10.30.2008

AKPARTİ KAPATMA DAVASI GEREKÇELİ KARAR- BÖLÜM 7

3- TÜRKİYE BÜYÜK MECLİSİ ÜYELERİNİN MECLİS ÇALIŞMALARINDAKİ OY VE SÖZLERİ İLE MECLİSTE İLERİ SÜRDÜKLERİ DÜŞÜNCELER YASAMA SORUMSUZLUĞU KAPSAMINDADIR
Oysaki iddia makamının kabul ve iddiasının aksine Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile Mecliste ileri sürdükleri düşünceler, mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamındadır. Anayasa’ya göre; “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.” (Anayasa, m. 83/1)
Yasama sorumsuzluğunun amacı milletvekillerine meclis çalışmalarındaki, oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu milletvekillerinin hiçbir şekilde hukuksal bir engelleme ile karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece, milletvekilleri kendileri yada mensup oldukları parti bakımından herhangi bir yaptırıma maruz kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine “özgür iradeleri” ile katılabileceklerdir.
İddianamede yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy verme ve yapılan konuşmaların kapatma davasına delil olarak sunulması, bir taraftan yasama sorumsuzluğunu temelden zedelemekte öbür taraftan da örgütlenme açısından olumsuz bir tesir icra etmektedir. Bu durum beraberinde pek çok sorunu da getirecektir.
Bizim siyaset hukukumuz partiler üzerine inşa edilmiştir. Öne çıkan partilerdir. Anayasanın 68. maddesinde “Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru” olarak partileri öne çıkarmaktadır. Bir sorumsuzluk ki milletvekiline kolaylık getiriyor, kendi görevinin ifası noktasında bir imkan sağlıyor da partisini sıkıntıya soruyorsa o sorumsuzluğun aslında milletvekiline çok fazla bir yararı da yoktur, ve anlamı da kalmıyor. Çünkü benim şahsımı koruyor, partimi riske sokuyorsa ben zaten bu görevimi yeteri kadar yerine getiremem. Çünkü millet iradesinin büyük ölçüde siyasete yansıması partiler aracılığı ile oluyor. Araç ortadan kalktıktan sonra benim zaten görev yapabilme imkanım da ortadan kalkıyor. Meclis çalışmaları sırasında yaptığım bir konuşmadan veya verdiğim bir tekliften dolayı eğer mensubu olduğum parti ha bugün kapatılıyor ha yarın kapatılıyor endişesini taşıyorsam o zaman yapacağım iki şey vardır. Ya susmak, ya da suya sabuna dokunmayan, vaziyeti kurtaran çalışmalarla durumu idare etmek.
Bunun bir başka sıkıntısı daha vardır. Eğer mutlak sorumsuzluk kapsamında bulunan bu konuşmalarımdan ve yaptığım çalışmalardan dolayı mensubu olduğum parti kapatılma durumu ile karşı karşıya olacaksa millet iradesi yirmidört saat, üçyüzatmışbeş gün iddia makamının nezaretinde olacaktır. Yani biz ve siyasi partiler denetimli serbestlik altındaki bir eski hükümlü durumunda olacağız. Meclisteki konuşmalar da buraya getirilebildiğine göre; biz, partimiz, bütün diğer siyasetçiler ve siyasi partiler tehdit altında olacağız demektir.
Diğer yandan kendisi için sorumluluk doğurmayan konuşmalar partisi için sorumluluk doğuruyorsa kendisi de bundan etkileniyor demektir. Mesela , ben mecliste bir konuşma yapıyorum, bu, yasama sorumsuzluğu kapmasına giriyor. Her türlü cezai müeyyidelerden kurtulmuş oluyorum, herhangi bir dava açılamıyor, tahkikat yapılamıyor, ama benim o konuşmalarımdan dolayı partim kapatma noktasına geliyorsa, hem ben, hem de partim kapatmanın sonuçlarından doğrudan ve dolaylı olarak etkilenebilecek demektir.
Kaldı ki başka bir sıkıntı daha karşımıza çıkıyor. Eğer yasama sorumsuzluğunu görevle ilgili biri teminat olarak anlamaz da kişiye özgü bir sorumsuzluk anladığımız takdirde bağımsız milletvekili ile partili milletvekili arasında bir fark, bir eşitsizlik meydana geliyor. Mesela, aynı konuşmayı bağımsız milletvekili olarak yaptığımda herhangi bir müeyyide söz konusu değil, ama partili olarak aynı konuşmayı yaparsam hem benim için hem de partim için yasaklar gelebilmiş olmaktadır. Halbuki demokratik toplum bir ölçüde örgütlü toplumdur. Yani örgütlü toplum demokrasinin gelişmesine, kökleşmesine yardımcı oluyor. Demokrasi bu kanallardan gelişiyor, yaptığınız bir işi partili olarak yaptığınızda buna ister siyasi ister cezai müeyyide terettüp ediyorsa o zaman partili olmak cezalandırılıyor.
Bir başka hususu daha dikkatlerinize sunmak istiyorum. Türkiye’de siyasi hayat her zaman sıkıntılarla doludur. Zaman zaman demokrasinin askıya alındığı dönemler olmuştur. Bu nedenle bir başka demokratik ülkede olmazlar bu ülkede zaman zaman olabilmekte ya da gündeme gelmektedir. Konumuzla ilgili şöyle bir varsayımda bulunalım. Ben bir konuşma yapacağım, sistemi eleştiren bir konuşma yapacağım, ama bir partiliyim. Eğer ben bu konuşmayı bir partili olarak yaparsam hem kendi başımı hem de partimin başını belaya sokmuş olacağım yani cezai sorumluluk yok ama partim kapatılacak, ben de 5 yıl siyaset yasağına muhatap olacağım ama bu konuşmayı da önemsiyorum. O zaman şöyle bir muvazaa Türkiye’nin gündemine gelmiş olmaz mı? Bu sıkıntıyı aşabilmek için partimden ayrılacağım o tip konuşmaları meclis kürsüsünden bir süre yapacağım kamuoyuna vermem gereken mesajları, olaylar karşısındaki tepkilerimi dozunu kendimin ayarlayacağı üslupla söyleyeceğim, aradan zaman geçecek, sonra ayrıldığım partime geri döneceğim o takdirde Türkiye’de demokrasi bu tip muvazaalara sahne olacak. Hatta bazı partiler bu müeyyidelerden kurtulmak için birkaç milletvekilini muvazaalı olarak ayırıp söyleyeceklerini o kanaldan söylettirebilecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69. maddesindeki 5 yıllık siyasi parti yasağı ve siyaset yasağı, 84. maddedeki milletvekilliğinin düşmesi, 83. maddedeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma tabii tutulması zorunluluktur. Öyle bir değerlendirme sonucunda da 83. madde hükmünün daha özel bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen yer verilen beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır.
H- CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL’ÜN EYLEMİ VE BEYANLARI DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasamızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerine oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde bulunan bir Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele bağlamanın imkanı yoktur. Şöyle ki:
1) “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” (Anayasa, m.104/1).
2) Cumhurbaşkanı tarafsızdır. “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” (m.101/4) Bu çerçevede Abdullah Gül, 28.8.2007 tarihinde TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiş, bu tarihte de Türkiye Büyük Millete Meclisi üyeliği sona ermiş ve AK PARTİ ile ilişiği kesilmiştir.
3) Cumhurbaşkanının siyasi sorumluluğu yoktur.
Cumhurbaşkanının tek başına veya re’sen yaptığı işlemlerden kimse sorumlu olmadığı gibi bunlara karşı yargı merciine de başvurulamaz. Anayasa’nın bu konudaki hükümleri açıktır: “Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları yargı denetimi dışındadır.” (Anayasa, m. 125/2) “Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz.” (Anayasa, m. 125/2)
Cumhurbaşkanının, Başbakan ve ilgili bakanlar tarafından imzalanan kararlarından, Başbakan ve ilgili bakan sorumludur. “Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.” (Anayasa, m. 105/1)
Bu nedenlerle, parlamenter hükümet sistemini benimsemiş Türkiye’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi veya başka bir organın, siyasi sorumluluğu olmayan Cumhurbaşkanını görevinden uzaklaştırması da mümkün değildir.
4) Cumhurbaşkanı; belli şartların birlikte varlığı halinde sadece vatana ihanet suçundan dolayı suçlandırılabilir. Buradaki suçlandırılmama, sadece ceza hukuku anlamındaki yaptırımları değil, bütün kamusal yaptırımları içerir. Nitekim Anayasa, bu hususu net bir biçimde ortaya koymaktadır: “Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.” (Anayasa, m. 105/3)
“Vatana ihanetten dolayı bile; ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla Cumhurbaşkanının suçlandırılmasını kabul eden Anayasa’nın, Cumhurbaşkanının siyasi yasaklılığının talebi istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmasını kabul ettiğini veya buna izin verdiğini söylemek, mümkün değildir. Böylesi bir kabul, Anayasa’nın 105’inci maddesi ile uyuşmadığı gibi, parlamenter sistemin gerekleri ve Anayasa’nın benimsediği anlayışla da uyuşmaz.
Bu anayasal gerçeklik ve zorunluluk karşısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davaya dahil edilmemesi gerekirken iddia makamının ,”Diğer taraftan parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül’ün, parti kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve beyanları da partiye yüklenebilecektir.”(İddianame, s. 24) gerekçesiyle, iddianamenin 65-70’inci sayfaları arasında Cumhurbaşkanı hakkında 10 iddia ileri sürerek Cumhurbaşkanını davaya dahil etmesi, açık bir Anayasa ihlalidir.
Zira Abdullah Gül, Ak Parti üyeliğinden ayrılmış bir vatandaş değil, o yukarıda belirtilen Anayasal teminatlar altında Devletin başı, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’dır. İddia makamı, değişik yorum ve değerlendirmelerle Anayasa’nın açık hükümlerini kaldıramaz ve Anayasa’ya uygun bir hal, sırf iddia makamının iddiası veya değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Çünkü Anayasamız, hukuk devleti anlayışımız ve benimsemiş olduğumuz hukukun evrensel ilkeleri buna imkan vermez.
Sonuç olarak; Cumhurbaşkanın, Cumhurbaşkanı olmadığı dönemdeki eylem ve söylemleri nedeniyle siyasi yasaklılığının ve o dönemde üyesi olduğu partinin kapatılmasının talep ve dava edilmesi ve bu davada Cumhurbaşkanının eylem veya söylemlerinin delil olarak kullanılması, parlamenter sistem, anayasa ve hukuk açısından mümkün değildir.
Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yapılan isnatlar, Anayasa ve laikliğe aykırı değildir, “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayama hürriyeti (Anayasa , m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin (Anayasa, m. 2) teminatı altındadır.
I- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI VE BAŞKANVEKİLİNİN EYLEM VE BEYANLARI DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasa’nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY’nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.” (Anayasa, m. 94/3)
Bu hükümden anlaşılacağı üzere Meclis Başkanı ve Başkanvekilleri, tarafsız olup, parti faaliyetlerine katılamamaktadır. Bu tarafsızlığın gereği olarak Meclis Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisini Meclis dışında temsil etmek, Cumhurbaşkanına vekalet etmek, Cumhurbaşkanınca Meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verilirken kendisine görüş bildirmek ve Meclisi doğrudan doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine toplantıya çağırmak gibi anayasal yetkiler verilmiştir.
Kuşkusuz Meclis Başkanı ve Başkanvekilleri, bir partinin üyesi olabilmektedir. Ancak konumu nedeniyle yaptıkları konuşmalar, partisi adına değil, kişisel olarak yapılmış sayılır. Bu nedenle Meclis Başkanının ve Başkanvekillerinin açıklamalarından üyesi olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün değildir.
Anayasa’nın bu açık hükmüne rağmen iddia makamı; “Ancak TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat edilemeyeceği sonucunu doğurmamaktadır. Eğer Başkan ve Başkanvekillerinin eylemleri, açıkça bu kuralı da ihlal ederek, mensubu oldukları siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve bu kişiler, siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında diğer parti mensupları gibi hareket ediyorlar ise, siyasi parti tarafından kabul gören bu eylemler de siyasi partiye isnat edilebilecektir.” biçimindeki yorumuyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkanvekillerinin eylem ve söylemlerinin de üyesi bulundukları siyasi partiye isnat edilebileceği sonucuna ulaşmıştır.
İddia makamı, Anayasaya aykırı bu yorumuna müsteniden Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç’ın başkanlığı dönemine ait 15 açıklamayı (İddianame, s. 54-65) ve Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanvekili Sadık Yakut’un Başkanvekilliği dönemine ait bir açıklamayı (İddianame, s. 93) delil olarak sunmuştur.
İddia makamının bu yaklaşımı; Anayasa’nın, hukukun ve hukuk devletinin yok edilmesi ve hukuki güvenliğin hiçe sayılmasıdır. Oysaki iddia makamı, değişik yorum ve değerlendirmelerle Anayasa’nın açık hükümlerini kaldıramaz ve Anayasa’ya uygun bir hal, sırf iddia makamının iddiası veya değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelmez. Çünkü Anayasamız, hukuk devleti anlayışımız ve benimsemiş olduğumuz hukukun evrensel ilkeleri buna imkan vermez.
Sonuç olarak; Meclis eski Başkanı ve Meclis eski Başkanvekilinin görevde oldukları dönemdeki açıklamaları nedeniyle siyasi yasaklılıklarının ve üyesi oldukları partinin kapatılmasının talep ve dava edilmesi ve bu davada açıklamalarının delil olarak kullanılması, anayasa ve hukuk açısından mümkün değildir.
Kaldı ki, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç ve Meclis eski Başkanvekili Sadık Yakut’un açıklamaları; Anayasa ve laikliğe aykırı değildir, “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin (Anayasa, m. 2) teminatı altındadır.
İ- YÜRÜTME ORGANININ EYLEM VE SÖYLEMLERİ DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Anayasaya göre; idare, kuruluş ve görevleri ile bir bütündür ve kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 123/). Kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile üst kademe yöneticilerinin göreve başlama, atama, nakil, yükselme ve her türlü özlük hakkı kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 128) . Memurlar ve diğer kamu görevlileri, Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdür (Anayasa, m. 129/1) Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimselerin, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görmesi halinde, yerine getirmez. Bu durumda aykırılığı emri verene bildirir, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emri yerine getirir. Bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz. Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez. (Anayasa, m. 137). Bütün bunlarla birlikte idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (Anayasa, m. 125/1).
Bu yasal düzenlemeler karşısında; kamu hizmetlerinde çalışan kamu personeli, görevde kaldığı sürece kamu görevlisi statüsünde kamu hizmeti gören Başbakan, Bakanlar Kurulu ve bakanlar sadece Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmeliklere uygun görevlerini yapmak zorundadırlar. Kanunlar, Anayasaya; tüzükler Anayasa ve kanuna; yönetmelikler ise tüzük, kanun ve Anayasaya aykırı olamazlar. Ayrıca hem yasal ve idari düzenlemelere ve hem de idari işlem ve eylemlere karşı yargı yolu da açıktır.
Bütün bu anayasal ve yasal düzenlemeler açıkça gösteriyor ki memurlar ve diğer kamu görevlileri, siyasi iktidarın kanunsuz ve keyfi emirlerinin veya siyasi partinin değil; sadece siyasi iktidarın Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmelik hükümlerine uygun emirlerinin uygulayıcısıdır. Bu nedenle, kamu görevlilerinin hizmet sunarken siyasi amaçlar gütmeleri, mümkün değildir. Ayrıca hem kamu görevlisi alımı ve hem de üst düzey kamu görevlilerinin atanması kanunla düzenlenmiş olup, siyasi iktidarın kanuna aykırı uygulama yapması da mümkün değildir.
Anayasal ve hukuksal durum ile fiili gerçek bu iken iddia makamının “ … Bu bağlamda, devlet birimlerinde siyasi parti mensuplarına yakın planda çalışan (müsteşar, genel müdür gibi) kişilerin eylemleri, siyasi partinin amaçlarını ifadeye yönelikse, bu eylemler o birim üstü parti mensuplarınca ve ayrıca/dolayısıyla siyasi parti organlarınca zımnen veya açıkça benimseniyorsa, bunlarda siyasi partiye isnat edilebilecektir. Çünkü, siyasi partinin özellikle iktidardaki siyasi partinin amaçladığı modeli oluşturmak adına, bir bütünlük içerisinde ve bir bütünün parçalarını oluşturmak adına bu eylemler gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin belirtilen eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve bunun bir gereği olarak ortaya çıktığından, biçimlendiğinden, siyasi partiye isnat edilebilecektir.” (iddianame, s. 25) demek suretiyle;
1) Bazı okullarda ve TÜBİTAK ödül töreninde başörtülü öğrencilere ödül verilmesini (İddianame, s. 48),
2) “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” 24.11.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanması ve bilahare 24.11.2003 tarihinde yapılan değişiklik ile getirilen düzenlemelerin kaldırılmasını (İddianame, s. 51),
3) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Bakanlığın, Büyükelçiliklerimize genelge göndermesini (İddianame, s. 65-66),
4) 2005 yılında Milli Eğitim Bakanlığı “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü”nce din kültürü ve ahlak bilgisi dersi müfredatında değişiklik yapılmasını ve bilahare bundan vazgeçilmesini (İddianame, s. 72),
5) Milli Eğitim Bakanlığı’nın, ‘‘Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri Başkanlıkları Yönetmeliği”nde değişiklik yapmasını (İddianame, s. 106),
6) Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’ni yeniden düzenlemesini (İddianame, s. 107),
7) “Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in 15. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını (İddianame, s. 107),
8) Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik çıkarılmasını (İddianame, s. 107),
9) Milli Eğitim Bakanlığı’nın 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’nde değişiklik yapılmasını (İddianame, s. 107-108),
10) İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hazırlanarak 10.8.2005 tarih ve 25902 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandığı ve İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik hükümlerinin uygulanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’nün 14.10.2005 gün ve 82663- 2005/107 sayılı genelge yayınlamasını (İddianame, s. 108-110),
11) Sağlık Bakanlığı’nca Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı çalışması yapılmasını (İddianame, s. 110),
12) Devlet Planlama Teşkilatı’nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonun taslak raporunda, “zekat” sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla “Zekat Mağazalar Zinciri” oluşturulması önerisinin bulunmasını (İddianame, s. 110)
13) Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği”nin 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesini (İddianame, s. 111-112)
14) Bazı okullara türbanlı öğrencilerin girdiği iddialarını (İddianame, s. 111-112),
15) Milli Eğitim Bakanlığı’nın başkaca icraatlarını (İddianame, s. 113) ve diğer bakanlıklarda kadrolaşma iddialarını,
Hepsi birer yürütme organı tasarrufu olan hususları, iddianameye koyması açık bir Anayasa ihlalidir.
J - YEREL YÖNETİMLERİN İCRAATLARI, LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM DEĞİLDİR
“Mahallî idareler; il, belediye veya köy halkının mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir.
Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.

Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.
Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.” (Anayasa, m. 127/1-2, 5-7)
Görüldüğü gibi yerel yönetimler; kuruluş, görev ve yetkileri yerinden yönetim ilkesine göre kanunla belirlenen ve yönetim organları seçimle işbaşına gelen tüzel kişilikler olup, mahalli hizmetleri kanunda belirtilen usul ve esaslara ve idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yerine getirirler. Merkezi idarenin, yerel yönetimler üzerinde vesayet denetimi vardır. Ayrıca yerel yönetimlerin her türlü iş ve işlemlerine karşı da yargı yolu açıktır(Anayasa, m. 125/1). Dolayısıyla yerel yönetimler; hem kendi meclisinin denetimine, hem halkın denetimine, hem merkezi idarenin vesayet denetimine ve hem de yargı denetimine tabidir.
Yerel yönetimler, bütün iş ve işlemlerini, Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmeliklerde belirlenmiş usul ve esaslara göre yerine getirmek zorundadırlar.
Ayrı bir tüzel kişilik olan yerel yönetimlerin eylemlerinin, AK PARTİ’ye isnadı hukuken münkün olmadığı gibi, bunların delil olarak kullanılması da mümkün değildir. Buna rağmen iddia makamı;
1) Samsun ili Gazi Beldesi Belediye Başkanı Süleyman Kaldırım’ın’ önsöz yazdığı ‘Muhtasar İlmihal-Resimli Namaz Hocası’ adlı kitabı dağıtmasını (İddianame, s. 103),
2) Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Tarlacı’nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı kıldırmasını (İddianame, s. 103),
3) Adalet ve Kalkınma Partisi İzmir Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Ayşe Yüreklitürk’ün İzmir İl Genel Meclisi’nin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla katılmasını (İddianame, s. 104),
4) Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç hakkındaki iddiaları (İddianame, s. 104),
5) Tuzla Belediyesince “Delilleriyle Aile İlmihali” kitabının dağıtılmasını (İddianame, s. 104),
6) Beyoğlu Belediyesi’nin, 2006 yılında ilköğretim öğrencilerine “Çocuklara Trafik Bilgileri ve Eğitimi” adlı trafik rehberini dağıtmasını (İddianame, s. 104),
7) Silivri Belediyesince 2006 yılında, önsözü M.Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” isimli kitabının dağıtımını (İddianame, s. 104-105),
8) Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun, 2006 tarihinde üzerinde kartviziti ve Ak Parti logosu bulunan 5.000 adet Kuran-ı Kerim’i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte dağıttırmasını (İddianame, s. 105),
9) Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz’ın 2004 yılı Kasım ve Aralık aylarında belediyenin görevleri içerisinde bulunmadığı halde belediye ait otobüsü seyyar mescit haline dönüştürmesini (İddianame, s. 105),
10) Konya’nın Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın konuşmasını (İddianame, s. 105),
11) Denizli Belediye’sinin “Öğretmen Yusuf Batur Caddesi” ismini “Meclis Caddesi” olarak değiştirmesini (İddianame, s. 105),
12) Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman hakkındaki iddiaları (İddianame, s. 106),
Delil olarak kullanmıştır.
Kaldı ki söz konusu tasarruflarla ilgili sessiz kalınmamış, hepsi hakkında idari tahkikat ve kimileri hakkında da adli tahkikat yapılmıştır.
Ayrıca bazı Belediye Başkanları, kamuoyunda yanlış algılanan tasarruflarından derhal sarfınazar etmiş ve yanlış anlamaya yol açan hususları düzeltmişlerdir( Örneğin; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın trafik rehberini toplatıp eleştirilen kısmı düzeltmesi ve Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın dağıttığı kitabı toplatıp imha ettirmesi ve eleştirilen kısmı çıkarıp kitabı yeniden basması).
Öte yandan AK PARTİ de; Belediye Başkanlarının faaliyetleri hakkında duyarlı davranmış ve Belediye Başkanlarını faaliyetlerinden dolayı uyarmıştır. Nitekim, AK PARTİ Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan “AK PARTİ’li belediyelerin kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar” nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve “Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar” konulu genelgeyi bütün AK PARTİ’li belediye başkanlarına göndermiştir.
AK PARTİ Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede şu hususlara vurgu yapılmıştır (Bkz. Ek-2 Diğer parti mensuplarımız hakkındaki iddialara cevaplarımız, EK-30):
“Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek, başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza, partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.”
K- KİŞİSEL GÖRÜŞLER KAPATMA DELİLİ OLARAK KULLANILMIŞTIR
Kişisel görüşler, kapatma nedeni ve kapatma davası delili olarak kullanılamaz ve bir siyasi partiye isnat edilemez.
İddianamede yer alan konuşmalardan, Genel Başkanın konuşmaları ile Mecliste Grup adına yapılan konuşmalar dışındaki açıklamaların tamamı, kişisel görüş açıklamasıdır. Bunların partiyi bağlaması mümkün değildir.
Ayrıca iddianamede yer alan değerlendirme ve tespitlerden bazıları, kendisinin kişisel görüş açıklaması olduğunu açıkça itiraf etmektedir. Örneğin;
1) Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya’da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte “Eğer bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var” (İddianame, s. 89) ifadesi,
2) İstanbul milletvekili Egemen Bağış’ın, 2005 yılı Aralık ayında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili olarak; “Başörtüsü kullananların kullanma hakkına saygı duyuyorum. Aynı şekilde ben başörtüsünü savunduğum kadar mini eteği de savunuyorum. Çünkü ikisi de ifade özgürlüğünün gereğidir. İnsanlar ülkede istedikleri gibi yaşayabilmelidir, diye düşünüyorum… Leyla Şahin davasında karar verenler bu acıyı yaşayanlar değil, onların ülkesinde böyle bir sorun yok. Benim üniversiteye gidemeyen kardeşlerim, bacılarım arkadaşlarım var… Bu tamamen bir insan hakları ayıbıdır benim açımdan” (İddianame, s. 92) açıklaması,
3) İstanbul milletvekili Egemen Bağış’ın 2008 Ocak ayı içinde Konrad Adaneur Vakfı’nı davetlisi olarak gittiği Berlin’de bir gazetecinin türban konusundaki sorusu üzerine: “… Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık.” (İddianame, s. 98) değerlendirmesi, açık birer kişisel görüş açıklamasıdır.
Bu açıklığa rağmen iddia makamının; “…Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki, partiyi temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin, partinin değil kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça, bu söylem ve eylemler de partiye isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına, siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da, kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmayacaktır.” (İddianame, s. 24) demek suretiyle iddia makamı; bir taraftan “Kişisel görüş olduğu belirtilen açıklamaların partiye isnat edilemeyeceğini” ifade ederken, diğer yandan “Siyasi partinin amacıyla örtüşen eylem ve söylemlerin o partiyi sorumluluktan kurtarmayacağı” iddia etmesi, kendi içinde bir çelişki olduğu gibi hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasa ile de bağdaşmamaktadır.
Zira bir hukuk devletinde, hiçbir zaman bir kişinin kişisel görüşü, başkasına veya üyesi olduğu dernek, vakıf veya partiye isnat edilemez. Partinin görüş veya amaçlarıyla benzerlik taşıması da bu gerçeği değiştirmez.
Bu nedenlerle kişisel görüş açıklamaları, hukuken, siyasi parti kapatma nedeni ve siyasi parti kapatma davalarında delil olarak kullanılamaz.
L- LEHE OLAN DELİLLER TOPLANMAMIŞ VE KULLANILMAMIŞTIR
Hukuk devletinde iddia makamı, iddiasını maddi gerçekler üzerine bina eder. Maddi gerçeği araştırmak ve işin hakikatini ortaya çıkarmak, leh ve aleyhteki delilleri toplamak ve adil bir yargılanmanın yapılmasına yardımcı olmak, iddia makamının görevi ve yükümlülüğüdür. (Ceza Muhakemesi Kanunu, m. 160). “Cumhuriyet savcısı, doğrudan doğruya veya adli kolluk görevlileri aracılığı ile her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki maddede yazılı sonuçlara varmak için (Maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve adil yargılamayı temin, CMK, M. 160) bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir. Cumhuriyet savcısı, adli görevi gereğince nezdinde görev yaptığı mahkemenin yargı çevresi dışında bir işlem yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca, bu hususta o yer Cumhuriyet savcısından söz konusu işlemi yapmasını ister.” (Ceza Muhakemesi Kanunu, m. 161/1, ve devamı)
Görüldüğü üzere adil bir yargılama için, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması yanında, tarafların lehinde ve aleyhindeki delillerinde hukuka uygun bir biçimde toplanması da iddia makamının görevi ve yükümlülüğüdür.
Partimiz hakkındaki iddianame ve bu iddianamedeki iddialar incelendiğinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu yükümlülüğünü ve görevini yerine getirmediği açıkça görülmektedir. Şöyle ki:
1) İddia makamı, iddianameye aldığı her bir iddiada aleyhe olduğunu düşündüğü hususları öne çıkarmış, lehe olan hususları görmezlikten gelmiş ve dikkate almamıştır. İddianameye alınan bir beyanın içinde, iddia makamının iddiasını tekzip eden beyanlar olduğu halde iddia makamı, bunları öne çıkarmamış, aksine aleyhe olduğunu düşündüğü kelime veya cümleleri “siyah”(koyu/bolt) yazarak öne çıkarmıştır. Her bir iddia da bu yaklaşımı görmek mümkündür. İddianame, bunun açık bir kanıtıdır.
2) İddia makamı, lehe hiçbir delil toplamamıştır. Aksine iddia makamı, aslı olmayan iddiaları delil olarak iddianameye almış, delil oluşturmuş, delillerin lehe olan kısımlarını çıkarmış ve yapılmış açıklamaları da yorumla başkalaştırıp, onlara laiklik karşıtı anlamlar yüklemiştir.
Bir kişinin birkaç açıklamasından hareketle onu, laiklik karşıtı göstermek, hakkaniyet ve adaletle ve hukukla bağdaşmaz. Eğer laiklik karşıtlığı konuşma sayısına göre tespit edilebiliyorsa (İddia makamının yaklaşımına göre), o zaman herkesin laiklik lehine söylediği ve yaptığı şeyleri de tespit edip birlikte değerlendirmek hukukun gereği değil midir? Elbette ki bunu yapmak, hukukun, yasanın ve adaletin gereğidir. Ancak iddia makamı, hakkında siyasi yasak talep ettiği hiçbir kişinin laiklik lehine açıklamalarına ve hakkında kapatma talep ettiği AK PARTİ’nin laiklik lehine tek bir icraatına bile yer vermemiştir.
3) Ayrıca iddia makamı, iddianameye aldığı bazı beyanları, açıklamanın lehe olduğunu düşündüğü kısımlarını çıkartarak (Kırparak/cımbızlayarak) iddianameye almıştır. İşte birkaç örnek:
a) Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 2 numaralı iddia (İddianame, s. 27), Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın 2003 Adli Yılı açılış konuşmasında, “…Sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak isteyenlerin amaçları aynı…” şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirme ve eleştirileri içermektedir.
Başbakanın aynı beyanı içerisinde açıkça; “Din ve vicdan özgürlüğünü savunmak hiç bir zaman din devleti kurmak değildir, bunu böyle değerlendirmek çok yanlıştır” dediği halde iddia makamı, iddianameye alınan metinde bu kısmı “…”şeklinde geçmiş ve iddianameye almamıştır. İddianameye alınmayan bu kısım, iddia makamının iddiasını yalanlamaktadır.
Başbakanın sözlerinin bir kısmını makaslayan iddia makamı, bununla yetinmemiş, daha da ileri giderek Başbakanın açıklamalarını; söylenilen yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin kastına rağmen anlamlandırmış ve bu suretle Başbakanı “Siyasal İslam’a sınırsız bir özgürlük alanı yaratmak” ve “Devleti bir inancın hüküm ve kuralları çerçevesinde yeniden biçimlendirmek ve dönüştürmek” (İddianame, s. 116-117)le itham etmiştir. Halbuki Başbakanın, böyle bir niyeti, böyle bir düşüncesi, böyle bir açıklaması ve böyle bir çalışması yoktur. Beş senelik AK Parti iktidarı ve yaptıkları, bunun tanığıdır.
Hukuk devletinde iddianameler; vehimler, tahminler veya yorumlar üzerine değil, Anayasa ve yasalara uygun somut gerçeklikler üzerine bina edilir.
b) Bekir Bozdağ’ın; “Kamu kurumları ve ortaöğretime yönelik bir çalışmamız, böyle bir niyetimiz yok. Anayasaya açık açık yazdık. Buna rağmen hala bu noktada sorgulama yapanlar var. Görüntülerin çoğunun yalan çıktığı, başka haberlerden de anlaşılıyor. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin, iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.” dediği, gazetecilerin basında yer alan fotoğrafları görüp görmediğini sormaları üzerine Bekir Bozdağ, “ Gördüm. Daha önce de gördüm. Hepsi yalan çıktı.” ifadeleri iddianameye alınırken (İddianame, s. 102), aynı konuşmada geçen ve basında yer alan; “Bozdağ, bugün bazı hastanelerde başörtülü personelin çalıştığını gösteren haberlerin hatırlatılması üzerine de “Biz bu konudaki düşüncemizi gayet açık söyledik. Dedik ki sadece yükseköğrenime dönük düzenleme yapıyoruz. Hatta eleştiriler olunca hazırladığımız metne ‘yükseköğrenim’ kelimesini de ekledik. Bizim kamu kurumlarına veya ortaöğretime dönük bir çalışmamız yoktur, böyle bir niyetimiz de yoktur. Biz bunu defalarca açıkladık. Böyle bir niyetimiz yok, böyle bir çalışmamız yok, böyle bir uygulamamız yok…” şeklinde konuştu.
Bozdağ, bu açıklamalara rağmen hala “sorgulama yapanların” iyi niyetli hareket etmediklerini söyledi. Görüntülerin hatırlatılması üzerine de Bozdağ şöyle konuştu:
“Görüntüleri çoğunun yalan çıktığı daha sonraki başka haberlerden de anlaşılıyor. Bunlarla ilgili görüntüsü olanlar ilgili makamlara ihbarda bulunur, onlar da gereğini yapar. Bu konuda süreci tıkamak isteyenlerin iyi niyetten uzak gayretlerinin ürünü diye düşünüyorum.
Daha önce de fotoğraflar gördük, daha sonra hepsi yalan çıktı. En son geçen haftalarda yaşadık, aynı gazetenin verdiği örnekler… Arkası boş… Böyle bir uygulama varsa ilgili makamlara bildirilir, onlar da gereğini yapar. Yapmazlarsa yapmayanlar hakkında gereği yapılır. En son Tarsus’ta yaşanan hadise… Nerelere çekildi, arkasından neler çıktı. Bizim dönemimizde böyle bir uygulama olmamıştır, olmasında da müsaade etmedik. Bundan sonra da etmeyeceğiz. Bizim kamuya, ortaöğretime veya ilköğretime dönük bir çalışmamız yok… Ama bizim olmayan niyetimizi, olmayan çalışmamızı varmış gibi gösterenler kendi ahlak anlayışları içerisinde bunu yansıtabilirler.” (Anadolu Ajansı, 25.02.2007) açıklamaları hiç görmemiş ve iddianameye almamıştır.
M- AK PARTİ VE LAİKLİKLE İRTİBATI KURULMAYAN İLGİSİZ İDDİA VE EKLERLE İDDİANAME VE EKLERİ KABARTILMIŞTIR
1) İddianamede laiklikle uzaktan yakından ilgisi olmayan, Mahkeme Başkanlarının veya mahkeme kararlarının veya muhalefetin veya basının veya YÖK’ün veya toplumsal sorunların eleştirisi, değerlendirilmesi mahiyetindeki konuşmaların muhatabı laiklik olmadığı halde, bu konuşmaların tamamına laiklik muhatap kılınmış ve neredeyse iddianamedeki açıklamaların tamamı bu minval bir kurgu ve yorumla laiklik karşıtı beyanlar olarak takdim edilmiştir. Bu, zoraki bir ilgi kurmadır. Hukuken ve fiilen olmayan bir ilgiyi iddia makamı kuramaz. Bunun aksine ise hukuk izin vermez. Ama ne gariptir ki iddia makamı neredeyse her iddiasında, ilgisiz bir açıklamadan laiklik karşıtlığı çıkarmayı başarmıştır.
2) İddianamenin ekleri arasında da ilgisiz bir sürü delil sunulmuştur. İddianamenin 138-139’uncu sayfalarındaki 4 paragrafta (2,3, 4 ve 5’inci paragraflar), iddianamenin eki 12-13’üncü klasörlere; iddianamenin 139’uncu sayfasındaki 2’inci paragrafta, iddianamenin eki olarak 14-17’klasörlere atıf yapılmıştır.
12 ve 13 numaralı klasörlerde yer alan ekler (Deliller), 4 paragrafla ilgilidir. Klasörler incelendiğinde, hangi ekin ne için konulduğunu tespit mümkün değildir.
Yine aynı şekilde, 14-17’nci klasörler, yani 4 adet klasör dolu ekler (Deliller), sadece bir paragrafla ilgilidir.
Bu klasörlerdeki eklerin, hangi iddia ile ilgili olduğunu ve niçin konulduğunu tespit mümkün değildir. Hukuk devletinde iddia makamı, hangi delili niçin koyduğunu açıklamak ve hangi delille neyi ispat etmek istediğini göstermek zorundadır. Aksi takdirde bu eklere, sağlıklı bir cevap vermek ve bu eklerden hareketle hukuka uygun sonuçlara ulaşıp, hüküm kurmak mümkün değildir.
İddia makamının, iddianamenin eki klasörleri ve içindeki eklerini, adeta Seka Kağıt Deposu olarak görüp, eline ne geçtiyse, aslı var mı yok mu?, maddi gerçeği yansıtıyor mu yansıtmıyor mu? demeden ve bu yönde bir araştırma yapmadan iddianamenin ekine koyması, Anayasa ve hukuka uygun bir yaklaşım değildir.
3) Öte yandan hangi iddia ile ilgili olduğu belli olan ekler de var. Ancak bu ekler, karışık verilmiştir. İddianamedeki metinin, hangi ekten alındığı kesin belli olmasa da, eklