hak ve özgürlüklerini genişletecek ve düşünce özgürlüğünü koruma altına alacak bir parti kurduğumuzu açıkladık.
Bizim inancımız şudur: İslam siyasi çıkarlara alet edilecek bir din değildir. İslam hata ve kusurları kabullenmez ve affetmez, ancak bazı kusur ve hatalarımız var.
Eğer kendi bünyesinde Hıristiyan Demokratları bulunan Avrupalılar gibi bizim de İslami Demokratlarımız olursa, tüm hatalarımız ve kusurlarımız bu sefer İslamiyete yüklenecek.
Bir Müslüman, terörist bir faaliyete katıldığı zaman, bunun sorumluluğunu tüm Müslümanlara yüklemek isteyen kişiler mevcut. Aslında, farklı inanışa sahip teröristler var, tüm dinlere mensup insanlar, şöyle ya da böyle bir şekilde terörist faaliyetlerde yer alıyorlar.
Hıristiyan toplumuna mensup teröristler var. Yahudiler arasında hiç mi terörist yok? Ya Budistler? Daha pek çok örnek vermek mümkündür.
NST: Partinizin PAS (Malezya İslam Partisi) ile bir bağlantısı var mı?
ERDOĞAN: İki ay önce, arkadaşlarımdan birkaç kişiyi UMNO (Birleşik Malezya Milli Organizasyonu) ile görüşmeye gönderdim ve yapılan görüşmeler neredeyse sona erdi. UMNO ile yeni bir ilişki içine giriyoruz, UMNO ile kardeş parti olmak istiyoruz.
NST: Türkiye’de demokrasi ne oranda istikrarlı?
ERDOĞAN: Türkiye istikrar ve demokrasiye giden bir yol takip ediyor. Tamamen istikrarlı olduğumuzu söylemek doğru olmaz, ancak bu doğrultuda mücadele ediyoruz ve bunu başaracağız. Türkiye demokratikleşme alanında belli oranda mesafe kaydetti. Dünya üzerinde pratik anlamda demokrasi ile İslam kültürü arasında bir ahenk oluşturabilen çok az ülke var. Türkiye de bunlardan biri. Diğeri ise Malezya.
NST: O zaman Türkiye’de İslami bir devrim olmayacak mı?
ERDOĞAN: Hayır. Türkiye’de bir İslami devrimin yapılması gibi bir durum söz konusu değil.
NST: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak ne gibi bir rol oynamak ister?
ERDOĞAN: Türkiye, İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen (Samuel) Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.
NST: Müslümanların sorunu nedir? Neden bu kadar bölünmüş bir durumdayız?
ERDOĞAN: Bu çok yerinde bir gözlem. Her şeyden önce, İslamiyet son yıllarda çok farklı biçimde yorumlandı. Ciddi bir otorite eksikliği var, farklı yorumlar ortaya çıktı ve bu yorumlara inananların sayısı arttı.
Siz İslamiyetin bilimi ve bilgiyi en yüksek seviyesine çıkartan bir din olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Ve bu dinin ilk emri “Oku”dur. Ancak dünyadaki 1.5 milyar Müslüman’a baktığınız zaman eğitim düzeylerinin ne düzeyde olduğunu görürsünüz. Sanırım insanlarımız ile ilgili en hazin durum bu. Artık düşünen bir toplum değiliz. Oysa başarıya ulaşmak için düşünmemiz gerekiyor.
Düşünmeyenlerin başarılı olma şansı yoktur. Hiçbir şekilde terörizmden yana olamayız, kesinlikle terörizme karşıyız. Terörizme karşı savaşılması için ortak bir platform oluşturulmasına öncülük etmeliyiz, çünkü Türkiye terörde birçok kurban verdi.”
Konuşmanın bu bölümünden iddianameye aktarılan kısmın İngilizce orijinali ve Türkçe çevirisi:
“NST: What role would Turkey want to play in global affairs as a modern Muslim nation?
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel) Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations. Turkey can show that harmony of civilisations is possible.”
“SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi bir rol oynamak ister?
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet’in ve demokrasinin, ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.” (EK-1)
Görüldüğü gibi Başbakan verdiği mülakatta; partilerinin İslamcı bir parti olmadığını, İslam dininin siyasi konulara alet edilmemesi gerektiğini, bunun yapılması halinde kişisel hataların İslamın hatasıymış gibi algılanarak dine zarar verileceğini, Türkiye’nin demokrasi ve çoğulculuk anlayışı içinde birçok farklı düşünce ve inancın kardeşçe yaşadığı bir ülke olduğunu, tüm dinlere eşit mesafede olduklarını, medeniyetler çatışmasını değil medeniyetlerin ittifakını inşa etmek istediklerini, terörün her türlüsünün karşısında olduklarını açıkça ifade etmiştir. Ama iddianamede yer alan bir ifadeyi kesinlikle kullanmamıştır.
İddia makamı, işin hakikatini araştırmış olsaydı veya kanunun kendine yüklediği görev ve yükümlülüğünün gereği, dayanağı delilin Türkçe tercümesini yaptırdıktan sonra değerlendirme yapmış olsaydı, iddianamesine koyduğu cümlelerin asılsız olduğunu görebilirdi. Ama bunu yapmamış, bunun yerine, Başbakanın New Straits Times gazetesinde yayınlanan mülakatının Türk basınında yer alan çarpıtılmış biçimini gerçekmiş gibi ve hem de gazetenin orjinalinden alınmış gibi iddianamesine koymuştur. Bu tutum, Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerinin açık bir ihlalidir, hukuk devletinin yok farzedilmesidir.
2) İddianamenin 27’inci sayfasında yer alan 2 numaralı beyanın delilleri (EK- 2), aynı açıklamaya ilişkin muhtelif gazete haberlerinden oluşmaktadır.
Başbakanın buradaki açıklamaları, Yargıtay Başkanı Eraslan ÖZKAYA’nın 2003 Adli Yılı açılış konuşmasında, “…Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı…” şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirme ve eleştirileri içermektedir.
Başbakanın aynı beyanı içerisinde açıkça; “Din ve vicdan özgürlüğünü savunmak hiç bir zaman din devleti kurmak değildir, bunu böyle değerlendirmek çok yanlıştır” dediği halde iddia makamı, iddianameye alınan metinde bu kısmı “…”şeklinde geçmiş ve iddianameye almamıştır. İddianameye alınmayan bu kısım, iddia makamının iddiasını yalanlamaktadır.
Başbakanın sözlerinin bir kısmını makaslayan iddia makamı, bununla yetinmemiş, daha da ileri giderek Başbakanın açıklamalarını; söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin kastına rağmen anlamlandırmış ve bu suretle Başbakanı “Siyasal İslam’a sınırsız bir özgürlük alanı yaratmak” ve “Devleti bir inancın hüküm ve kuralları çerçevesinde yeniden biçimlendirmek ve dönüştürmek” (İddianame, s. 116-117)le itham etmiştir. Halbuki Başbakanın, böyle bir niyeti, böyle bir düşüncesi, böyle bir açıklaması ve böyle bir çalışması yoktur. Beş senelik AK Parti iktidarı ve yaptıkları, bunun tanığıdır. Bu değerlendirme ve yaklaşım, Anayasa ve yasalara uymak ve bunları uygulamakla görevli iddia makamının, iddianameyi hazırlarken Anayasa ve yasaları ihlal ettiğinin somut delilidir.
Hukuk devletinde iddianameler; vehimler, tahminler veya kehanetler üzerine değil, Anayasa ve yasalara uygun somut gerçeklikler üzerine bina edilir.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, hakkında iddianame düzenlediği kişilerin açıklamalarını söylendikleri yer, zaman ve neden bağlamından koparıp, muhatabını görmezlikten gelip, daha da vahimi söyleneni veya yapılanı söyleyen veya yapanın iradesi dışında kendi anlayışına göre değerlendirip, söyleyenin veya yapanın hiç kastetmediği ve hatta aklına bile getirmediği anlamlar yüklemesi ve bundan dolayı sorumlularının tecziyesini talep ve dava etmesi söz konusu olamaz. Aksinin kabulü ve yapılması, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır.
Kaldı ki “Yargıtay Başkanın beyanları eleştirilemez.” şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi Yargıtay Başkanının görüşleri de eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya görüşler olabilir. “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Yargıtay Başkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
3) İddianamenin 27’inci sayfasında yer alan 3 numaralı iddianın delilleri (EK- 3) , muhtelif gazete kupürleridir.
İddia makamı, Yüksek Öğretim Kanununda değişiklik öngören tasarının geri çekilmesi ile ilgili Başbakanın “acelemiz yok.” şeklindeki açık ve normal bir beyanına, gizli ve anormal bir anlam yüklemiş ve bir kanun tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisindeki yasalaşma sürecinde yapılanları, Anayasayı da çiğneyerek Anayasa’nın 69’uncu maddesine aykırı görmüştür. Halbuki “Acelemiz yok” denilmesi, gizli bir niyeti değil, açık bir tutumu ortaya koymaktadır. Zira yasa teklifi veya tasarılarının gizli bir yönü bulunmamaktadır. Sadece bir kanun tasarısının yasalaşmasının ertelendiğini ifade için söylenmiş açık bir sözden, gizli anlamlar türetmek, İddia makamının görev ve yetkisi dahilinde değildir. Hukuk devletinde iddia makamı olmayandan değil olandan hareket eder ve hiçbir zaman olmayanı kendisi ihdas etmez.
İddia makamı, kendi verdiği anlamları, partimizin görüşü olarak takdim edemez.
Özetle iddia, Anayasaya uygun bir biçimde işleyen bir yasama sürecinden, Anayasaya aykırılık türetmeye dayanmaktadır.
Bilindiği gibi yasama yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir (Anayasa, m. 7). Kanun koymak, değiştirmek veya kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetki ve görevlerindendir(Anayasa, m. 87). “Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.”(Anayasa, m. 88/1) “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen kanunları onbeş gün içinde yayımlar. (Değişik: 3.10.2001-4709/29 md.) Yayımlanmasını kısmen veya tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta gösterdiği gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri gönderir…” (Anayasa, m. 89/1-2)
“Kanun tasarı veya tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir.”(Anayasa, m. 88/2) Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük’üne göre; kanun teklifleri, bu yetki kendisine tanınan bakanlar kurulu veya milletvekili tarafından her zaman geri çekilebilir (Anayasa m. 88, m. 95; İçtüzük, m. 75, 88) veya Türkiye Büyük Millet Meclisi ihtisas Komisyonları ( İçtüzük, m. 20) gündemine hakim olup ( İçtüzük, m. 26) istediği kanun teklif veya tasarısını alt komisyona gönderebileceği gibi, alt komisyona göndermeksizin görüşme yapıp sonuçlandırabilir.
Bu nedenlerle Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunun gündeminde bulanan bir kanun tasarısını Alt Komisyona havale etmesi, tamamen Anayasa ve İçtüzük’e uygun teknik ve geleneksel bir uygulamadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun, Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkileri arasındadır (Anayasa, m. 148-153).
Anayasa ve İçtüzük’e uygun bir yasama faaliyeti, salt Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez, getirilemez. İddia makamının bu yaklaşımının kabulü, yasama çalışmalarını, Cumhuriyet Savcılarının denetimine açmak anlamına gelir. Hiçbir demokratik ülkede, milli iradenin tecelligahı olan yasama meclisi, Cumhuriyet Savcılarının denetimi altında değildir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi’ne tanıdığı denetim yetkisini devşirmektedir. Oysa “Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” (Anayasa, m. 6/3)
Pek çok kanun teklifi veya kanun tasarısı, Meclis İhtisas Komisyonlarında görüşülüp alt komisyonlara havale edildiği veya geri çekildiği halde, hiç birine böyle bir anlam yüklenmeyip, Anayasa ve İçtüzük’e uygun bir komisyon kararını sadece AK Parti ile ilgisi ve Başbakanın “Acelemiz yok” sözünden hareketle laikliğe aykırılık olarak değerlendirmek, oldukça manidardır ve de Anayasa’da ifadesini bulan hukuk devleti (Anayasa, m. 2) ve eşitlik (Anayasa, m. 10) ilkelerine de açıkça aykırıdır.
Ayrıca yapılan düzenleme, bütün mesleki ve teknik eğitimi ilgilendiren bir düzenleme olup, bunun sadece İmam Hatip Lisesi için yapıldığını söylemek te subjektif bir yaklaşımdır. Subjektif değerlendirmeler, objektif gerçekliği değiştirmez.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Anayasa hükümleri aynı olduğu halde, 1998’e kadar Anayasaya uygun olan bir uygulamanın, 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasa’nın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik ve laik hukuk devleti ilkesi ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesi ile bağdaşmaz. İddia makamının değerlendirmesi bu gerçekliği ortadan kaldıramaz.
Kaldı ki bu, bir Meclis çalışmasıdır ve bu çalışmalar Anayasa’nın mutlak sorumsuzluk teminatı altındadır (Anayasa, m. 83/1)
4) İddianamenin 28’inci sayfasında yer alan 4 numaralı iddianın ekleri (EK-4), bir gazete kupürü, 13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ve bu kanuna dair Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçesi ile Yargıtay Başkanı Eraslan ÖZKAYA’nın 2003-2004 adli yıl açılış konuşmasıdır. Yargıtay Başkanının konuşmasının, iddia makamının iddiasıyla irtibatı kurulamamıştır.
Bu iddia Başbakanın; 13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca Meclise geri gönderme gerekçelerine karşı yaptığı değerlendirme ve eleştirileri içermektedir.
Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçeleri, eleştirilemez düşünce ürünleri değildir. Hiçbir demokratik hukuk devletinde bunun aksi varit değildir. Nitekim Anayasa’nın 89’uncu maddesinin üzerine oturduğu mantık ve anlamda bu doğrultudadır.
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu” sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulünün, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, adalet terazisinde söyleyene göre tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanmasının doğru olmadığı ifade edilirken, kişi dindar olabilir ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır anlamına gelen sözler de bir gerçeği ifade etmektedir. İnsanların laiklik mi yoksa dindarlık mı gibi bir ikilemde bırakılarak bu ikisinin birbirinin alternatifi gibi yan yana konularak birisini seçmek zorunda bırakılmaları kabul edilemez. Laikliği savunmak adına bu gerçek ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
Kaldı ki “Cumhurbaşkanı eleştirilmez veya Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçelerini eleştirmek Anayasaya aykırıdır” şeklinde ne bir Anayasa ve ne de yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi Cumhurbaşkanının görüşleri de eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya görüşler olabilir. “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Cumhurbaşkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
5) İddianamenin 28’inci sayfasında yer alan açıklama (EK-5), 21.08.2001 tarihli Akşam Gazetesi haberinin bir kısmından oluşmaktadır.
a) Bu beyanında Başbakan, AK Parti kurulmadan yıllar önce (1994) yaptığı bir konuşmada geçen laiklik değerlendirmelerine dair kastının ne olduğunu açıklamaktadır. Bunun yanında aynı haberde Başbakanın; laikliğin bir sistem ve devletin niteliği olduğuna, laikliğin din gibi algılanmasının yanlışlığına, din ile laikliğin bir birinden ayrı şeyler olduğuna dair açıklamaları da vardır. Ne gariptir ki iddia makamı, bu kısımları iddianameye almamıştır. Buradan farklı anlamlar üretmek, ne hukuka ve ne de iddiaya bir değer katar. Bilakis hukuku bozar.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile uyumludur. Çünkü laiklik, bir din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek gibi bir tercih durumunda değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamak mümkün ve gereklidir. Laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani kanaatlerinden ötürü kınanamaması ve tercihlerinin teminat altına alınması laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşmasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul – 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’da yer alan; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanama ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor. Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri olduğunu söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesine benimseyebileceğini söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakan söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Ayrıca Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini benimsediğini, laikliğin teminatının Ak Parti olduğunu, laikliğin bir sigorta olduğunu ifade eden ve laikliğin önemine vurgu yapan sayısız konuşmaları vardır (EK-2). Nitekim iddianamede delil olarak sunulan pek çok konuşma da bunu açıkça göstermektedir:
“Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” (İddianame, s. 28, ek- 4 )
“Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.” (İddianame, s. 28, ek- 5 )
“Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz”…”Bizim laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası’nın laikliği düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, ‘bütün dinlere eşit mesafede olmak’ diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak isteyenler var. Türkiye’de ‘niyet okuyucuları’ haksız isnadlar ortaya atıyor” (İddianame, s. 30, ek- 10 )
‘‘Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.” (İddianame, s. 36, ek- 19 )
İddianamede yer alan bu açıklamalar, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, laiklik ilkesinden yana olduğunu gösteren ve iddianameyi tekzip eden, iddianameden delillerdir.
b) Ayrıca söz konusu kaset 1994 yılına aittir. Orada açıklanan düşüncelerden dolayı Başbakan yargılanmış ve beraat etmiştir.
Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan sonra yazılı veya görsel basınca tekrarı dahi aynı ilkeye tabidir.
Anayasa’nın 69’uncu maddesi açıktır: İsnadın en erken başlama tarihi, partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir partiye Anayasanın 69’uncu maddesindeki müeyyideleri işletilemez. Anayasa abesle iştigal edemeyeceği gibi, iddia makamı da abesle ne meşgul olmalı ve ne de mahkemeleri abesle iştigal ettirmelidir.
Bilindiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, yasanın aradığı bildiri ve belgeleri İçişleri Bakanlığına vermek suretiyle (Siyasi Partiler Kanunu, m. 8) 14 ağustos 2001’de kurulmuştur. Dolayısıyla da hak ve fiil ehliyetini de aynı gün kazanmıştır (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1, 49; Siyasi Partiler Kanunu, m. 8).
Bu anayasal ve yasal düzenlemelerin içerdiği şart ve gereklilikler dikkate alındığında; AK Partinin kuruluşundan yıllar önce söylendiği iddia edilen beyanlar nedeniyle Başbakanın ve Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sorumlu tutulması ve tecziyelerinin talep ve davası, hukuken ve fiilen imkansızdır.
Bütün bu hukuki ve fiili somut gerçekliklere rağmen iddia makamı, AK Parti kurulmadan yıllar önce yapıldığı iddia olunan bu beyanları, iddianamesine delil olarak koymaktan çekinmemiştir. Bu, hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve yasaların açık bir ihlalidir.
Kaldı ki hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmalar, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez.
6) İddianamenin 28’inci sayfasında yer alan beyanlar (EK-6); Yugoslavya örneğinde olduğu gibi bir etnik çatışmanın Türkiye’de yaşanmayacağını, çünkü Yugoslavya’da yaşayan insanlar arasında din bağı olmadığını, oysa Türkiye’deki etnik unsurları bir birine bağlayan din bağı olduğunu ifade ile dinin etnik gruplar arasındaki birleştiriciliğine dair sosyolojik bir gerçeğin tespit ve ifadesidir.
Başbakan açıklamasında, dinin birleştirici vasfına vurgu yapmış; ancak dini bir üst kimlik olarak kabul ve takdim etmemiştir. İddianamede yer alan 7 ve 8 numaralı iddialardaki beyanlar da bunu doğrulamaktadır. Ancak bu açık gerçekliğe rağmen iddia makamının, hem bu beyanı ve hem de diğerlerini “Dinin üst kimlik” olarak kabul ve takdim edildiği bir biçimde değerlendirmesi, subjektif ve gayri hukuki bir yaklaşımdır, Anayasaya aykırıdır.
Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, üst kimlik olarak her zaman anayasal vatandaşlığa vurgu yapmış ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının insanlarımızı birleştiren üst kimlik olduğunu konuşmalarında defalarca dile getirmiştir (EK-3). Nitekim iddianamede de bunu ifade eden konuşmalar yer almakatadır:
“Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır”...” (İddianame, s.28-29)
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar “din bir üst kimliktir” ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, “Üst kimlik olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur. Tarih boyunca bu böyledir….” (İddianame, s. 29)
İddianamede yer alan bu beyanlar, iddianameyi tekzip etmektedir. Ama ne gariptir ki iddia makamı, Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın Anayasa’nın tanıyıp teminat altına aldığı “Düzeltme ve cevap hakkını”(Anayasa, m. 32) kullanarak yaptığı (hakkındaki 7 ve 8 numaralı) açıklamaları dahi, Anayasa’ya rağmen iddianameye almıştır. İddia makamını tekzip eden beyanlar, hiçbir zaman iddiayı teyit eden açıklamalar veya deliller olarak alınamaz ve kullanılamaz. İddia makamının bu yaklaşımı, hukukun genel ilkeleri ve Anayasa’da ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
Bir Başbakanın, ülkesindeki insanların birlik ve beraberliğine vurgu yapması, bireyleri birleştiren öğelerden biri olan dine vurgu yapması, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır.
7) İddianamenin 29’uncu sayfasında yer alan açıklama (EK-7), CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’ın Türkiye’nin Yugoslavya gibi bölünme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığına ilişkin açıklaması üzerine Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yaptığı bir değerlendirme ve tespittir.
Ayrıca bu açıklama, Türkiye’nin sosyolojik ve kültürel gerçekliğine ilişkin bir tespitten ibaret olup, ülkemizin asla bir Yugoslavya olmayacağına işaret etmektedir. Bir ülkede yaşayan insanların ortak değer olarak bir dine mensup olduklarını ve bu değerin de en önemli birleştirici unsurlardan biri olduğunu ifade etmenin laiklikle çelişen hiçbir yönü bulunmamaktadır.
Cumhuriyet Savcısının Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’a ait olduğunu tırnak içinde belirttiği 7. iddiadaki beyan, ekinde gösterilen hiçbir belgede bir bütün olarak yer almamaktadır. Burada iddia makamının, değişik gazetelerdeki haberleri parçalayıp kendisine göre birleştirerek ve hatta cümleler arasındaki öncelik ve sonralığı da değiştirerek yepyeni bir metin oluşturmuş ve bu metin Başbakan’a izafe edilmiştir. Şöyle ki:
a)Ekte sunulan delillerden sadece Yeni Şafak ve Milliyet.com.tr.’nin haberi konuyla ilgilidir. Sabah 17.9.2005 - Erdal Şafak “Baykal’la yararlı bir ufuk turu” başlıklı haberin, Başbakanla hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamının kurduğu ilgi de tarafımızdan tespit edilememiştir.
b)Bu haber metinleriyle iddianame karşılaştırıldığında; Milliyet.com.tr.’deki haberin ilk cümlesi “Herkesi yaratan Allah’tır. Ayrıma ne gerek var? Üst ortak paydada birleşerek el ele vereceğiz.” iken, iddianamede “Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah’tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz” biçimine dönüştürülmüş – böylelikle metindeki “Herkesi” ibaresi “Hepimizi” şeklinde değiştirilirken, üçüncü cümlenin başına metinde yer almayan “O” zamiri eklenmek suretiyle Allah ortak paydanın öznesi kılınmıştır. Oysa Cumhuriyet Savcısının dayandığı haber metinleri okunduğunda üst ortak paydanın öznesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğu açıktır.
c) “Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah’tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz” cümlesi haberde, metnin ilk cümlesi olduğu halde, iddianamede son cümle olarak yer almıştır.
Böylece iddia makamı, Başbakana ait metindeki cümlelerin bir kısmını takdim tehir ederek, metne bazı kelimeler ve bir zamir ekleyerek, anlam başkalaştırması, diğer bir anlatımla anlam tahrifi yapmıştır.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı; delilleri değiştiremez, başkalaştıramaz ve delil oluşturamaz, sadece somut delillerden hareket eder. Hukuk tarihi bir delile en olmadık anlamlar yüklendiğine örnekler verebilmektedir; ancak hiç bir hukuk devletinde yargılama unsurlarının iddialarını ispat için kendi fiilleriyle delil ürettiklerine örnek verilemez.
Kaldı ki Başbakan, bugüne kadar yaptığı hiçbir konuşmada “Din üst kimliktir.” şeklinde veya bu anlama gelecek bir beyanda bulunmamıştır. Sadece dinin birleştirici vasfına vurgu yapmıştır. Ama Başbakanın, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bizi birbirimize bağlayan üst kimliktir.” biçiminde ve anlamında sayısız açıklamaları vardır. İşte bu iddiada yer alan “Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır.” (İddianame, sayfa: 29) ifadesi de bunlardan biridir. Buna rağmen bazıları, farklı şekilde değerlendirmeler yapmıştır. Başbakan da bu değerlendirmeleri tekzip etmiştir. Nitekim iddianamede yer alan 8 numaralı iddiada da görüldüğü gibi “Üst kimlik olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor…” demek suretiyle Başbakan, bu minval değerlendirmeleri tekzip etmiş ve tekziplerinin defalarca olduğunu da açıklamıştır.
Bir Başbakan, Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan “Cevap ve düzeltme hakkı”(Anayasa, m.32)nı kullandığı ve hatta iddianamede ithamına delil gösterilen beyanlarında olduğu üzere “Benim kastım şudur veya üst kimlik Türk vatandaşlığıdır” diye defalarca açıkladığı halde, iddia makamının bu gerçeklikleri görmemesi veya yok sayması, açık bir Anayasa ihlalidir. Hukuk devletinde hiç bir kişi, söylemediği veya reddettiği düşünceleri söylemiş kabul edilip yargılanmaz.
Bu açık gerçekliğe rağmen, dinin birleştirici fonksiyonuna yapılan vurguların, üst kimlik gibi takdimi kabul edilemez bir tahrif ve çarpıtmadır. Tarihi, siyasi ve sosyolojik gerçekliklerin tespit ve ifadesi, iddia makamının değerlendirilmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez.
8) İddianamenin 29’uncu sayfasında yer alan 8 numaralı iddiadaki beyanlar (EK- 8); hakkında basında çıkan “Dinin üst kimlik olduğu” yönündeki haberlerin yalanlanması ve bu haberleri yapanların eleştirisidir.
Başbakan açıklamasında; CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’ın Yugoslavya benzetmesi üzerine dinin etnik unsurları birleştirici vasfına işaret ettiğini, hiçbir zaman “Din üst kimliktir” demediğini, üst kimlik olarak kullandığı ifadenin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” olduğunu, bunu defalarca açıkladığını, ama bazılarının bunu anlamadığını dile getirmiştir.
Başbakanın Atatürk’ün nutkuna atıfta bulunarak ve Yugoslavya’nın durumunu tahlil ederek dinin birleştiriciliğine vurgu yapması ve üst kimliğin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğunu tartışmasız ifade etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Burada anlaşılmaz olan, iddia makamının, iddiasını temelden çökerten bir delile, istinat etmiş olmasıdır. İddianamede yer alan bu delil, delil oluşturma telaşının bir ürünü olup iddia makamının isnadını tamamen çökertmektedir.
9) İddianamenin 29’uncu sayfasında yer alan 9 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 9), Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle, CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL ve başkaca kişilerin yaptığı eleştirilere ilişkin değerlendirme, tespit ve eleştirilerini içermektedir.
Başbakan, açıklamasında; “Kaçak Kur’an kursu” diye bir şeyin kanunda olmadığını, söz konusu olanın “Kanuna aykırı eğitim kurumu” olduğunu, değerlendirmelerin kanunun ruhuna aykırı olduğunu, Kur’an öğrenmenin suç olmadığını, halkın % 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede herkesin dinin kitabını öğrenme hakkı bulunduğunu, bunun da yasalar içinde yapılması gerektiğini, türban konusunda da toplumun duyarlılığını iyi anladığını belirtmiştir.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk metinlerine girmiş ve Anayasa’nın 24’üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99’u Müslüman olan Türk toplumu bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulculuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
Ayrıca bu konuşmasında Başbakan; laikliğin devletin niteliği olduğunu ve kendisinin de laik düzeni korumakla yükümlü olduğunu ifade etmiştir.
10) İddianamenin 29’uncu sayfasında yer alan 10 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 10), Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan tartışma ve eleştirilere ilişkin değerlendirme, tespit ve eleştirilerini içermektedir.
Başbakan konuşmasında; laiklikle derdi olmadığını, laikliğin dinlere eşit mesafede olmayı gerektirdiğini, dinin laikliğin güvencesinde olduğunu, kişilerin değil devletin laik olduğunu, laik düzeni korumakla yükümlü olduğunu, laikliğin din gibi algılanmasının yanlış olduğunu, bir sistem olan laikliğin devletin niteliği olduğu, Müslüman bir kişinin devlet sistemi olarak laikliği benimseyebileceğini ifade etmiş ve ayrıca Türk Ceza Kanunun 263’üncü maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile uyumludur. Çünkü laiklik, bir din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek gibi bir tercih durumunda değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamak mümkün ve gereklidir. Laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani kanaatlerinden ötürü kınanamaması ve tercihlerinin teminat altına alınması laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşmasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’da yer alan; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor. Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor, yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri olduğunu söylüyor. Başbakan da aynısını söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan da aynı şeyi söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakanın söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Başbakanın Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesi ile ilgili değerlendirmeleri de Anayasa ile uyumludur. Zira Anayasamıza göre; her insanın, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk vatandaşları bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulculuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
Anayasa’da açıkça yer alan ve herkesin, yani Anayasa Mahkemesi, doktrin, siyasiler, sivil toplum örgütleri, basın ve hukukçular tarafından dile getirilmiş ve halen de dile getirilen konuların Başbakan tarafından söylenmesi ve halen yürürlükte olan bir kanunun lehinde değerlendirmeler yapılmasının, Anayasaya aykırı görülüp parti kapatma nedeni sayılması; Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine tartışmasız bir aykırılıktır.
Ayrıca bu konuşmalarda Başbakan; laikliğin devletin niteliği olduğunu ve kendisinin laik düzeni korumakla yükümlü olduğunu da vurgulamıştır.
11) İddianamenin 29’uncu sayfasında yer alan 11 numaralı iddiadaki açıklamalar (EK- 11), Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan tartışmalar ve kanunla ilgili değerlendirme ve tespitleri içermektedir.
Başbakan açıklamasında; Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesi hakkında değerlendirmelerde bulunuyor ve bu çerçevede Kur’an öğrenimi üzerinde duruyor, ayrıca türban konusunda çözüm için toplumsal ve kurumsal mutabakatın gerekliğini ve şu anda da kurumsal mutabakat olmadığından çözümün zaman alacağını ifade ediyor.
Başbakanın beyanları, laiklik ve Anayasa ile uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk metinlerine girmiş ve Anayasa’nın 24’üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99’u Müslüman olan Türk toplumu bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Kaldı ki Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
12) İddianamenin 31’inci sayfasındaki 12 numaralı iddiadaki beyanlar, iki kısımdan müteşekkildir. Birinci kısım (12 a-), AK Parti tüzel kişilik kazanmadan yıllar önce yapıldığı söylenen beyanlardan, ikinci kısım (12 b-) ise AK Parti’nin kurulmasından sonraki beyanlardan oluşturulmuştur.
Ayrıca bu iddia, ekleri farklı olmakla birlikte beş numaralı iddianın tekrarı niteliğindedir.
a) Hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmaların, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez.
Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan sonra yazılı veya görsel basınca tekrarı dahi aynı ilkeye tabidir.
Anayasa’nın 69’uncu maddesi açıktır: İsnadın en erken başlama tarihi, partinin kuruluş günüdür. Çünkü henüz kurulmamış olan bir partiye Anayasanın 69’uncu maddesindeki müeyyideleri işletilemez. Anayasa abesle iştigal edemeyeceği gibi, iddia makamı da abesle ne meşgul olmalı ve ne de mahkemeleri abesle iştigal ettirmelidir.
Bilindiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, yasanın aradığı bildiri ve belgeleri İçişleri Bakanlığına vermek suretiyle (Siyasi Partiler Kanunu, m. 8) 14 ağustos 2001’de kurulmuştur. Dolayısıyla da hak ve fiil ehliyetini de aynı gün kazanmıştır (Türk Medeni Kanunu, m. 47/1, 49; Siyasi Partiler Kanunu, m. 8).
Bu anayasal ve yasal düzenlemelerin içerdiği şart ve gereklilikler dikkate alındığında; AK Partinin kuruluşundan yıllar önce söylendiği iddia edilen beyanlar nedeniyle Başbakanın ve Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sorumlu tutulması ve tecziyelerinin talep ve davası, hukuken ve fiilen imkansızdır.
Bütün bu hukuki ve fiili somut gerçekliklere rağmen iddia makamı, AK Parti kurulmadan yıllar önce yapıldığı iddia olunan bu beyanları, iddianamesine delil olarak koymaktan çekinmemiştir. Bu, hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve yasaların açık bir ihlalidir.
b) 12 b-’de yer alan açıklama, TRT 1’de 21.06.2006’da yayınlanan programdan alınmıştır. Ancak bu programa ait ses ve görüntü kaydı dosyada olmadığı gibi programa ait kaset veya CD’nin çözümü de yoktur.
Bu konuşmasında Başbakan; 1982 Anayasasının laiklik anlayışını benimsediklerini ve parti programlarına koyduklarını, her inanç grubuna aynı mesafede olduklarını, dinin devlete müdahalesine karşı olduklarını, partilerinin din eksenli değil insan eksenli olduğunu, açık ve net bir biçimde ifade etmiştir.
Ancak iddia makamı, iddiasını çürüten bu açıklamalara hiç yer vermemiş, bunun yerine iddiasını destekleyeceğine inandığı bir cümleyi alıp, yorumla iddiasına delil haline dönüştürmek istemiştir.
Başbakanın iddianamede yer alan; “Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem bugün de oyum, değişmem, değişmedim.” sözleri, Başbakan olmasının kişisel ve aile yaşantısını değiştirmediğini, değiştirmesi gerektirmediğini, ferdi ve ailevi yaşantısının Başbakan olmadan önce nasılsa şimdi de aynen devam ettiğini ve bundan sonra da devam edeceğini ifade için kullanmıştır. Yoksa Başbakan bu sözleri, düşünce; siyasi anlayış; dünyaya, olaylara ve ülke sorunlarına bakış ve çözüm üretme anlamında değişmediği ve değişmeyeceği anlamında kullanmamıştır. Çünkü Başbakan, hayatı boyunca fikri, siyasi ve her alanda değişimden ve gelişimden yana olmuş ve aksi yaklaşımlara asla prim vermemiştir. AK Partinin tüzüğü ve programı, AK Parti iktidarının söyledikleri ve yaptıkları, Başbakanın Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığı eylem ve söylemler ile ortaya koyduğu vizyon bunun tanıklarıdır. Eğer iddia makamı, konuşmanın bir kısmını iddiasını teyit için iddianameye taşıma yerine açıklamayı bir bütün olarak değerlendirseydi, bu hakikati rahatlıkla tespit edebilirdi. Ama iddia makamı, bunu yapmamış, bunun yerine subjektif , Anayasa ve hukuka rağmen bir tavırla sözleri, söylendiği yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, Başbakanın kastı dışında anlamlandırıp, verdiği anlamla da Başbakanı itham etme yolunu tercih etmiştir. Bu; bir hukuksuzluktur, bir keyfiliktir, hukuk devleti ilkesinin yok sayılmasıdır. Anayasa ve yasalar, bu tutumu asla himaye etmez. Zira Anayasa ve yasalarımız, herkesi yasalara uymakla yükümlü tutarken iddia makamına Anayasa ve yasaları çiğneme veya keyfi bir yorumla değiştirme hak ve imtiyazı tanımamıştır.
c) 12 Numaralı iddianın ekleri (12 numaralı ek) arasında; yazar Ergün POYRAZ’a ait, 15.10.2002’ Ankara’da yayımlanan 264 sayfadan ibaret “Patlak Ampül” adlı bir kitap fotokopisi yer almaktadır.
İddianamenin hiçbir yerinde bu kitaba yapılmış doğrudan veya dolaylı bir yollama yoktur. Buna rağmen bu kitabın 12 numaralı iddianın ekine konulmuş olması, dikkat çekicidir.
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ve AK Parti’ye iftira etmeyi, onlarla ilgili her türlü olay, beyan ve haberi çarpıtarak halkı yanıltmayı kendince kutsal bir vazife edinmiş kişilerden biri olan yazara ait kitabın iddianamenin delili olarak ekler arasına konulmuş olması, Anayasa, yasa ve hukuk tanımazlığın diğer bir ifadesi, hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır. Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, birilerinin yaptıkları iftiraları, hakikat gibi kabul edemez, başkasının iftirasını itham ettiği kişinin sözü olarak kabul ve takdim edemez. Ama maalesef iddia makamı, hukukun bütün evrensel kurallarını ve Anayasa ve yasaları çiğneyerek kendisinde böyle bir hak görmüş, hukuk adına hukuku katletmiştir. İddia makamının bu yaklaşımı ve herhangi bir hukuki ve yasal süzgeçten geçirmeksizin ne varsa AK Parti aleyhine delil gösterme gayreti, hiçbir gerekçe ve hiçbir surette hukuk, Anayasa ve yasalarla bağdaştırılamaz. Ayrıca hiçbir hukuk devletinde iddia makamı; sınırsız, kuralsız ve hukuksuz hareket edemez, o da yasalarla bağlı ve sınırlıdır.
13) İddianamenin 33-34’üncü sayfalarında yer alan 13 numaralı iddia (EK-13), 9 Temmuz 2004’te Kanal D adlı yayın kuruluşunun “Teke Tek” isimli programında Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yaptığı açıklamalardan yapılmış kısmi alıntılardan oluşmaktadır. Ancak eklerde, bu programın CD’si ve deşifresine yer verilmemiştir. Eklerde sunulan deliller bu programa dair gazete haberleridir. İddia makamının, iddiasını ekte sunduğu gazete kupürlerine dayandırdığı halde, iddianamede Kanal D’de yayınlanan “Teke Tek” programına dayandırdığını belirtmesi, açık bir hukuk ihlali, açık bir delil saptırmasıdır.
Bu açıklamasında Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN; yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümü bağlamında; “Kamusal alan”, “Vakıf Üniversitelerinde başörtüyle eğitime devama imkan tanınması”, “Başörtülülere devlette görev verilmemesi, özel sektörde çalışması” ve “Din eğitimi ve öğretimi” konularında açıklamalarda bulunmuştur.
Siyasi ve fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik sistemlerde iktidarda olsun veya olmasın hiçbir siyasi parti, toplumda yaşanan sorunları görmezlikten gelemez; toplumdan yükselen çözüm taleplerine karşı de kayıtsız kalamaz. Aksine bu sorunları topluma faydalı bir biçimde çözmenin yöntemlerini üretip bunu kamuoyu ile paylaşır ve çözümü için milletten yetki ister. Bu, demokrasinin ve demokratik işleyişin bir gereğidir.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Sorun, demokraside, laiklikte veya hukukta değildir. Sorun, birilerinin laiklik anlayışında, kendi yorumlarını laiklik, demokrasi ve hukuk yerine ikame edişlerindedir.
AK Parti’nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının bu sorunu görmezlikten gelmesi, yok sayması, çözümüne dair bir arayış içinde olmaması beklenemez.
Demokratik hukuk devletinde, siyasetçilerin, demokrasi ve hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması, o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yaptığı açıklamalar, ülkesinde uzun yıllardır yaşanan, genç kızlarımız aleyhine ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik ve laiklikle örtüşmeyen bir yasağın kaldırılması, bir sorunun çözülmesine dönük düşünce açıklamalarıdır. Bunun laiklikle çatışır, demokrasi ile bağdaşmaz bir yönü yoktur. Aksine bu açıklamalar, demokrasi ve laikliğin gereği olan açıklamalardır.
14) İddianamenin 34’üncü sayfasında yer alan 14 numaralı iddia (EK-14), Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 2005’te Alman Welt Sontang Gazetesine verdiği bir demeçten alınmış sözlerden oluşmaktadır. Ancak iddia makamı, iddiasının ekine Alman Gazetesinde yer alan röportajın aslını koymadığı gibi, aslının bir çevirisini de koymamış, bunun yerine Türk gazetelerine ait kimi gazete kupürlerini delil olarak sunmuştur. Halbuki iddia makamının, haberin aslı Almanca metni ve Türkçe çevirisini dosyaya eklemesi, delil hukukunun bir gereğidir. Bu gerekliliği yerine getirmeyen iddia makamı, Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerini açıkça ihlal etmiştir.
Alman Welt Sontag Gazetesinin haberinin basında çarpıtılarak yansıtılması üzerine, bir tekzip ve düzeltme açıklaması yapılmıştır. Ama iddia makamı, Anayasanın tanıyıp teminat altına aldığı tekzip ve düzeltme (Anayasa, m.32) hakkının kullanımına da itibar etmemiştir. Oysa ki aksi hukuken sabit oluncaya kadar bu tekzip ve düzeltmelere göre hareket etmek, hukuk devleti olmanın asgari bir gereğidir.
Kaldı ki basında yer alan açıklamalar bir bütün olarak incelendiğinde; laiklik ilkesi bağlamında din devlet ilişkileri, dindar bir kişinin de laik devlet yapısını benimseyebileceği, dindarlığın buna mani olmadığı, Türkiye’nin laiklik anlayışının Anglo-Sakson laiklik anlayışına yakın olduğunu, Fransa ve Almanya’nın başörtüsü konusunda yaklaşım ve uygulamalarının farklılığına, AB konusuna, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitleri içerdiği görülmektedir. Bu değerlendirme ve tespitler, ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır. Çünkü:
a) Laiklik, bir din değildir. İnsanlar iki dinden birini seçmek gibi bir tercih durumunda değildir. Hem dindar olmak hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamak mümkündür. Laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Kişilerin dini ve vicdani kanaatlerinden ötürü kınanmaması ve tercihlerinin teminat altına alınması laiklik ilkesi gereğidir.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:
“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul – 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’da yer alan; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Başbakan da aynı şeyi, yani laikliğin bir din olmadığını söylüyor. Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor. Başbakan da laiklik bir sistemdir diyor, yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri olduğunu söylüyor. Başbakan da aynı şeyi söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesine benimseyebileceğini söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakanın söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Nitekim Başbakan verdiği cevaplarında iki ayrı yerde ; “… Evet, Türkiye’de din ile devlet kesin bir şekilde birbirinden ayrıdır. Bu, 1923’ten bu yana tüm Anayasalarda yer almıştır ve Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ün tasarladığı şekilde modern Türkiye’nin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu hususta hiçbir değişiklik olmayacak…” ve “Türkiye, din ile devleti dünden beri ayırmıyor. Mustafa Kemal’in devleti kurduğu 1923’e kadar giden uzun bir laiklik geleneğimiz var. Bu ilke toplumda yerleşmiştir.” demek suretiyle, Anayasamızın belirlediği ve benimsediği anlayış ve uygulamaya açıkça ifade etmiştir. Ne yazıktır ki iddia makamı, bu ifadelere iddianamesinde yer vermemiştir. Bunlar, iddia makamını tekzip eden ifadelerdir.
Başbakanın; ‘Kızım, eşim ve ben dindar Müslümanlarız. Kuran’da, kadının halk arasında başörtüsü takmasını emrediliyor. Kızım Kuran’a riayet ettiği için bu emri yerine getiriyor. Dinimizin kurallarına göre yaşıyor.”sözleri, “Eğer din ile devletin ayrılığından yanaysanız, kızınızın devlet üniversitelerinde başörtüsü takmaktan vazgeçmesini istemeniz gerekmez miydi?” sorusuna verilmiş bir cevaptır. Başbakan konuşmasının devamında; “Fakat bundan, benim din ile devletin ayrılığına karşı olduğum anlamı çıkmaz. Her ikisi de, yani din ile makam, birbirinden bağımsız olarak yan yana yaşıyor. Her ikisi de yan yana icra edilip buna rağmen birbirinden ayrılabilir. Bu Türkiye’ye ait bir özellik değil, aksine her modern devletin özelliğidir. Ayrıca kızım başörtüsünü çok şık buluyor ve modaya bağlı nedenlerle de takıyor” açıklamasını yaparak, din ve devlet işlerinin ayrılığını, diğer bir anlatımla laikliğin dindarlığa mani olmadığını ifade etmiştir.
Bu açıklama ve değerlendirmeler, laiklik ilkesini zayıflatıcı değil, aksine daha fazla kimse tarafından içselleştirilmesini sağlayarak laikliği kuvvetlendirici niteliktedir.
Ayrıca bir Başbakanın, kendi, eşi ve ailesinin dindar olduklarını ifadesi, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Bir kişinin “Ben dindarım” demesini laiklik ilkesine aykırı değerlendirirsek, asıl o zaman Anayasa ve laiklik ilkesi çiğnenmiş demektir.
b) Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın başörtüsü konusundaki değerlendirmesi, ülkesinde uzun yıllardır yaşanan, genç kızlarımız aleyhine ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik ve laiklikle örtüşmeyen bir yasağın kaldırılması, bir sorunun çözülmesine dönük düşünce açıklamalarıdır. Bunun laiklikle çatışır, demokrasi ile bağdaşmaz bir yönü yoktur. Aksine bu açıklamalar, demokrasi ve laikliğin olan gereği açıklamalardır.
Demokratik hukuk devletinde, siyasetçilerin, demokrasi ve hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması, o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
c) İddianamede yer alan; “Biz dini misyonerler değiliz… Türkiye’de laiklik geleneği var. Avrupa bir Hıristiyan kulübü değildir. İslami haçlı seferleri asla olmadı. Bizim topraklarımızdan ne dini, ne de askeri şiddet çıkmayacaktır.” ifadeleri, açıkça hem iddiayı ve hem de iddianameyi tekzip etmektedir.
Ama ne gariptir ki iddianamesine aldığı bu cümleleri görmezlikten gelen iddia makamı, aynı konuda basında yer alan sözleri bir bütünlük içinde değerlendirmeyerek, bütünü parçalayıp iddianameye taşıyarak, lehe olan kısımları es geçerek bir tür manipülasyon uygulamıştır. Bu, bir delil sansürüdür.
Ayrıca EK-14’ te yazılan hususlar ile EK-91’ de yazılan konular aynıdır. Aynı konuyu, aynı şeyleri farklı yerde tekrar edip, ayrı ayrı delil gibi sunmak, açık bir delil saptırmasıdır.
15) İddianamenin 35-36’ıncı sayfalarında yer alan 15 numaralı iddia (EK-15), Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 2004 yılı ocak ayında New York’taki Dış İlişkiler Konseyinde yaptığı “Türkiye’nin dış politikası” konulu konuşmadan alınmıştır.
Başbakan bu konuşmasında; -Fransa’daki başörtüsü yasağını hatırlatan bir katılımcının, Türkiye’deki durumu sorması üzerine - başörtüsünün, millet ve devlet kurumlarının ortak sorunu olduğunu, çözümün toplumsal mutabakatta aranması gerektiğini ifade etmiştir.
Başbakan, başörtüsü sorunun varlığına ve çözümüne dair bir değerlendirme ve durum tespiti yapmıştır.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye’de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
16) İddianamenin 35’inci sayfasında yer alan 16 numaralı iddia (EK-16)daki beyanlar, 8 mart dünya kadınlar günü münasebetiyle (2004’te) Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Başbakan bu konuşmasında; günün anlam ve önemine de uygun olarak, kadınların yaşadığı sorunlara değinmiş, kadınlara karşı yapılan ayrımcılığın çirkinliğini ifade için “ırkçılıktan daha tehlikeli, cahiliye döneminden kalma” anlayışlar nitelemesini yapmış ve kadına karşı yapılan her türlü ayrımcılıkla mücadele etmenin gerekliliğine işaret etmiştir.
Kadınlara karşı uygulanan her türlü ayrımcılıkla mücadele, sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın ortak sorunudur. Bu nedenle Birleşmiş milletler 1979 senesinde “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”(CEDAW’ı) ni kabul etmiş, Türkiye de bu sözleşmeye taraf olmuştur. Bugün 170’ten fazla ülke, bu sözleşmeye katılmıştır. Bu, kadına karşı ayrımcılığın, bütün dünya ülkelerinin ortak sorunu olduğunun ve bütün dünyanın bu sorunla mücadelenin gerekliliğine inandığının göstergesidir.
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine taraf olan, Anayasa ve yasalarından kadına karşı ayrımcılık sayılan hükümleri çıkarmak ve kadın lehine düzenlemeler gerçekleştirmek için yasama çalışması yapan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanın kadına karşı yapılan ayrımcılıktan bahsedip, bununla mücadelenin gerekliliğine vurgu yapması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Kaldı ki kadın erkek ayrımcılığını kaldırmak üzere AK Parti döneminde önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır:
- Anayasa’nın 10’uncu maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” (07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı kanununla) şeklinde değiştirilmiş ve bu suretle kadın erkek eşitliğini sağlamak, ayrımcılıkları kaldırmak Devletin yükümlülüğü haline getirilmiştir.
- 765 Sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan ve kadınları kendi içinde dahi “Kız ve kadın” diye ayıran (Bkz. 765 Sayılı TCK. M.423, 434/1) anlayışa yeni Türk Ceza Kanununda son verilmiştir.
- “Kasten adam öldürme suçunun … Töre saikiyle, işlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”(TCK. M. 84/(1) j) hükmü, ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- Töre cinayetleri, dikkate alınarak “Kasten adam öldürme suçunun eşe veya kardeşe karşı … İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”(TCK. M. 84/(1) j) hükmünde yer alan “… Eş veya kardeşe karşı…” ifadeleri de ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- “Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar”, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda 2. Kitap, 8. Bab’ta “Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler” başlığı altında, 414 ila 447’inci maddelerde 6 fasıl halinde düzenlendiği halde, yeni Türk Ceza Kanununda 2. Kitap (Özel Hükümler), 2. Kısım (Kişilere Karşı Suçlar), 6. Bölümde “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenmiştir. Böylelikle Türk Ceza Kanununda yer alan kadına ayrımcı bakış açısına son verilmiştir.
- Cinsel saldırıya uğrayan kadının, saldırganla evlenmesi halinde davanın veya cezanın beş yıl süreyle duracağını öngören anlayışa son verilmiştir. (765 Sayılı TCK. m. 434; 5237 Sayılı TCK. m.102)
Bunlar sadece Anayasa ve Türk Ceza Kanununda yapılan değişikliklerden bazılarıdır. Kadına karşı ayrımcılıkla mücadele adına yaptıklarımızın hepsini buraya almak, bu cevabın sınırlarını çok aşar. Ancak bilinmeli ki AK Parti, kadına karşı ayrımcılıkla kurulduğu günden bugüne tavizsiz mücadele etmiş, bugünden sonra da tam eşitlik sağlanıncaya kadar mücadelesine devam edecektir.
Bu gerçeklikler ve iddianamedeki beyanların açıklığına rağmen iddia makamının, bu beyanı laiklik ve Anayasaya aykırı görmesi ve takdimi, Anayasa ve hukukun dışına çıkmak ve söylenileni; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesi dışında anlamlandırıp, kendi verdiği anlama göre de itham edip, yaptırım talep etmesinden, diğer bir ifadeyle söyleneni arzusuna göre başkalaştırmaktan başka bir şey değildir. Asıl Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı olan budur.
17) İddianamenin 35’inci sayfasında yer alan 17 numaralı iddia (EK-17), Ukrayna’da okuyan iki öğrencinin denklik sorunu ve çözümüne dair sorulan bir soruya verilen cevaptır.
Başbakan öğrencilerin sorusu üzerine yaptığı açıklamada; kendi ailesinden örnekler vermek suretiyle yaşanan sorunu bildiğini, bizzat ailecek bu sorunu yaşadıklarını; ancak sorunun çözümü için uzlaşmanın gerekliliğini, aksinin gerilime yol açacağını ve gerilim olmadan sorunun çözümünden yana olduğunu ifade etmiştir. Başbakanın değerlendirme ve tespiti, halkının derdiyle hemdert olduğunu gösterir.
Bir Başbakanın, halkının derdiyle dertlenmesi ve derdine çözüm araması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Ayrıca 17 numaralı iddiada yer alan Başbakanın;”Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum.” şeklindeki beyanları; çoğulcu ve uzlaşmacı siyasal demokrasi literatürüne altın harflerle yazılması gereken bir söylemdir. Buradan Anayasa ve laiklik ilkesine aykırılık değil, aksine tartışmasız bir uygunluk çıkar. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, doğruluğu tartışmasız beyandan, hiçbir şekilde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırılık üretemez.
Bunun yanında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamede açıkça ortaya çıkan olumsuzlayıcı yaklaşımı, metne, metinde olmayan cümleyi ekleme marifetiyle de pekiştirilmektedir. Nitekim Başbakana atfedilen 17 numaralı iddiadaki “Kızlarım başını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı” son cümlesi, son cümle olarak konuşmanın yer aldığı 17 numaralı Hürriyetim internet ekinde yoktur. Başbakan’a atfedilen metnin içinde var olan bu cümlenin, metnin sonuna, sanki orada da söylenmiş gibi eklenmesi kabul edilemez. Bu, açıkça bir keyfilik ve hukuk dışılıktır. Oysaki iddia makamı, keyfi davranamaz, Anayasa ve yasalarla bağlı olup, hukuk dışına çıkamaz.
18) İddianamenin 35-36’ıncı sayfalarında yer alan 18 numaralı iddia (EK-18) da yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorununa dair değerlendirmeler ve tespitlerde bulunmuş, her siyasi partinin mensupları arasında başörtülüler bulunduğunu, CHP Grubuna başörtülüler geldiğinde sorun olmadığı, AK Parti Grubuna geldiğinde sorun olarak görüldüğünü, Türkiye’de başı açık veya başı örtülüler arasında ayrımcılık yapmamak gerektiğini ve her ikisine de saygı duymak gerektiğini, bu konuyu oy zemini olarak görmediğini, çözüm için toplumsal mutabakatın varlığına karşın kurumsal mutabakatın henüz oluşmadığını fakat oluşturulması gerektiğini, kurumsal mutabakat sağlandığında sorunun çözüleceğini ifade etmiştir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik bir hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Ayrıca farklı zamanlarda yapılan ve hukuka hiçbir aykırılık taşımayan konuşmaları, eşzamanlı yapılmış konuşmalar olarak yansıtmak, bu iddianamenin yöntemleri arasındadır. Nitekim 18 numaralı iddianın eklerinin bir kısmı 2005 yılına, diğer bir kısmı ise 2007 yılına ait gazete haberleridir. Aynı iddianın, hem 2005’te ve hem de 2007’de, hem de aynı cümlelerle söylenmesi imkansızdır. Kaldı ki, 2005’te söylenenlerle, 2007’de söylenenler de birbirinden farklıdır. Bunları birleştirip bir yapmak da bu iddianamenin ustalığından olsa gerektir.
19) İddianamenin 36’ıncı sayfasında yer alan 19 numaralı iddiada (EK-19) verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; laikliğin dinin teminatı ve bütün inançlara eşit mesafede olma anlamına geldiğini, Türkiye’nin sigortası olduğunu açıklıkla ifade etmiş, üniversitelerdeki başörtüsü sorununa değinmiş, sorunun çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakat gerektiğini tekraren ifade etmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesine aldığı 19 numaralı iddiada verilen Başbakanın değerlendirme ve tespitinin hangi kelimesi veya cümlesi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır? “Laikliği dinin güvencesi” kabul etmesi mi Anayasa ve laikliğe aykırı? Yoksa “Laikliğin bütün inançlara eşit mesafede olduğunu” söylemesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı? Veya “Laiklik bizim için bir yerde sigortadır.” Açıklaması mı Anaysa veya laikliğe aykırı? “Kamusal alanın henüz tanımı yoktur.” demek mi Anayasa veya laikliğe aykırı? “Ülkemde başörtüsü sorunun çözümü için mutabakat lazım” değerlendirmesi mi Anayasa ve laikliğe aykırı? Sahi bu açıklamanın hangi kelime veya cümlesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır? Cevabı bizce net ve tartışmasız: Hiç biri Anayasa ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe aykırı olan Başbakanın değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik yorumudur.
Ayrıca iddia makamı; her bir iddiasının ekine ilgili- ilgisiz gazete kupürleri veya başkaca belge koymuş; ancak hangi iddianın, hangi ekten aynen alındığı belli değil. Daha da kötüsü iddia makamı, Başbakan’a izafe edilen ifadelerin belli bölümleri, belli metinlerde, diğer bölümleri başka metinlerde yer almasına karşın, derleme yoluyla Başbakan adına sanki konuşuyormuş gibi ona izafe ettiği “Özgün” bir metin oluşturmaktadır. Buna tam bir delil tasnii denir. Nitekim 19 numaralı ekte birinci sayfa olarak yer alan 09.05.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden herhangi bir pasaj alınmamış, yine ekte 2 nolu sayfa olarak yer alan 09.07.2005 tarihli Milliyet Gazetesinin sondan ikinci paragrafı aynen alınmış, bu alıntı, ekte üçüncü sayfada yer alan metinden birbirini izlemeyen pasajlar üç nokta konmaksızın ve birbirini izliyor görüntüsü içinde iddianameye dercedilmiştir. Bu paragrafa bakıldığında Başbakan’a ait konuşma, farklı sayfalardan kırpma ve birleştirme yoluyla oluşturulduğu halde, tek bir gazeteden alınmış, ekleme ve çıkarma yapılmadan konuşma bütünlüğü içinde aynen verilmiş orijinal bir metin görüntüsü vardır. Ayrıca hiçbir atıf yapılmayan ek sayfalar da vardır. Bunlar, hukukun, Anayasa ve yasaların, keyfi ve subjektif bir yaklaşımla nasıl yok sayıldığının ve nasıl çiğnendiğinin somut kanıtlarıdır.
20) İddianamenin 36-37’inci sayfalarında yer alan 20 numaralı iddia (EK-20)da yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Fransa’da yaşanan olayların pek çok sebebi olabileceğini ifade ile bu konuda değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur. Bu açıklama, gazetelerde, Başbakanlık Basın Merkezi açıklamasında ve Parti’nin Meclis Grup Genel Kurulu konuşmasında yer almıştır. Bular birlikte değerlendirildiğinde, Fransa’da yaşanan olayların, bütün boyutlarıyla değerlendirildiği görülecektir.
Ancak basın, bu değerlendirme ve tespitlerden sadece başörtüsünü öne çıkarmış ve adeta olayların tek sebebi göstermiştir. Basının bu çarpıtması karşısında, iddianamede (Sayfa: 37) de yer verildiği üzere, 08.12.2005 tarihli grup toplantısında Başbakan; “… Bu tür sosyolojik hadiseler, tek bir sebebe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve derinliklidir. Bunların altında yılların birikimi vardır. Sosyo-ekonomik ve kültürel faktörlerin tesiri vardır. Yanlış politika ve anlayışların rolü vardır. Bunların hepsi doğrudur. Bizim söylediğimiz de budur. Yoksa bazı yasakçı uygulamaların bu olaylardaki etkisine dikkat çekerken meseleyi tek bir sebebe indirgemedik, indirgemiyoruz. Ve Fransa’daki bundan aylarca önce başörtüsü ile ilgili yasağının da bugünlere gelinmesindeki, bu süreç içersindeki etkenlerden bir tanesi olduğunu ifade etmişizdir, söylediğimiz budur…” diye açıklamada bulunmuş ve basında yer alan haberleri düzeltmiş, değerlendirme ve tespitlerini bir kez daha kamuoyu ile paylaşmıştır.
Açık ve net bir biçimde görüldüğü üzere Başbakanın açıklamaları, Fransa’ya ilişkin gözlem, değerlendirme ve tespitleri içermektedir. Bunların, Türkiye ile hiçbir ilişkisi yoktur, söyleşide de bu durum açıktır.
Buna rağmen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, “Fransa’da yaşanan olayların tek sebebinin başörtüsü olduğunu” ifade etmiş gibi Başbakanı göstermesi ve Başbakanın Fransa’ya dair gözlem, değerlendirme ve tespitleri ile Türkiye arasında bağ kurması, hukukun evrensel ilkelerine ve Anayasa’ya açık aykırıdır.
Kaldı ki Başbakanın değerlendirme ve tespitleri, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasa’ya aykırıdır.
21) İddianamenin 37’inci sayfasında yer alan 21 numaralı iddiada(EK-21) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorunu ve çözümüne dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm için mutabakatın gerekliliğine vurgu yapmış, toplumda mutabakatın olduğunu, ancak parlamento içinde mutabakatın olmadığını, Parlamentonun halkın iradesini yansıtmadığını, bu sıkıntıyı BAYKAL’ın görmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Başörtüsü sorunu ve çözümü konusunda görüşlerini açıklamamış hiçbir siyasi parti, sivil toplum örgütü, akademisyen, hukukçu, yazar, gazeteci vs.’nin kalmadığı bir ülkede –Bütün bu desteğe rağmen- bir Başbakanın, sorunun çözümü için halkta ve sivil toplumda oluşan mutabakata rağmen Meclis içinde mutabakat araması ve bunun gerekliliğine işaret etmesinin neresi laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırıdır? Başbakanın bu tutumu, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışının değil, aksine çoğulcu bir demokrasi anlayışının örneği olarak alkışlanması ve takdir görmesi gerekirken, iddia makamının bunu, Anayasa ve laikliğe aykırı görmesi, ne laiklikle ve ne de Anayasa ile bağdaşır bir durumdur. Burada asıl Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı olan, iddia makamının yaklaşım ve yorumudur.
Ayrıca 21 numaralı iddiada Başbakan’a atfedilen konuşma (Zaman Gazetesinden alıntı) “sıkıntı burada” bölümünde kesilmiştir. Bu konuşmanın devamı, aynı gazetede görüldüğü üzere “ Baykal bunu görmesi lazım.” cümlesidir. Konuşmanın bütünüyle anlam bağı açık olduğu halde BAYKAL’dan tasarruf edilmesinin amacı ve anlamını kavramakta zorluk çekiyoruz.
22) İddianamenin 37’inci sayfasında yer alan 22 numaralı iddiada (EK-22) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorunu ve çözümü ile ilgili olarak Türkiye’de halkın, halkın temsilcileri ve kurumların mutabakatı gerektiğine, ancak bu mutabakatın henüz oluşmadığına, evrensel hakların dünyanın bir yerinde ayrı diğer yerinde ayrı olamayacağına ve her yerde aynı olduğuna, evrensel hakların kanundan değil hukuktan doğduğuna ve bizim bunları görmezlikten gelemeyeceğimize, mutabakatın oluşumu için çalıştıklarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın, “Başörtüsü sorunu halkın, halkın temsilcileri ve kurumların mutabakatı ile çözülebilir ve şu anda bu mutabakat yok” deyip, sorunun çözümünü zamana ve mutabakata bıraktığını ifade eden açıklaması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Başbakan, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN’in açıklaması üzerine bu değerlendirmeyi ve tespiti yapmış, BUMİN’in açıklamasını da kurumsal mutabakatın oluşmadığını gösteren bir beyan olarak değerlendirmiştir.
Kaldı ki “Anayasa Mahkemesi Başkanının açıklamaları değerlendirilemez, eleştirilemez.” şeklinde ne bir Anayasa ve ne de bir yasa kuralı vardır. Herkesin görüşünün değerlendirilmesi ve eleştirisi mümkün olduğu gibi Anayasa Mahkemesi Başkanının görüşleri de değerlendirilebilir ve eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletlerinde kişiler tabu olmadığı gibi, kişilerin görüşleri de tabu değildir. Ancak totaliter rejimlerde, eleştirilmez kişiler veya görüşler olabilir. Anayasa Mahkemesi Başkanının başörtüsü konusunda farklı görüşlerini dile getirmesi ne kadar doğal ise Başbakan’ın görüşlerini dile getirmesi de o kadar doğaldır. “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Anayasa Mahkemesi Başkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde değerlendirmek, eleştirmek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Bu açık ve tartışmasız gerçekliğe rağmen iddia makamı, Başbakanın beyanlarını; söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparmış, daha da vahimi onun iradesine rağmen kendince anlamlandırmıştır. Ayrıca kendi yüklediği anlamı, sanki Başbakan söylemiş gibi gösterip, onun sorumluluğunu talep etmiştir. Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, böyle bir şey yapmaz ve yapamaz. Aksinin kabulü, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır. Bu değerlendirmesiyle iddia makamı, hem Anayasaya ve hem de hukukun evrensel ilkelerine aykırı davranmıştır.
23) İddianamenin 37’inci sayfasında yer alan 23 numaralı iddiada (EK-23) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; değişik nedenlerle yurt dışında öğrenim gören öğrenciler bulunduğuna, bu nedenler ortadan kaldırıldığında onların da Türkiye’de okuyabileceğine ve bu suretle yurt dışına kaynak transferi olmayacağına dair değerlendirme ve tespitte bulunmuştur.
Türkiye’de okuma imkanı bulamayan binlerce öğrenci, yurt dışında yüksek öğrenimlerini sürdürmektedir. Bunun, pek çok değişik sebepleri vardır.
Bunların yurt dışında okumaları sebebiyle önemli bir kaynak da yurt dışında harcanmaktadır.
Yurt dışında okuyabilmeleri mümkün olduğuna göre bu kişilerin yurt içinde okuyabilmelerinin de sağlanabilmesi mümkün ve meşrudur.
Bu takdirde bu kaynağın ülke içinde kalacağı da izahtan varestedir.
Başbakanın bu değerlendirme ve tespiti, Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı değildir. İddia makamı, yorumla ve hem de Anayasaya rağmen Anayasaya aykırılık üretemez.
24) İddianamenin 37-38’inci sayfalarında yer alan 24 numaralı iddia (EK-24) da yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorununun ülkenin bir gerçeği olduğuna, çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakatın gerekliliğine işaret eden değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
b) Başbakanın “Referandum Anayasal bir süreçtir. Gerekirse o da düşünülebilir, gerekirse bu yöne de gidilebilir. Tabii taymingi önemli.” sözü de, ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır. Zira Anayasanın 175’inci maddesine göre Anayasa değişikliklerinin, belli şartlarda halkoyuna sunulması, yani referanduma gidilmesi, Anayasamızın kabul ettiği bir hukuk müessesidir. Bu nedenle Başbakanın da ifade ettiği gibi referandum süreci, Anayasal bir süreçtir. Bir Başbakanın, Anayasa da yer alan bir hukuk müessesinden bahsetmesi, Anayasaya aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan “Referanduma gideceğiz” de dememiş, sadece “Gerekirse referandumun da düşünülebileceğini” ifade etmiştir. Eğer bir Anayasa hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da Anayasaya aykırı kabul edilirse, işte o zaman bu açıklama Anayasaya aykırı olabilir.
İddia makamının yaklaşım ve değerlendirmeleri karşısında, Anayasa hükmünü tekrarlamak bile Anayasaya aykırı imiş düşüncesine kapılıyor insan. Bu, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından birisi olan “hukuki güvenliğin”, iddia makamı tarafından yok sayılması ve açık ihlalidir.
c) Başbakanın “Tabii taymingi önemli.” ifadesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddia ettiği gibi “Bir takiyye” değil, açık ve samimi bir ifadedir. Başbakan çok açık ve net bir biçimde düşüncesini açıklıyor, bundan gizli anlam çıkarmak, ancak niyet okumakla, ancak kehanetle mümkündür. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
25) İddianamenin 38’inci sayfalarında yer alan 25 numaralı iddiada (EK-25) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; partinin kapalı Grup Genel Kurulu toplantısında, Tokat milletvekili Resul TOSUN’un parti politikalarına dönük eleştirilerini cevaplandırmıştır.
Anayasa ve yasalarımızda, parti içi eleştirilere cevap vermeyi yasaklayan veya bunları laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı olmanın unsuru sayan bir düzenleme yoktur. Kaldı ki, parti içi eleştiriler ve tartışmalar sağlıklı bir demokrasi için gerekli olup, Anayasa ve yasaların teminatı altındadır. Aksi takdirde, konuşamayan, tartışmayan bir siyasal sistem olur ki bu, Anayasa ve yasalara aykırıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde siyasi partilerin Meclis Grup Genel Kurullarının açık veya kapalı bölümlerinde milletvekillerinin yaptıkları konuşmalar ve tartışmalar, mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasanın 83’üncü maddesinin teminatı altındadır.
Kaldı ki bu beyanların, Anayasa’nın hiçbir hükmüne aykırılığının bulunmadığı da açıktır.
26) İddianamenin 38-39’uncu sayfalarında yer alan 26 numaralı iddiada (EK-26) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; YÖK, 2B ve başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye’de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
b) Başbakanın “Referandum” ifadesinin, sadece YÖK, Kamu Reformu ve 2B yasalarının Anayasa değişikliği gerektirdiğini, bunun için referandumun tartışıldığını ifade etmesinin, başörtüsü ve laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca referandum müessesi, Anayasamızın kabul ettiği ve zaman zaman da uygulanmış bir hukuk müessesidir(Anayasa, m. 175) Bir Başbakanın, Anayasa da yer alan bir hukuk müessesinden bahsetmesi, Anayasaya aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan “Referanduma gideceğiz” de dememiş, sadece “Referandumun da tartışıldığını” ifade etmiştir. Eğer bir Anayasa hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da Anayasaya aykırı kabul edilirse, işte o zaman bu açıklama Anayasaya aykırı olabilir.
c) Başbakanın “Kesin bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı” ifadesi, YÖK, Kamu Reformu ve 2 B yasalarıyla ilgilidir. Başörtüsü ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi yoktur. İddianamedeki metin okunduğunda bu husus, her hangi bir delil veya açıklama gerektirmeyecek açıklıkta görülmektedir.
Başbakan, başörtüsü sorunun bir Anayasa sorunu olmadığını, bu sorunun çözümünde toplumun hassasiyetlerine göre adım attıklarını, bunu şu saatte çözeceğiz diye bir şeyin olmadığını, ekonomik öncelikleri ve parametreleri gözetmeleri gerektiğini açıklamıştır. İddianame metninde geçen “Zemin ve atmosfer el verirse adım atarız” ifadesi; toplumun hassasiyetleri, yakalanan ekonomik parametreler ve ekonomik önceliklerin el vermesi anlamında kullanılmıştır. Bunu, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
27) İddianamenin 39’uncu sayfasında yer alan 27 numaralı iddiada (EK-27) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; gündemdeki konulara ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın yaptığı değerlendirme ve tespitlerden hiç biri Anayasaya ve laiklik ilkesine aykırı değildir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesine aldığı 27 numaralı iddiada verilen Başbakanın değerlendirme ve tespitinin hangi kelimesi veya cümlesi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır?
‘‘Genciyle, yaşlısıyla, bak buradan bir kez daha açık ve net söylüyorum, başı örtülü, başı örtüsüz, kim olursa olsun bütün benim bayan kardeşlerim canımdır, ciğerimdir.” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Yoksa “Bu ülkede haksız yere ayrımcılık yapıldı. Ama biz asla ayrımcı değiliz. Bu çatı, bütün vatandaşlarımı bir arada toplama çatısıdır. Bunu böyle bilin.” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Veya “Şu anda biliyorum, bazı sıkıntıları yaşıyoruz. Bunu ben de yaşıyorum. Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var.” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Yoksa “Her şey zamana gebe. Zira millet iradesi birçok şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz. Niçin? Bu toplumda gerilmeyi asla Adalet ve Kalkınma Partisi yaratmayacaktır. Varsın olsun, birileri yaratsın. Onların cevabını birileri veriyor ve verecektir. Ama bu oyuna asla benim kardeşlerim gelmeyecektir ve gelmemelidir.” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Veya “Türkiye’de marjinal siyaset yapan grupların yıllarca başörtüsü üzerinden siyaset yaparak ülkeye nasıl faturalar ödettiklerini biliyorsunuz. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi başörtüsü üzerinden siyaset yapmayacak, yapılmasına da müsaade etmeyecek.” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Yoksa “Ülkemizin yüzde 99’u Müslüman. Ve bu ülke bir Müslüman ülkesidir. Halkının yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde şunu unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum…” demesi mi Anayasa veya laikliğe aykırı?
Sahi bu açıklamanın hangi kelime veya cümlesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır? Cevabı bizce net ve tartışmasız: Hiç biri, Anayasa ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe aykırı olan Başbakanın değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik yorumudur.
Başbakanın bu açıklamalarından ayrımcılık, laiklik karşıtlığı, takiyye, İslam devleti çarpıtması, Anayasaya aykırılık ve parti kapatma gerekçesi asla çıkarılamaz.
Aksine Başbakanın bu beyanları, hem Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve hem de iddianamesini açıkça tekzip etmektedir.
28) İddianamenin 39-40’ıncı sayfalarında yer alan 28 numaralı iddiada (EK-28) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş ve zamanla bu sorunun çözüleceğini ifade etmiştir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Ayrıca bu iddianın ekleri arasında, iddia ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan gazete kupürleri de vardır. Örneğin ; Türkiye’den ilk kez BOB (GOP)’a resmi destek geldiğine ilişkin haberler.
29) İddianamenin 40’ıncı sayfasında yer alan 29 numaralı iddiada (EK-29) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Belçika Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe’nin Türkiye’deki Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü ve misyonerlik faaliyetleri konusunda Devlet Bakanı Mehmet AYDIN’ın değerlendirmesinin sorulması üzerine, Türkiye’de laikliğin yorumundan kaynaklanan ve her dinin mensuplarının da yaşadığı bazı sorunlar olduğunu, bu meyanda Türkiye’de yaşanan başörtüsü sorununun çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakatın gerektiğini; ancak bunun henüz sağlanamadığını ifade etmiştir.
Başbakanın açıklaması, ne laikliğe ve ne de Anayasaya aykırıdır. Zira Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti, laik bir Devlettir(Anayasa, m. 2). Laiklik, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede durmayı gerekli kılar. Laik olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3)
Laiklik, bir dinin mensuplarının sayısı az diye onların haklarının görmezden gelinmesine ve sorunlarına kayıtsız kalınmasına müsaade etmez. Aksine laiklik her din ve inanışa mensup insanların haklarının teminatı ve sorunlarının çözümünün sigortasıdır. Nitekim bizim Anayasamızda, bu hakları tanımış ve teminat altına almıştır.
30) İddianamenin 40-41’inci sayfasında yer alan 30 numaralı iddiada (EK-30) da yer verilen konuşmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; “Kadınların kıyafetine karışılmaması, bu konudaki kararı kendilerinin vermesi gerektiği”, “Başörtüsü sorunun çözümü için konsensüse ihtiyaç olduğu”, “İmam-Hatipler” , “Referandum”, “Kanuna aykırı eğitim” konularında değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın bu açıklamaları Anayasa ile uyumludur. Çünkü:
a) Başbakan, kadınların kıyafet tercihlerine müdahale etmenin yanlışlığına vurgu yapmış, başörtüsü sorunu nedeniyle okuyamayan gençlerin üniversite öğrenimi görmeleri halinde baskılara karşı daha dirençli olacaklarını ifade etmiş, bunun için özel vakıf üniversitelerinde hiç olmazsa bu imkanın önünü açabilir miyiz diye değerlendirmede bulunmuş, kendi ailesinde başı açık ve başı örtülü kadınlar olduğunu ve tek idealinin “Başı açık kız ile başı örtülü kız yan yana okusun, kol kola gezsin…” olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamaların neresi, Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır?
Kaldı ki Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
b) Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Başbakanın açıklamasında, bu soruna değinmesinin Anayasaya aykırı bir yönü yoktur. Bir Başbakanın, ülkesinde var olan bir soruna karşı duyarsız veya kayıtsız kalması düşünebilir mi? Elbette ki düşünülemez.
Bizim katsayı sorununa yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu”, sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike olarak gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulünün, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanmasının doğru olmadığı ifade edilirken, kişi dindar olabilir ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır anlamına gelen sözler de bir gerçeği ifade etmektedir. İnsanların laiklik mi yoksa dindarlık mı gibi bir ikilemde bırakılarak bu ikisinin birbirinin alternatifi gibi yan yana konularak birisini seçmek zorunda bırakılmaları kabul edilemez. Laikliği savunmak adına bu gerçek ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
c) Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa’nın 136’ıncı maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanuna göre; “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Din konusunu bilen görevliler olmadığı takdirde, dini bilgiden yoksun kişilerin topluma din konusunda yanlış bilgiler vereceği, gerçek din bilgisi yerine belki de din dışı bilgilerin din gibi öğrenilmesi ve yaşanmasına yol açacağı, bunun da toplumumuz için zararlı olacağı aşikardır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa ve kanunun kendine verdiği görevleri yürütürken, Başbakanın; toplumu din konusunda aydınlatmak görevini yerine getirecek görevlilerin yetiştirilmesi, toplumun din konusunda bilgisiz kişilerce yanlış bilgilerle donatılmasının önüne geçilmesi konusunda düşünce ve kanaat serdetmesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı değildir.
d) Başbakanın “Ben referandum yapacağız demedim, gerekirse referanduma da gidebiliriz dedim” demesi de Anayasaya aykırı değildir. Çünkü referandum, Anayasamızın kabul ettiği ve zaman zaman da uygulanmış bir hukuk müessesidir(Anayasa, m. 175) Bir Başbakanın, Anayasada yer alan bir hukuk müessesinden bahsetmesi, Anayasaya aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki Başbakan “Referanduma yapacağız” da dememiş, sadece “Gerekirse referanduma da gidebiliriz” demiştir. Eğer bir Anayasa hükmünü okumak veya irticalen tekrarlamak da Anayasaya aykırı kabul edilirse, bu, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından birisi olan “hukuki güvenliğin”, dolayısıyla da Anayasa’nın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin ve de hukukun evrensel ilkelerinin yok sayılması ve yok edilmesidir.
e) Başbakanın, kanuna aykırı eğitim kurumları ile ilgili değerlendirmesi de Anayasa ile uyumludur. Bu değerlendirme, Türk Ceza Kanunun 263’üncü maddesi ile ilgili değişiklik ve bunun tartışılması sırasında yapılmıştır.
Anayasamıza göre; her insanın, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk vatandaşları bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konu da devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümün de değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
f) Ayrıca Başbakanın bu açıklamaları, anamuhalefetin eleştirilerine karşı verilmiş bir cevaptır. İktidar partisinin Genel Başkanı ve Başbakanın, icraatlarına, partisine veya şahsına dönük eleştirilere cevap vermesi, Anayasaya aykırı değil, aksine demokratik hukuk devletinin gereğidir ve Anayasa’nın teminatı altındadır.
g) Anayasa Mahkemesi’nin verdiği veya henüz Anayasa Mahkemesi’ne götürülmemiş ama götürülmesi muhtemel konulardaki verilecek muhtemel kararlara dair açıklama yapmak, düşünce özgürlüğü kapsamında olup, laiklikle ilgisi yoktur. Buna rağmen Anayasa Mahkemesi ile ilgili kısmın siyah harflerle yazılmış olması, iddia makamının Anayasa Mahkemesi’ni farklı bir usulle etkileme amacını güttüğü kanaatini uyandırmaktadır.
İddianamenin Başbakan’dan yaptığı alıntılarda özenle uyguladığı metot; kendisine göre önemli bölümleri siyah harfle yazmaktır. Oysa iddia makamı illa bu yöntemi kullanmak zorunda hissediyor ise yapacağı iş, objektif olarak gerekli olan metinlerin altını çizmekle yükümlüdür. İddianame, Cumhuriyet Savcısının keyfilik içinde ördüğü metinler değildir. Bu bölümde iddia makamının; Başbakanın söylediği; “Kızların okullara gönderilmemesi yönünde sosyal baskı var. Bir genç kız üniversiteye gidip eğitim alsa, bu baskılara daha kolay direnemez mi?” veya “Benim idealim hep şu oldu: Başı açık kız ile örtülü kız yan yana okusun, kol kola gezsin.” Sözlerinin de altının çizmesi veya siyah yazması gerekmez miydi? Elbette gerekirdi. Ama iddia makamı, iddianamesinin her yerinde olduğu gibi burada da, lehe olan hususu değil de kendince aleyhe olan hususu öne çıkarmıştır. Çünkü anılan cümleler ve metnin tümü, esasında iddiayı ve iddianameyi tekzip etmektedir.
Sonuç olarak; Anayasa’da açıkça yer alan ve herkesin, yani Anayasa Mahkemesi, doktrin, siyasiler, sivil toplum örgütleri, basın ve hukukçular tarafından dile getirilmiş ve halen de dile getirilen konuların Başbakan tarafından söylenmesi ve halen yürürlükte olan bir kanunun lehinde değerlendirmeler yapmasının, Anayasaya aykırı görülüp parti kapatma nedeni sayılması; Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine tartışmasız bir aykırılıktır.
31) İddianamenin 41-42’inci sayfalarında yer alan 31 numaralı iddiada (EK-31) yer verilen konuşmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; bir katılımcının sorduğu soru üzerine başörtüsü sorunu ve çözümü konusunda değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) 31 Numaralı iddianın başında yer alan ve siyah harfler yazılı olan;”İngiltere, ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini” ibarelerinden oluşan cümleler, Başbakana ait değildir.
Bu cümleler; programdaki bir katılımcının Başbakana sorduğu soruda kullandığı cümlelerdir. Diğer ifadeyle bu cümleler, Başbakana sorulan sorunun cümleleridir. Nitekim bu husus Anadolu Ajansı tarafından verilen haberde ; “Başbakan Erdoğan, İngiltere ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına rağmen kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını ifade eden bir katılımcının, bunu insan hakları bağlamında nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine, başörtüsü konusunun bir insan hakkı olduğunu söyledi.” biçiminde yer almıştır. Doğrusu da budur. Hem gazete haberleri ve hem de programın CD’si bunun delilidir. Ayrıca iddianamede siyah harflerle yazılı bu cümlelerin içinde “… İfade eden bir katılımcının, bunu insan hakları bağlamında nasıl değerlendirdiğini sorması üzerine” ibarelerinin bulunduğu, hem ekte yer alan 29 ekim 2005 tarihli Milliyet Com. tr., hem 28 ekim 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi ve hem de 29.10.2005 tarihli Star Gazetesi’ndeki haberlerden anlaşılmaktadır. İddia makamının dayandığı bu deliller de, iddia makamını tekzip etmektedir. Bu açıklığa rağmen iddia makamının, Başbakana ait olmayan sözlerin, bizzat Başbakan tarafından sarf edilmiş gibi gösterilmesini, hukukla, Anayasa ile veya herhangi bir yasaya uygunlukla izah etmek mümkün değildir.
Hakikat bu olmasına rağmen iddia makamı, bütün bu gerçekleri göz ardı etmiş ve Başbakana ait olmayan sözleri, Başbakanın sözleri olarak vermiştir. Bu açık bir delil tasniidir. Bir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişinin söylemediği sözü, söylemiş gibi gösterebilir mi? Böylesi bir iddia makamı, iyi niyet kurallarına uygun hareket etmiş midir? Anayasa ve yasaların çizdiği ilkelere uymuş mudur? İddia makamı, belki absürt veya belki akıl almaz yorumlar yapabilir; ama asla yalan söyleyemez ve asla Başbakana da yalan söyletemez. Bu, iddia makamının hukuk anlayışını ve hukuk tanımazlığını ve keyfiliğini gösteren ibretlik bir vesikadır.
İddia makamı, Başbakanın söylemediği sözleri o söylemiş gibi göstermek suretiyle oluşturulmuş bir delille, Başbakanın kamuda başörtülü çalışmayı savunduğunu ispat edemez. Çünkü: Bir, Başbakanın böyle bir açıklaması yoktur. İki, bunun dışında da başka yerde veya zamanda yapılmış bir açıklaması da yoktur. Üç, aksine Başbakanın başörtülülerin kamuda çalışması gerekmediğini ifade eden sözleri vardır. Dört, yukarıda belirtildiği üzere, bu iddianın dayanağı deliller (EK-31)de böyle bir şey yoktur. Aksine iddia makamını tekzip etmektedir. Hatta iddia makamının Başbakanın ve AK Partinin aleyhinde kullandığı 13 numaralı iddiada geçen bir beyanında Başbakan; “Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. Devlette görev verilmesin. Özel sektörde çalışsınlar.”(İddianame, Başbakan hakkındaki 13 numaralı iddia, Sayfa: 33) demiştir. Bunlar da, iddia makamını tekzip etmektedir.
Bütün bu açıklığa rağmen iddia makamının bu tavrı, yani Başbakan tarafından söylenilmeyen sözlerin sanki kendisi tarafından söylenilmiş gibi gösterilmesi, iddia makamının tarafsızlığı, lehe ve aleyhe olan delilleri birlikte toplama ve maddi gerçeğin ortaya çıkmasını sağlama ödevleriyle de uyuşmamaktadır.
b) Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir(Anayasa, m. 2)
Anayasamıza göre; “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”(Anayasa, m. 12/1), “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” (Anayasa, m. 13) “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”(Anayasa, m. 17/1) ve “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” (Anayasa, m. 24/1)
Başbakanın söylediği; Anayasa’nın bir insan hakkı olarak tanıdığı ve teminat altına aldığı din ve vicdan özgürlüğünü, farklı bir üslupla tekraren ifadeden ibarettir.
Bu bağlamda Başbakanın, “Başörtüsünün insan hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini” ifade etmesinden sonra; “Biz geldiğimizden beri hep şunu söyledik; seçim öncesinde de ben söyledim; ‘bir toplumsal mutabakat sağlandığı anda çözüleceğine inanıyorum’ dedim. Bugün de aynısını söylüyorum. Bu konuda toplumsal mutabakat Tükiye’de vardır. Mutabakat yüzde 100 değildir ama yüzde itibariyle, daha önce birçok kurumun yaptığı araştırmalar bu, yüzde 70-80’lerde. Bu konuda mutabakat vardır. Kurumlar arasında mutabakat var mı derseniz, parlamento içi siyasi partilerde henüz bir mutabakat oluşmamıştır. Parlamento içinde bu mutabakat oluştuğu anda parlamentoda bu işi çözeriz. İnanıyorum ki parlamento dışı kurumlarda da mutabakat büyük ölçüde vardır. Eğer özgürlükten yanaysak, özgürlükleri savunuyorsak, o zaman ‘özgürlüğün bir kısmını kabul ediyorum’ deyip, ‘bir kısmını kabul etmiyorum’ mantığı yanlış bir mantıktır.” demesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasa’ya aykırıdır. Aksine bu sözler, Anayasa ve laiklik ilkesinin teminatı altında söylenmiştir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de seçimden sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır?
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
32) İddianamenin 42’inci sayfasında yer alan 32 numaralı iddia (EK-32) da yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM’in bilirkişiye müracaat etmeksizin Leyla ŞAHİN hakkında karar verdiğini ifade ile eleştirmiş, yargılamalarda bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapmış, başörtüsü sorunun çözümü için toplumsal mutabakatın olduğu, kurumlarda, müesseselerde ve partilerde mutabakatın olmadığına, mutabakat halinde sorunun kendiliğinden çözüleceğine vurgu yapmıştır.
a) Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir soruna ilişkin Uluslararası mahkeme olan AİHM’in verdiği kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez.. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da AİHM’in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Ayrıca Başbakan konuşmasında; Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapmış, çözümü teknik ve fenni bilgiyi gerektiren konularda, o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade etmiştir. Mahkemeler de karar verirken, hakimlik mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğini farklı bir lisanla ifade etmiştir. Bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanun’unda (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir müessesedir. Mahkemelerin, hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, teknik veya özel bilgiyi gerektiren konularda, hukukumuzda var olan bilirkişilik müessesesini işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü yoktur.
c) Başbakan, AİHM’in kararına farklı anlam yükleyen kişilere dönük eleştirilerde de bulunmuştur. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
d) “İnsanların hukukunun yasalarla yok edilemeyeceği” görüşü de Anayasaya aykırı değildir. Çünkü Anayasamıza göre; “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”(Anayasa, m. 12/1). Yasalar, kişiliğe bağlı, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve hürriyetleri ortadan kaldıramaz. Başbakanın bu açıklaması, Anayasa’nın 12’inci maddesinin birinci fıkrasının farklı bir üslupla tekrarından başka bir şey değildir.
33) İddianamenin 42-43’üncü sayfalarında yer alan 33 numaralı iddiada (EK-33) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM’in türban kararına dönük değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, bu kararı genellemek isteyen ve farklı yansıtanlara yönelik eleştirilerde bulunmuştur.
Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir soruna ilişkin Uluslararası mahkeme olan AİHM’in verdiği kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da AİHM’in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
Ayrıca Başbakan, AİHM’in kararına farklı anlam yükleyen kişilere dönük eleştirilerde de bulunmuştur. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
34) İddianamenin 43’üncü sayfasında yer alan 34 numaralı iddiada (EK-34) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AİHM’in Leyla ŞAHİN hakkındaki kararı ve başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitte bulunmuştur.
a) Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM’in verdiği kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da AİHM’in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Anayasa’ya göre; “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” (Anayasa, m. 138/1) “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” (Anayasa, m. 11) Hakimlerin; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun vicdani kanaatlerine göre karar vermesi; Anayasa, kanun veya hukuki değişiklik olduğu zaman önüne gelecek davalarda bu değişikliğe göre karar vermesi Anayasa’nın amir hükmüdür. Nitekim pek çok Anayasa değişikliği sonrası Anayasa Mahkemesi, pek çok Anayasa ve yasa değişiklikleri sonrası Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve ilk derece mahkemeleri bu değişiklikleri uygulamışlar ve değişikliklere uygun kararlar vermişlerdir.
Başbakanın “Anayasa ve yasalar değiştiğinde, mahkeme kararlarının da değişebileceği hususunu” dile getirmesi, Anayasanın bu amir hükümleri ve Mahkemelerimizin yerleşik kararları ile uyumludur. Buradan Anayasaya aykırılık üretilemez.
c) Başbakanın, başörtüsü sorunun çözümüne dair söyledikleri de Anayasaya aykırı değildir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunluğu olduğu halde bu yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de seçimden sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır?
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
35) İddianamenin 43’üncü sayfasında yer alan 35 numaralı iddiada (EK-35) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; “Türban sorunu ne zaman bitecek” sorusuna, Türkiye’de böyle bir sorunun olduğunu, çözümü için parlamentoda ve diğer kurumlarla mutabakat gerektiği ve mutabakat sağlandığında sorunun çözüleceğine ifade etmiştir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini hem seçimden önce ve hem de seçimden sonra iktidarda ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır?
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı olarak nitelendiremez.
36) İddianamenin 43’üncü sayfasında yer alan 36 numaralı iddiada (EK-36) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; İzmir İli Buca İlçe Teşkilatında bir takım değerlendirmelerde bulunmuştur.
a) Bu toplantıda Başbakanın yaptığı konuşma, bazı basın yayın organları tarafından farklı anlamlara çekilmiş ve çarpıtılarak verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan, Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki aracılığıyla yaptığı açıklamada, basında çıkan haberleri tekzip etmiş ve kastının ne olduğunu bir kez daha yinelemiştir. Yapılan açıklama şudur:
‘‘ Başbakan, hiç kullanmadığı ifadelerin kendisi tarafından söylenmiş gibi gösterilerek tartışma konusu yapılmasını ‘siyasi bir acziyet’ olarak değerlendirmektedir. Bu durumu, siyasetin içine çekildiği tartışma düzeyi açısından da üzüntüyle karşılamaktadır.
Başbakan, toplantıyı izleyen kameraların ve basın mensuplarının kayıt cihazlarının da tespit ettiği gibi ‘Gavur İzmir’ ifadesini ne kullanmış, ne de ima etmiştir. Sadece siyasi hedeflerini işaret ederken İzmir ile ilgili ‘O, zaman zaman bazı ifadeler vardır ya, bu ifadelerin olmadığı görülecektir. Çünkü, İzmir’in aslı bu değildir. O yakıştırmalar değildir. İnşallah bu yakıştırmaları da ilk seçimde silip atacaktır üzerinden’ demiştir.
Başbakan’ın bu sözleriyle, İzmir için kullanılan ‘Solun Kalesi’ gibi bazı siyasi nitelendirmeleri kastettiği açıktır. Başbakan’ın sözleri dinleyiciler tarafından da böyle anlaşılmıştır.’’
Ne gariptir ki iddia makamı; Başbakanın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan “düzeltme ve cevap hakkı”na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
b) Başbakan konuşmasında, değişik ülke sorunlarına değinmiş ve bunların çözümü için zamana ihtiyaç olduğunu ifade etmiş; ancak “türban” konusundan hiç bahsetmemiş ve hatta konuşmasında “türban” kelimesini dahi kullanmamıştır. Buna rağmen iddia makamı, yaptığı yorumla konuşmayı türban konusuna indirgemiştir. Bu, hukuken kabul edilmez bir yaklaşımdır. İddia makamının varsayımları, Başbakanın sözleri yerine ikame edilemez. Aksi hukuk devleti ilkesi ve hukukun evrensel ilkelerinin ihlali anlamına gelir.
c) Kaldı ki Başbakanın, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümüne dair değerlendirme ve açıklamalarda bulunması Anayasa’ya aykırı da değildir. Nitekim Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
d) Başbakanın; Türkiye’nin pek çok çözüm bekleyen sorunları olduğunu, bunların çözümünün zaman aldığını ifadeyle teşkilatlarından “Sabırlı olmalarını” ve “Tahriklere kapılmamalarını” istemesi ve “Her şeyin zamanı olduğunu ve bir yol haritası içinde yürüyeceğini” belirtmesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddia ettiği gibi “Bir takiyye” değil, açık ve samimi bir ifadedir. Başbakan çok açık ve net bir biçimde düşüncesini açıklıyor, bundan gizli anlam çıkarmak, ancak niyet okumakla, ancak kehanetle mümkündür. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
37) İddianamenin 44’üncü sayfasında yer alan 37 numaralı iddiada (EK-37) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorunu ve AİHM’in Leyla ŞAHİN kararı hakkında değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM’in verdiği kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da AİHM’in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Anayasa’ya göre; “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” (Anayasa, m. 138/1) “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” (Anayasa, m. 11) Hakimlerin; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun vicdani kanaatlerine göre karar vermesi; Anayasa, kanun veya hukuki değişiklik olduğu zaman önüne gelecek davalarda bu değişikliğe göre karar vermesi Anayasa’nın amir hükmüdür. Nitekim pek çok Anayasa değişikliği sonrası Anayasa Mahkemesi, pek çok Anayasa ve yasa değişiklikleri sonrası Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve ilk derece mahkemeleri bu değişiklikleri uygulamışlar ve değişikliklere uygun kararlar vermişlerdir.
Başbakanın “Anayasa ve yasalar değiştiğinde, mahkeme kararlarının da değişebileceği hususunu” kendisini de örnek vererek dile getirmesi, Anayasanın bu amir hükümleri ve Mahkemelerimizin yerleşik kararları ile uyumludur. Buradan Anayasaya aykırılık üretilemez.
c) Ayrıca Başbakan konuşmasında; Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapmış, başörtünsünün dini bir emir olup olmadığı konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu konuda karar oluşturabilmek için o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade için “Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” demiş ve bu konuda AİHM’in bilirkişi görüşü almadan karar vermesini eleştirmiştir.
Ancak bu konu, baysın yayın organları tarafından çarpıtılarak ve farklı bir biçimde verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan, Başbakanlık Basın Sözcüsü Mehmet Akif BEKİ aracılığa bir tekzip ve düzeltme açıklaması yapmıştır. Anadolu Ajansında yer alan açıklama aynen şöyledir: “Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dün yaptığı açıklamada, AİHM’in türban ile ilgili son kararı konusunda, AİHM’in uzmanlık gerektiren bir konuda bilirkişi görüşüne başvurma gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yaptığını belirterek, ‘‘ Başbakan’ın dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da’’ dedi.
Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, yaptığı yazılı açıklamada, ‘‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, dün Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi’nin düzenlediği toplantıda AİHM’in başörtüsü kararına ilişkin yaptığı değerlendirmelerin, bazı gazetelerde maksadı aşan bir şekilde haber ve yorumlara konu yapıldığının görüldüğünü’’ ifade etti.
‘‘Bu yayın organları okunduğunda sanki Başbakan, konunun AİHM’in görev alanına girmediğini, yapılan bir başvuru ile ilgili olarak karar alma ve söz söyleme yetkisinin bulunmadığını söylediği şeklinde bir izlenim oluştuğunu’’ belirten Beki, şunları kaydetti:
‘‘Bu izlenim kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Başbakan AİHM’in uzmanlık gerektiren bir konuda ‘bilirkişi’ görüşüne başvurma gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yapmıştır. Dolayısıyla, başörtüsü yasağıyla ilgili uygulama söz konusu olduğunda, İslam dini bilginlerinden görüş istenmeden oluşturulacak kanaat ve görüşlerin ‘eksik’ kalacağına işaret etmek istemiştir. Mahkeme heyetinin, ihtisas gerektiren bir dosyada kendilerini konunun uzmanı yerine koyarak söz söyleyemeyeceklerine dikkat çekmiştir. Başbakan’ın sözleri bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aksi taktirde, dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da. Başbakan açısından, ‘başörtüsü yasağına’ ilişkin uygulamaların bir yasal düzenleme konusu olarak mahkemelerin görev ve yetki alanlarına girdiği hususu açıktır. Ancak uygulamanın muhatabı olan bireylerin dini inanç ve değerlerinin de bu düzenlemeler yapılırken dikkate alınması hukuk felsefesinin bir gereğidir. Başbakan söz konusu değerlendirmesinde açıkça buna vurgu yapmıştır. Yanlış yorum ve maksadı aşan haberlerden kaynaklanabilecek gereksiz gerilim ve tartışmaların önüne geçilmek amacıyla bu açıklamanın yapılmasına gerek duyulmuştur.’’
Ayrıca Başbakan da bizzat açıklamada bulunarak, “Ulema” kelimesinin ne anlama geldiğini ifade etmiş ve bunu bilirkişi anlamında kullandığını açıkça ifade etmiştir: “Bakınız günlerdir gündemde maalesef zorla tutulmak istenen bir kelime var. ‘Ulema’ kelimesi. Denizli’den şimdi cehalet içinde kıvranan bazılarına duyurmak istiyorum. Açsınlar Türk Dil Kurumu’nun lügatını, açsınlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın lügatını, açsınlar diğer lügat ve ansiklopedileri ‘Ulema’ kelimesinin anlamına baksınlar.
Bunlar şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlar. Bunlar kendilerini överken açıklarını ortaya koyuyorlar. Ulema, alim kelimesinin çoğuludur. Alim kelimesi, bugünkü ifadeyle bilgindir. Ulema ise bilginler anlamına gelmektedir. Bunu bilmeleri lazım. Fakat bunlar düne kadar katip kelimesinin de karşısındaydılar. Ama katip kelimesini kovdular yerine sekreter kelimesini koydular. Katip kelimesini bir yerden kovarken Dışişleri Bakanlığımızın içinde de hala birinci katipler, ikinci katipler görev yapıyor. Bunların hassasiyetleri maalesef üzüm yemek değil. Bunların hassasiyetleri bağcıyla. Çünkü biliyorlar ki bu iktidar adım adım Türkiye’yi o hedefe götürüyor. O hedef, Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma hedefidir. Biz, oraya doğru gidiyoruz. Ama onlar bizi on yıllardır oyaladılar. Hele bu Cumhuriyet Halk Partisi zihniyeti bunun tam markasıdır, ta kendisidir. Çünkü bu ülkede bu zihniyetin çakılı bir çivisi yoktur. Böyle bir zihniyettir. Şu anda da acaba AK Parti iktidarını nasıl yıpratırız? diyorlar. Kendilerine göre payandaları da var. Bu payandaları ile bir şeyler söylemenin gayreti içine giriyorlar. Boşuna gayret etmesinler. Biz attığımız adımları bu ülke için, milletimiz için atıyoruz. Güvenle atıyoruz, inançla atıyoruz.
Şunu da bilmelerini istiyoruz: Biz her zaman söylendiği gibi bir şeyi ifade ederken onun arkasını, önünü keserek istediğimizi cımbızlamak suretiyle, onu kullanma gayretine girecek kadar da adap ilkelerini dışlamış bir iktidar partisi değiliz. Onun için de ne söylediğimizi gayet iyi bilsinler. Şimdi buradan bir şey daha söylüyorum. Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi’nde yaptığımız konuşma incelendiği zaman herkes bunu görür. söylediğimiz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Müslümanlara ait bir örtünme konusuyla ilgili karar verirken, bilirkişi noktasında bu iş konusunda kim konuşur? İslam dininin bu konudaki yetkili din bilginleri. Onlara sorması gerekirdi. Yani gerçekten bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi yoksa dinin bir gereği mi? Bunu bir sormaları gerekir. Sorduktan sonra da kararını yine Orası verir. Kaldı ki orada şu ifadeyi de söylemişizdir: Biz Onların verdiği karara uyarız. O ayrı bir olay. Ama işin bu yanı saptırılmamalı. Ve Türkiye’de de bunu saptırma yoluna gitmesin. Olay budur. Ve Türkiye’de 2002 Kasım seçimlerinden önce bizim bu konudaki tavrımız nedir? Biz bunu söyledik. Toplumsal mutabakat dedik, kurumsal mutabakat dedik. İşte bunların başarılması lazım. Bu başarıldığı anda her şey aşılır. Çünkü bu ülkede, burada, Anadolu’nun her yöresinde kimse bizim değerlerimizle oynayamaz. Oynama hakkına da sahip değildir.
Türkiye artık kabuğunu kıran, dünya ülkelerinin gözünü üzerine çevirdiği bir cazibe ülkesi haline getirilmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü diyoruz. Bunun gereği neyse bunu hep birlikte yapmak durumundayız. Bunun üzerinden kimse siyaset yapamaz. Biz partimizin programına din üzerinden siyaset yapılmayacağını ilke olarak koymuş bir partiyiz. Bizim programımızda var bu. Kimse AK Parti’yi, bu noktada böyle bir suçlamaya gidemez.’’
Nitekim iddianamede yer alan 38 numaralı iddia da bunu açıkça göstermektedir. Esasında 38 numaralı iddia, 37 numaralı iddiayı tekzip etmektedir.
“Tekzip ve düzeltme hakkı” (Anayasa, m. 32), Anayasa’nın tanıyıp teminat altına aldığı bir haktır. Başbakan, hem bizzat ve hem de Basın Sözcüsü aracılığıyla bu hakkını kullanmış ve basında yer alan haberleri tekzip etmiş ve işin aslını açıklamıştır. İddia makamının bunu dikkate alması Anayasa gereğidir. Ancak iddia makamı; Başbakanın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan “düzeltme ve cevap hakkı”na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate almamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Başbakanın açıklaması Anayasa ve yasa ile de uyumludur. Zira bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanunu’nunda (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir müessesedir. Mahkemeler karar verirken, hakimlik mesleğinin genel ve hukuki bilgisi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınması, pozitif hukukumuzun bir gereğidir. Bu nedenle Başbakanın; başörtüsünün dini vechesinin çözümünün uzmanlığı gerektiren teknik bir konu olması nedeniyle AİHM’in bütün ülke hukuklarında ve ülkemiz hukukunda var olan bilirkişilik müessesesini işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmesinin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü yoktur.
d) Başbakan, AİHM’in kararına farklı anlam yükleyen kişilere dönük eleştirilerde de bulunmuştur. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
e) “İnsanların hukukunun yasalarla yok edilemeyeceği” görüşü de Anayasaya aykırı değildir. Çünkü Anayasamıza göre; “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”(Anayasa, m. 12/1). Yasalar, kişiliğe bağlı, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve hürriyetleri ortadan kaldıramaz. Başbakanın bu açıklaması, Anayasa’nın 12’inci maddesinin birinci fıkrasının farklı bir üslupla tekrarından başka bir şey değildir.
f) Başbakanın, başörtüsü sorunun çözümüne dair söyledikleri de Anayasaya aykırı değildir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması ve çözümüne dair öneride bulunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye’de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan toplumsal bir sorunun çözümü maksadıyla yasa çıkarabilecek siyasal çoğunlu olduğu halde bu yolu tercih etmeyip, mutabakat arayışı içinde olması ve bu arayışını ifade etmesi ve bu sorunun ancak mutabakatla çözüleceğini ifade etmesinin neresi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır?
Ayrıca hiçbir hukuk devletinde, özgürlük alanının genişletilmesi talebinin dillendirilmesi hukuka aykırı kabul edilemez.
38) İddianamenin 44-45’inci sayfalarında yer alan 38 numaralı iddiada(EK-38) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; “ulema” ifadesi etrafında yapılan tartışmalar nedeniyle, “ulema” kelimesini hangi anlamda kullandığını açıklamak için değerlendirme ve tespitte bulunmuştur.
a) Başbakan konuşmasında; “ulema” kelimesini hangi anlamda kullandığını açıklamış, başörtüsünün dini bir emir olup olmadığı konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu konuda karar oluşturabilmek için o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade için “İslam’ın din bilginlerine sorması gerekir” demiş ve bu konuda AİHM’in bilirkişi görüşü almadan karar vermesini eleştirmiştir.
Bir önceki iddiaya verilen cevapta da açıklandığı üzere, Başbakanın kullandığı “Ulema” kelimesi, basın yayın organları tarafından çarpıtılarak ve farklı bir biçimde verilmiştir. Bunun üzerine Başbakan, Başbakanlık Basın Sözcüsü Mehmet Akif BEKİ aracılığa bir tekzip ve düzeltme açıklaması yapmıştır. Anadolu Ajansında yer alan açıklama aynen şöyledir: “Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dün yaptığı açıklamada, AİHM’in türban ile ilgili son kararı konusunda, AİHM’in uzmanlık gerektiren bir konuda bilirkişi görüşüne başvurma gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yaptığını belirterek, ‘‘ Başbakan’ın dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da’’ dedi.
Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, yaptığı yazılı açıklamada, ‘‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, dün Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi’nin düzenlediği toplantıda AİHM’in başörtüsü kararına ilişkin yaptığı değerlendirmelerin, bazı gazetelerde maksadı aşan bir şekilde haber ve yorumlara konu yapıldığının görüldüğünü’’ ifade etti.
‘‘Bu yayın organları okunduğunda sanki Başbakan, konunun AİHM’in görev alanına girmediğini, yapılan bir başvuru ile ilgili olarak karar alma ve söz söyleme yetkisinin bulunmadığını söylediği şeklinde bir izlenim oluştuğunu’’ belirten Beki, şunları kaydetti:
‘‘Bu izlenim kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Başbakan AİHM’in uzmanlık gerektiren bir konuda ‘bilirkişi’ görüşüne başvurma gereği duymadan karar oluşturmasını eleştiri konusu yapmıştır. Dolayısıyla, başörtüsü yasağıyla ilgili uygulama söz konusu olduğunda, İslam dini bilginlerinden görüş istenmeden oluşturulacak kanaat ve görüşlerin ‘eksik’ kalacağına işaret etmek istemiştir. Mahkeme heyetinin, ihtisas gerektiren bir dosyada kendilerini konunun uzmanı yerine koyarak söz söyleyemeyeceklerine dikkat çekmiştir. Başbakan’ın sözleri bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aksi taktirde, dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da. Başbakan açısından, ‘başörtüsü yasağına’ ilişkin uygulamaların bir yasal düzenleme konusu olarak mahkemelerin görev ve yetki alanlarına girdiği hususu açıktır. Ancak uygulamanın muhatabı olan bireylerin dini inanç ve değerlerinin de bu düzenlemeler yapılırken dikkate alınması hukuk felsefesinin bir gereğidir. Başbakan söz konusu değerlendirmesinde açıkça buna vurgu yapmıştır. Yanlış yorum ve maksadı aşan haberlerden kaynaklanabilecek gereksiz gerilim ve tartışmaların önüne geçilmek amacıyla bu açıklamanın yapılmasına gerek duyulmuştur.’’
Bu açıklamaya rağmen tartışmaların bitmemesi ve çarpıtmaların devam etmesi üzerine bu sefer bizzat Başbakan açıklamada bulunarak, “Ulema” kelimesinin ne anlama geldiğini ifade etmiş ve bunu bilirkişi anlamında kullandığını açıkça belirtmiştir: “Bakınız günlerdir gündemde maalesef zorla tutulmak istenen bir kelime var. ‘Ulema’ kelimesi. Denizli’den şimdi cehalet içinde kıvranan bazılarına duyurmak istiyorum. Açsınlar Türk Dil Kurumu’nun lügatını, açsınlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın lügatını, açsınlar diğer lügat ve ansiklopedileri ‘Ulema’ kelimesinin anlamına baksınlar.
Bunlar şecaat arz ederken sirkatin söylüyorlar. Bunlar kendilerini överken açıklarını ortaya koyuyorlar. Ulema, alim kelimesinin çoğuludur. Alim kelimesi, bugünkü ifadeyle bilgindir. Ulema ise bilginler anlamına gelmektedir. Bunu bilmeleri lazım. Fakat bunlar düne kadar katip kelimesinin de karşısındaydılar. Ama katip kelimesini kovdular yerine sekreter kelimesini koydular. Katip kelimesini bir yerden kovarken Dışişleri Bakanlığımızın içinde de hala birinci katipler, ikinci katipler görev yapıyor. Bunların hassasiyetleri maalesef üzüm yemek değil. Bunların hassasiyetleri bağcıyla. Çünkü biliyorlar ki bu iktidar adım adım Türkiye’yi o hedefe götürüyor. O hedef, Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma hedefidir. Biz, oraya doğru gidiyoruz. Ama onlar bizi on yıllardır oyaladılar. Hele bu Cumhuriyet Halk Partisi zihniyeti bunun tam markasıdır, ta kendisidir. Çünkü bu ülkede bu zihniyetin çakılı bir çivisi yoktur. Böyle bir zihniyettir. Şu anda da acaba AK Parti iktidarını nasıl yıpratırız? diyorlar. Kendilerine göre payandaları da var. Bu payandaları ile bir şeyler söylemenin gayreti içine giriyorlar. Boşuna gayret etmesinler. Biz attığımız adımları bu ülke için, milletimiz için atıyoruz. Güvenle atıyoruz, inançla atıyoruz.
Şunu da bilmelerini istiyoruz: Biz her zaman söylendiği gibi bir şeyi ifade ederken onun arkasını, önünü keserek istediğimizi cımbızlamak suretiyle, onu kullanma gayretine girecek kadar da adap ilkelerini dışlamış bir iktidar partisi değiliz. Onun için de ne söylediğimizi gayet iyi bilsinler. Şimdi buradan bir şey daha söylüyorum. Avrupa Hareketi Danimarka Şubesi’nde yaptığımız konuşma incelendiği zaman herkes bunu görür. söylediğimiz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Müslümanlara ait bir örtünme konusuyla ilgili karar verirken, bilirkişi noktasında bu iş konusunda kim konuşur? İslam dininin bu konudaki yetkili din bilginleri. Onlara sorması gerekirdi. Yani gerçekten bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi yoksa dinin bir gereği mi? Bunu bir sormaları gerekir. Sorduktan sonra da kararını yine Orası verir. Kaldı ki orada şu ifadeyi de söylemişizdir: Biz Onların verdiği karara uyarız. O ayrı bir olay. Ama işin bu yanı saptırılmamalı. Ve Türkiye’de de bunu saptırma yoluna gitmesin. Olay budur. Ve Türkiye’de 2002 Kasım seçimlerinden önce bizim bu konudaki tavrımız nedir? Biz bunu söyledik. Toplumsal mutabakat dedik, kurumsal mutabakat dedik. İşte bunların başarılması lazım. Bu başarıldığı anda her şey aşılır. Çünkü bu ülkede, burada, Anadolu’nun her yöresinde kimse bizim değerlerimizle oynayamaz. Oynama hakkına da sahip değildir.
Türkiye artık kabuğunu kıran, dünya ülkelerinin gözünü üzerine çevirdiği bir cazibe ülkesi haline getirilmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü diyoruz. Bunun gereği neyse bunu hep birlikte yapmak durumundayız. Bunun üzerinden kimse siyaset yapamaz. Biz partimizin programına din üzerinden siyaset yapılmayacağını ilke olarak koymuş bir partiyiz. Bizim programımızda var bu. Kimse AK Parti’yi, bu noktada böyle bir suçlamaya gidemez.’’
Başbakanın bu açıklaması, basını tekzip eden ve işin gerçeğini ortaya koyan açıklamalardır. Aksi sabit oluncaya kadar buna itibar etmek hukukun ve Anayasanın gereğidir.
Zira “Tekzip ve düzeltme hakkı” (Anayasa, m. 32), Anayasa’nın tanıyıp teminat altına aldığı bir haktır. İddia makamının yapılan tekzipleri dikkate alması Anayasa gereğidir. Ancak iddia makamı; Başbakanın Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan “düzeltme ve cevap hakkı”na (Anayasa, m. 32) istinaden yaptığı tekzip ve düzeltmeleri dikkate almamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Kaldı ki Başbakanın açıklaması Anayasa ve yasa ile de uyumludur. Zira bilirkişilik müessesi, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanununda (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir müessesedir. Mahkemeler karar verirken, hakimlik mesleğinin genel ve hukuki bilgisi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınması, pozitif hukukumuzun bir gereğidir. Bu nedenle Başbakanın; başörtüsünün dini vechesinin çözümünün uzmanlığı gerektiren teknik bir konu olması nedeniyle AİHM’in bütün ülke hukuklarında ve ülkemiz hukukunda var olan bilirkişilik müessesesini işletmemelerini tespit, değerlendirme ve eleştirmesinin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü yoktur.
b) Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik hukuk devletinde, kendisini ilgilendiren bir soruna ilişkin uluslararası mahkeme olan AİHM’in verdiği kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da AİHM’in kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
c) Ayrıca Başbakan, kendi sözlerini çarpıtanları eleştirmiştir. Kişilerin eleştirilmesi, Anayasaya aykırı değil, aksine Anayasanın teminatı altındadır.
39) İddianamenin 45’inci sayfalarında yer alan 39 numaralı iddiada (EK-39) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; günün anlam ve önemine de uygun olarak, kadınların yaşadığı sorunlara değinmiş, kadınlara karşı yapılan ayrımcılığın çirkinliğini ifade için “ırkçılıktan daha tehlikeli, cahiliye döneminden kalma” anlayışlar nitelemesini yapmış ve kadına karşı yapılan her türlü ayrımcılıkla mücadele etmenin gerekliliğine işaret etmiştir.
a) Başbakanın konuşması, Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin verdiği 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararla ilgili değildir. Başbakan konuşmasında, Danıştay’ın anılan kararından açık veya imalı olarak hiçbir şekil ve surette bahsetmemiştir. Başbakanın açıklamaları; Adalet ve Kalkınma Partisi Kadın Kolları Başkanlığı’nın 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle Bilkent Otel’de düzenlenen etkinlikte ekseriyeti kadınlardan oluşan bir topluluğa karşı, toplantının anlam ve önemiyle uyumlu değerlendirme ve tespitleri içermektedir. Gerçek bu iken, iddia makamının konuşmayla Danıştay Kararı arasında bağlantı kurması, hukuken anlaşılır ve kabul edilebilir bir durum değildir. Gazete haberlerinin bu meyanda olması da, maddi gerçeği araştırmakla ve ona göre hareketle görevli iddia makamını, bu gerçeği aramadığı için haklı çıkarmaz.
Kaldı ki Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural da yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
b) Kadınlara karşı uygulanan ayrımcılıkla mücadele, sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın ortak sorunudur. Bu nedenle Birleşmiş milletler 1979 senesinde “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”(CEDAW’ı) ni kabul etmiş, Türkiye de bu sözleşmeye taraf olmuştur. Bugün 170’ten fazla ülke, bu sözleşmeye katılmıştır. Bu, kadına karşı ayrımcılığın, bütün dünya ülkelerinin ortak sorunu olduğunun ve bütün dünyanın bu sorunla mücadelenin gerekliliğine inandığının göstergesidir.
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine taraf olan, Anayasa ve yasalarından kadına karşı ayrımcılık sayılan hükümleri çıkarmak ve kadın lehine düzenlemeler için yasama çalışması yapan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanın kadına karşı yapılan ayrımcılıktan bahsedip, bununla mücadelenin gerekliliğine vurgu yapması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Kaldı ki kadın erkek ayrımcılığını kaldırmak üzere AK Parti döneminde önemli yasal düzenlemeler yapılmıştır:
- Anayasa’nın 10’uncu maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” (07.05.2004 tarih ve 5170 sayılı kanununla) şeklinde değiştirilmiş ve bu suretle kadın erkek eşitliğini sağlamak, ayrımcılıkları kaldırmak Devletin yükümlülüğü haline getirilmiştir.
- 765 Sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan ve kadınları kendi içinde dahi “Kız ve kadın” diye ayıran (Bkz. 765 Sayılı TCK. M.423, 434/1) anlayışa yeni Türk Ceza Kanununda son verilmiştir.
- “Kasten adam öldürme suçunun … Töre saikiyle, işlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”(TCK. M. 84/(1) j) hükmü, ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- Töre cinayetleri, dikkate alınarak “Kasten adam öldürme suçunun eşe veya kardeşe karşı … İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”(TCK. M. 84/(1) j) hükmünde yer alan “… Eş veya kardeşe karşı…” ifadeleri de ilk defa Türk Ceza Kanununa konmuştur.
- “Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar”, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda 2. Kitap, 8. Bab’ta “Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler” başlığı altında, 414 ila 447’inci maddelerde 6 fasıl halinde düzenlendiği halde, yeni Türk Ceza Kanununda 2. Kitap (Özel Hükümler), 2. Kısım (Kişilere Karşı Suçlar), 6. Bölümde “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenmiştir. Böylelikle Türk Ceza Kanununda yer alan kadına ayrımcı bakış açısına son verilmiştir.
- Cinsel saldırıya uğrayan kadının, saldırganla evlenmesi halinde davanın veya cezanın beş yıl süreyle duracağını öngören anlayışa son verilmiştir. (765 Sayılı TCK. m. 434; 5237 Sayılı TCK. m.102)
Bunlar sadece Anayasa ve Türk Ceza Kanununda yapılan değişikliklerden bazılarıdır. Kadına karşı ayrımcılıkla mücadele adına yaptıklarımızın hepsini buraya almak, bu cevabın sınırlarını çok aşar. Ama bilinmeli ki AK Parti, kadına karşı ayrımcılıkla kurulduğu günden bugüne tavizsiz mücadele etmiş, bugünden sonra da tam eşitlik sağlanıncaya kadar mücadelesine devam edecektir.
Bu gerçeklikler ve iddianamedeki beyanların açıklığına rağmen iddia makamının, bu beyanı laiklik veya Anayasaya aykırı görmesi ve takdimi, Anayasa ve hukukun dışına çıkmak ve söylenileni; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesi dışında anlamlandırıp, kendi verdiği anlama göre de itham edip, yaptırım talep etmesinden, diğer bir ifadeyle söyleneni arzusuna göre başkalaştırmaktan başka bir şey değildir. Asıl Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı olan budur.
c) Kaldı ki Başbakanın yaptığı değerlendirme ve tespitlerin hiç birisi ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Başbakanın açıklamalarından;
“Bugün kadına karşı adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Tabii ki bu haksızlık ve acıları onaylamak imkânsızdır” ifadesi mi Anayasaya aykırı?
Yoksa “Bütün dünyada, özelde ise Müslüman toplumlarda, kadınların toplumsal hayata katılması ve üretim süreçlerine dahil edilmesiyle ilgili bazı sorunlar yaşanıyor. Hiç kimse bu sorunu yalnız bize özgü bir sorun olarak görmesin. Bu sorun, en gelişmiş ülkelerden, en geri kalmış ülkelere kadar bütün dünyanın gündeminde var” açıklaması mı Anayasaya aykırı?
Veya “Kadına karşı ayrımcılık bizim geleneğimizde cahiliye örneğidir.” demesi mi Anayasaya aykırı?
Yoksa “Kadını özel alana hapseden, kamusal alandan dışlayan, cinsiyet ayrımcılığına dayanan baskıcı ve tutucu anlayışlar medeni olamaz. “Bazı eksiklerimiz var. Biraz zaman alacak, ama kurumlararası, toplumsal mutabakat sağlanarak elimizden geleni yapacağız. Bu ülke bu sorunu da çözecek …Sorun adalet sorunu.” değerlendirmesi mi Anayasaya aykırı?
Veya “Bugün kadına karşı adaletsizlikler dünyanın neresinde varsa orada zulüm ve acı vardır. Bu haksızlık ve acıları onaylamak imkânsız.” ifadesi mi Anayasaya aykırı?
Yoksa “Kadına karşı ayrımcılık, kız çocuklarını temel haklarından mahrum bırakmak, kadını üretim sürecinden dışlamak gibi anlayışlar cahiliye geleneği…” açıklaması mı Anayasaya aykırı?
Veya “Günlük hayatta toplumsal ve geleneksel yapıdan kaynaklanan kadınlarımızın halen karşılaştığı sorunları görmezden gelemeyiz. Bu sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri yapan bir kurumu, bir duyarlılığı hayata hâkim kılmalıyız.” demesi mi Anayasaya aykırı?
Yoksa “ Toplumların olduğu gibi devletlerin de kadına karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul edilemez.” değerlendirmesi mi Anayasaya aykırı?
Veya “Kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli. Hiçbir mazeret insana karşı şiddet kullanılmasını haklı kılamaz.” ifadesi mi Anayasaya aykırı?
Sahi bu değerlendirme ve tespitlerden hangisi Anayasaya aykırı? Cevabı basit, çünkü hiçbirisi Anayasaya aykırı değildir. Aksine hepsi, Anayasa ile uyumludur. Burada Anayasaya aykırı olan iddia makamının yorumu ve değerlendirmesidir.
c) Başbakan konuşmasında; kadınlara karşı yapılan her türlü ayrımcılığı reddetmiş ve ayrımcılığın çirkinliğini ve yapılan haksızlığın derecesini ifade için kadına karşı yapılan ayrımcılığı “Irkçılıktan beter” “Cahiliye geleneği”, “Adaletsizlik” ve “Zulüm” olarak nitelendirmiştir. Kadına karşı yapılan her türlü ayrımcılığa karşı çıkmak ve bununla mücadele etmek, Anayasanın ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmenin gereğidir.
İddia makamı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerden doğan gereklilikleri yok sayamaz. Başbakan hakkındaki 16 numaralı iddia ve 27 numaralı iddia da kadınlara karşı yapılmış konuşmalar olup, hepsinde de kadına karşı her türlü ayrımcılıkla mücadelenin gerekliliğine vurgu yapılmıştır. 39 Numaralı iddiadaki konuşma ile birlikte (16 ve 27 numaralı iddialar dahil) bu üç konuşma, alkış ve takdiri hak eden ve Anayasaya uyumlu olan konuşmalardır. Buna rağmen iddia makamı tarafından Anayasaya aykırı görülmesi ve delil olarak sunulmasını anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. Bu açıklamaları, Anayasaya aykırı kılacak, bir Anayasa hükmü yoktur. Burada Anayasaya aykırı olan, iddia makamının değerlendirme ve tespitleridir.
40) İddianamenin 45’inci sayfalarında yer alan 40 numaralı iddiada (EK-40) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; iktidarları döneminde düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü alanındaki iyileştirmelerden bahsetmiş ve mutabakatla özgürlük alanındaki mağduriyetlerin de giderileceğine işaret etmiştir.
Bilindiği gibi 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve 5371 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 22. yasama döneminde yasalaşmıştır. Türk Ceza Kanunu yeniden yapılmış; düşünceyi ifade hürriyetiyle ilgili suçlar tanzim edilirken, ifade hürriyetinden yana önemli adımlar atılmış ve özgürlük adına önemli değişimler yapılmıştır. Ceza Muhakemesi Kanunuyla da suçun soruşturulması ve kovuşturulması sırasında, hukuk devletine uygun kişi lehine güvenceler getirilmiştir. Başbakanın konuşmasında bahsettiği özgürlük alanındaki iyileştirmeler, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve başkaca kanunlarda özgürlük alanında yapılan iyileştirmelerdir.
Türkiye’de özgürlükler konusunda tam bir mutabakat yoktur. Mutabakat sağlandıkça, özgürlük alanının genişleyeceği de muhakkaktır. Bir Başbakanın, hem de elinde yasa çıkaracak yasal çoğunluğu da olduğu halde, özgürlük alanının genişletilmesi ve yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için genel mutabakat arayışının ve bunu alenen ifadesinin neresi Anayasaya aykırıdır? Bu açık ifadeden, gizli anlamlar çıkarmak mümkün değildir. Hukuk devleti, açık sözlerden gizli anlamlar çıkaran ve sonrada çıkardığı gizli anlamlardan dolayı kişileri itham edip sorumluluğunu talep eden devlet değildir. Aksine hukuk devletinde yasalar açıktır, yargılama açıktır, iddia makamı veya başkaca bir yargı makamı gizli anlamlar aramaz, onlar somut ve açık anlamlardan hareket ederler. İddia makamı bu tutumuyla hukuk devleti ilkesini alenen ihlal etmiştir.
Zira çoğulcu demokrasilerin hakim olduğu hiçbir hukuk devletinde, bir siyasi parti liderinin, özgürlük alanını genişletme talebini Anayasa ve yasaya aykırı görülmez. Bunun aksinin kabulü Anayasa ve yasaların alenen ihlalidir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, iddianamede yoğunlukla gözlendiği gibi olağan ve normal olan bir durum ve ifadeyi, anormal gösterme tutumu içindedir. Bu ifadenin iddianameye konulması bunun diğer bir kanıtıdır. İddia makamı, böylesi bir yaklaşımı hukuken benimseyemez ve uygulayamaz. Ancak maalesef, iddianamenin pek çok yerinde bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Bu yönüyle iddianame, adeta teyakkuz halindedir. Her şeyden, bu doğru olsa ve hatta Anayasa veya bir yasa hükmünün aynen tekrarı olsa bile bundan Anayasaya aykırılık ve laiklik karşıtlığı üretme gayreti görülmektedir. İddia makamının bu tutum ve yaklaşımı, açık bir Anayasa ihlali olup, ayrıca iyi niyet kurallarıyla da bağdaşmamaktadır.
41) İddianamenin 45-46’ıncı sayfalarında yer alan 41 numaralı iddiaDA (EK-41)yer verilen konuşma; Almanya’da yaşayan Türk vatandaşlarının, Büyükelçilikte başörtüsü ile ilgili yaşadıkları sorunu dile getirip çözüm istemesi üzerine Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın; sorunla ilgilenmesi ve bununla ilgili yaşanan diyalogtur.
Bir Başbakanın, yabancı bir ülkede yaşayan vatandaşlarının sorunlarını dinlemesi, bununla ilgili diyaloga girmesi ve çözüm aramasının yadırganması ve bunun parti kapatmanın delili ve sebebi sayılması, iddia makamının hukuk devleti anlayışına kazandırdığı yeni bir perspektif olsa gerektir.
Almanya’nın Berlin kentinde halk toplantısı sırasında bir Türk vatandaşı, Türk Büyükelçiliğinde yaşadığı bir sorunu dile getirmiş, Başbakan, vatandaşın vaki sorununu dinlemiş, konunun araştırılacağını ve varsa problem giderileceğini ifade etmiştir. Bu sırada Başbakan, soruna dair Büyükelçi’den de bilgi almıştır. Burada Anayasaya aykırı olan ne? Türk vatandaşının yaşadığı bir sorunu kendi ülkesinin Başbakanına aktarması mı? Yoksa Anayasaya aykırı olan, Başbakanın vatandaşını dinleyip, çözümü için gerekeni yapacağını söylemesi mi? veya Anayasaya aykırı olan, Başbakanın işin aslını Büyükelçi’den sorup bilgi alması mı? Bunların hangisi Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırıdır? Hiç biri Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırı değildir. Başbakan, bir Başbakandan beklenen davranışı sergilemiştir. Burada varsa Anayasaya aykırılık veya laiklik ilkesine aykırılık, o da iddia makamının tutumu ve konuya dair yaklaşım ve değerlendirmesidir.
42) İddianamenin 46-47’inci sayfalarında yer alan 42 numaralı iddiada(EK-42) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Danıştay’ın muhtelif kararlarını eleştirmiş ve meslek liseleri ile düz lise arasındaki katsayı sorununu ile ülkedeki İmam Hatip açığına değinmiştir.
a) Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Danıştay’ın kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) Meslek liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Başbakanın açıklamasında, bu soruna değinmesinin Anayasaya aykırı bir yönü yoktur. Bir Başbakanın, ülkesinde var olan bir soruna karşı duyarsız veya kayıtsız kalması düşünebilir mi? Elbette ki düşünülemez.
Bizim katsayı sorununa yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu”, sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
c) “Efendi bu senin değil Diyanetin işi” ifadesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel ihtiyacıyla ilgilidir. “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel ihtiyacını, ancak Diyanet İşleri Başkanlığı bilir” demenin neresi yanlıştır ve de Anayasaya aykırıdır?
Bilindiği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa’nın 136’ıncı maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanuna göre; “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Din konusunu bilen görevliler olmadığı takdirde, dini bilgiden yoksun kişilerin topluma din konusunda yanlış bilgiler vereceği, gerçek din bilgisi yerine belki de din dışı bilgilerin din gibi öğrenilmesi ve yaşanmasına yol açacağı, bunun da toplumumuz için zararlı olacağı aşikardır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa ve kanunun kendine verdiği görevleri yürütürken, Başbakanın; toplumu din konusunda aydınlatmak görevini yerine getirecek görevlilerin yetiştirilmesi, toplumun din konusunda bilgisiz kişilerce yanlış bilgilerle donatılmasının önüne geçilmesi konusunda düşünce ve kanaat serdetmesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı değildir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, din hizmetlerinin yürütmek, toplumu din konusunda aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli ve yetkilidir. Anayasal yetki ve görevi gereği din görevlisi ihtiyacını bilmesi gereken kurum, elbette ki Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Başbakan açıklamasında, buna işaret etmiştir. Ülkenin ne kadar İmam Hatibe ihtiyacı olduğunu Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan daha iyi kim bilebilir? Bir yandan hurafelerin yaygınlaşmasından şikayet edip, diğer yandan hurafeleri ortadan kaldırıp doğru din bilgisi ile toplumu aydınlatacak din görevlilerinin alınmasından şikayetçi olmak açık bir çelişkidir. Ve doğru da değildir.
d) Başbakanın; “Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? Musalla taşına yatırıldığınız zaman ‘Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı’ veya ‘Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine’ demeyecekler. “Er kişi niyetine’ diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partililere şunları söylüyorum: Mütevazı ol” ifadelerinin, Anayasaya veya laikliğe aykırı yönü neresidir?
Başbakanın bu ifadeleri; laiklik karşıtı veya Anayasa karşıtı bir açıklamanın örneği değil, bir tevazu örneğidir ve Anayasa ile de uyumludur.
43) İddianamenin 47’inci sayfasında yer alan 43 numaralı iddiada (EK-43) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Türkiye’de yaşanan bazı sorunlara ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Bilindiği gibi Anayasamıza göre “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” (Anayasa, m. 6/1-2)
Anayasamızın başlangıç bölümünde ise;
“Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” (Anayasa, başlangıç, 3-4’üncü paragraf) açıklıkla ifade edilmiştir.
Ancak bütün bu Anayasal açıklığa rağmen, kuvvetler ayrımının Anayasanın öngördüğü biçimde işleyişi ile ilgili problemler olduğu ve bunun değişik eleştirilere neden olduğu da bilinen bir gerçektir.
Başbakan konuşmasında farklı bir üslupla Anayasa’da yer alan bu düzenlemeler çerçevesinde bir değerlendirmede bulunmuştur.
b) Başbakan, ülkenin bu gerçekleri karşısında çözemedikleri sorunlar olduğunu ifade ile bunlardan bazılarının ismini vermiştir.
Gerilim olmaksızın, mutabakatla sorunların çözümünü aramak ülke için daha yararlıdır. Ancak bu yaklaşımı, sorunlara duyarsızlık olarak algılayanlar ve eleştirenler de çıkmıştır. Başbakan, bu eleştirilere cevaben; “Eğer hıçkırıklarımızı içimize atıyorsak, sebepleri var. Gerilim istemiyoruz. Gerilimin faturaları çok ağır oldu. Ormanı yanmaktan kurtaralım istiyoruz. Onun için üç beş ağaç yanıyor, bunu feda ediyoruz. Anadolu’daki serzenişler. Bunun içinde başörtüsü var, sonra 263 var…” açıklamasını yapmıştır. Başbakanın, gerilim istemediği , faturaları ağır olacağından sorunların bir kısmının çözümünü ertelediğini söylemesinin neresi Anayasaya aykırı?
İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Başbakanın, kanuna aykırı eğitim kurumları ilgili değerlendirmesi de Anayasa ile uyumludur. Bu değerlendirme, Türk Ceza Kanunun 263’üncü maddesi ile ilgili değişiklik ve bunun tartışılması sırasında yapılmıştır.
Anayasamıza göre; her insanın, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). Müslüman olan Türk vatandaşları bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümün de değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Türk Ceza Kanunun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştür. Şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
44) İddianamenin 48’inci sayfasında yer alan 44 numaralı iddiada (EK-44) yer verilen konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; başörtüsü sorunu ve katsayı sorunu ve çözümlerine dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Başbakanın 44 numaralı iddiadaki; “…En büyük dileğim başı kapalı kızlarımızla, başı açıkların el ele dolaştığı bir üniversite, bir ülkedir. Bunun için uğraşıyoruz. Bunu çözmek en büyük aşkımdır (…)Bunun için çalışıyoruz. Bunlar aşama aşama yapılacak şeyler, birden olmuyor. Bazı mutabakatlar aranıyor. Bu konuyu her getirdiğimizde önümüze engel çıkarılıyor. Şu an tek sorunumuz başörtüsü değil. Anayasa meselesi de var.(…) Bu durumun da sonu gelecek. Üniversitelere özgür, istediğiniz gibi girebileceksiniz.(…) İki oğlumun ikisi de istedikleri üniversiteleri katsayı nedeniyle kaybetti. Bu bana hak mı? Çocuklarım da katsayı kurbanı. Bizim imkânımız var da yurtdışında okutuyoruz(…)” biçimindeki açıklaması, ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
45) İddianamenin 48’inci sayfasında yer alan 44 numaralı iddia (EK-44), Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, başarılı ve ödül almaya hak kazanan iki öğrenciyi telefonla araması, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel’in başörtülü bir öğrenciye ödül vermesi ve Adıyaman Milletvekili Fehmi Hüsrev KUTLU’nun, ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz vermesi ile ilgilidir.
a) Başbakanın başarılı öğrencileri veya velilerini tebrik etmesi ve kendisine iletilen probleme alaka göstermesi kadar doğal bir şey olamaz. Başbakanın, kompozisyon yarışmasında dereceye giren iki küçük öğrencinin başörtülü oldukları için ödüllerinin verilmeyerek salondan uzaklaştırılmaları neticesi “ağlayarak dışarı” çıkan öğrencilerin anne – babalarını arayarak teselli etmesinin ve öğrencilerin gönüllerini almasının ve başarılarından dolayı öğrencileri ve velilerini tebrik etmesinin, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırı bir yönü vardır. Asıl laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırı olan, Başbakanın bu insani davranışının, iddia makamı tarafından Anayasaya aykırı görülüp, parti kapatmaya delil gösterilmesidir.
İddianamede ileri sürülen ithamları laiklik ilkesi açısından bu şekilde değerlendirildikten sonra şimdi de, en masum özgürlük olan ifade özgürlüğü bakımından da bir tahlile tabidir.
Ayrıca iddia makamının iddia ettiği gibi, bu olaylarla ilgili olarak Başbakanın talimatıyla kamu görevlileri hakkında başlatılmış bir idari inceleme veya soruşturma da yoktur.
Nitekim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 06.12.2007 tarihli yazı ile Rize Valiliğinden; Cumhuriyet ve Zaman Gazeteleri’nin 04.12.2007 tarihli nüshalarında yer alan “Türbanlıya teselli” ve “Başı hileyle açtırılan öğrenciyle ilgili inceleme” başlıklı haberlerin gerçekliği ile ilgili açılmış bir idari soruşturma varsa sonucundan bilgi verilmesini istemiş, Rize Valiliği, 12.12.2007 tarihli yazı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına cevap vermiş, cevabında; zorla baş açma olmadığını, çıkan haber nedeniyle İnsan Hakları İl Kurulunda incelendiğini bildirmiştir. Yani açılmış bir idari inceleme veya soruşturma olmadığını açıklamıştır. Buna rağmen iddia makamının, iddiasını idari soruşturma açılması talimatı bizzat Başbakan tarafından verilmiş gibi takdimi hukuken kabul edilemez, bir hakikat saptırmasıdır.
b) TUBİTAK tarafından Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonunda düzenlenen ödül töreninde, lise 1. sınıf öğrencisi türbanlı Elif Büşra Doğan’a ödülünü Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mehmet Temel’in vermesi olayı ile Başbakanın başarılı öğrencileri araması arasında doğrudan veya dolaylı hiçbir ilişki yoktur. Olmayan bir ilişkiyi iddia makamının kurması veya varmış gibi göstermesi de mümkün değildir.
Kaldı ki ödül töreni sırasında salonda bulunan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK olaya tepki göstermiştir. Bu tepki iddianamenin 45 numaralı eklerindeki haberlerde yer aldığı halde iddia makamının sadece, olayın bir yönünü verip diğer yönünü vermemesi, lehe delil yükümlülüğünün ihlali anlamına geldiği gibi, subjektif bir yaklaşım olup iyi niyet kurallarıyla da bağdaşmaz.
c) Adıyaman milletvekili Fehmi Hüsrev KUTLU’nun ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz vermesi olayı ile Başbakanın başarılı öğrencileri araması arasında doğrudan veya dolaylı hiçbir ilişki yoktur. Olmayan bir ilişkiyi iddia makamının kurması veya varmış gibi göstermesi de mümkün değildir.
Kaldı ki Adıyaman milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu’nun, “ödül alan türbanlı öğrenci ile birlikte basın fotoğrafçılarına poz vermesi”nin laiklik ilkesine aykırı olarak değerlendirilmesi, ayrı bir hukuk garabetidir. Bir milletvekilinin, başarılı bir öğrenci ile fotoğraf çektirmesi ve onu başarısından dolayı tebrik etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırıdır. Burada söz konusu olan, başarılı öğrencileri kutlamak ve onları daha çok çalışmaya teşvik etmektir. Kaldı ki, Fehmi Hüsrev Kutlu yalnızca türbanlı öğrenciyi değil başarılı çok sayıda öğrenciyi kutlamış ve onların isteği üzerine de birlikte fotoğraf çektirmiştir. Anayasaya asıl aykırı olan, başarılı bir öğrenci ile bir milletvekilinin fotoğraf çektirmesini, sırf öğrencinin başörtüsü nedeniyle yadırgamak ve bunu laikliğe aykırı değerlendirmektir. Onun için bu değerlendirmenin de hiçbir hukuki değeri ve dayanağı yoktur.
d) İddianamenin 45 numaralı ekleri arasında yer alan Milliyet Gazetesi yazarı Fikret BİLA’nın “Etnik terörizmin psikolojisi” adlı köşe yazısının, ne 45 numaralı iddia ile ne de iddianamenin diğer kısmı ile ilişkisi vardır. Bu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının delil konusundaki keyfiliğini ve kural tanımazlığını göstermesi bakımından önemlidir.
46) İddianamenin 48-49’uncu sayfalarında yer alan 46 numaralı iddiada (EK-46) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; yeni Anayasa tartışmaları ve yükseköğrenimde yaşanan kılık kıyafete dayanan hak yoksunluğu üzerinde durmuştur.
a) Başbakan “2. AB-Afrika Zirvesi”ne katılmak üzere Lizbon’a giderken “Yeni Anayasa’da türbanla üniversiteye girişi serbest bırakacak mısınız?” şeklindeki soruyu; “Benim özellikle üzüldüğüm konu şu: Anayasa tartışmalarını başörtüsüne niye indirgiyoruz? Eğitim özgürlüğü başka bir şey, din ve vicdan özgürlüğü başka bir şey.” demek suretiyle yeni Anayasa çalışmalarını ve tartışmalarını sadece türbana indirgeyenleri eleştirmiştir. Başbakanın, yeni Anayasa çalışmalarını sadece türbana indirgemek suretiyle yapılan işi küçümseyenleri veya engellemek isteyenleri eleştirmesi, ne laiklik ilkesiyle ve ne de Anayasa ile çatışır bir durumdur. Bu açıklamalar, düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti kapsamında olup Anayasanın teminatı altındadır.
b) Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
c) Başbakan konuşmasında; “Zaten pazarda çarşıda bu insanlar arasında bir problem yok. Problem seçkincilerin kafasında. Hizmet alanlar noktasında genelde sorun yok. Gerçi bazı yerlerde son zamanlarda maalesef sorun başladı ama genelde sorun yok. Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü noktasında kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum. Türban yüzünden kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor. İmkánı olanlar yurtdışına gidiyor, olmayanlar ilkokuldan sonra eğitimi bırakmak zorunda kalıyorlar. Üniversitede nasıl olsa önüm tıkanıyor diyerek liseye de gitmiyorlar. Ben buna üzülüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan uygulama başka ülkelere de örnek teşkil ediyor. Bazı Batı ülkelerinde eyalet düzeyinde de olsa ‘Siz Müslüman ülkesiniz, bakın sizin ülkenizde türban yasağı var’ diyerek böyle bir uygulamaya gidiyorlar. Bunu bir yerden çözmemiz lazım ama hep beraber çözmemiz lazım. Rejim elden gidiyor diyorlar, rejim niye elden gitsin? Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.” sözleri bir gerçeğin tespiti ve ifadesidir. İddia makamının bazı kelimeleri siyah harflerle yazması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Ve bu ifade biçiminde de ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırılık vardır.
d) Ayrıca iddia makamının; “Eğitime gelince, ülkemizde eğitim özgürlüğü noktasında kızlarımızın bu sıkıntısının aşılması gerekir diye düşünüyorum. Türban yüzünden kızlarımız eğitim hakkından yararlanamıyor.” ifadesini siyah harflerle yazıp öne çıkarırken, iddianamenin 46 numaralı bölümünün son cümlesi olarak yer alan “…Bu hepimizin rejimi, hep beraber koruruz.” şeklinde Başbakanın rejime bağlılığını ve rejimi koruma iradesini içeren cümleleri siyah harflerle yazmamış olması ve öne çıkarmaması anlamlıdır.
Yine Başbakanın bu değerlendirmenin yer aldığı 9 aralık 2007 tarihli
Hürriyet Gazetesi okunduğunda aynı haber içerisinde; “… Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama Anayasal kimlik olarak Türk vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik tanımı önem arz ediyor. Biz 1982 Anayasası’nın gerekçeli kararındaki laiklik tanımını parti programımıza da aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu noktada laikliği en büyük güvence olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına karşı eşit mesafededir.” açıklaması da yer almaktadır.
Ne var ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, açıklamanın bu kısmını iddianameye bile almamıştır. Oysa konuşma metninin iddianameye alınmayan bu kısmı, iddianameyi bir bütün olarak çökertici niteliktedir. Hukuk devletinde bir konuşma metni, hukuk açısından da bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Bütünlükten kopararak alıntı yapılıp, bu alıntı üzerine iddianamenin temellendirilmesi, hukuka aykırı olduğu gibi iddia makamının yansızlığını da yok etmektedir. Bu durum, iddia makamının lehe delil yükümlülüğünü ihlal etmesi anlamına geldiği gibi, iyi niyet ve tarafsızlık kurallarıyla da bağdaşmamaktadır.

Hiç yorum yok: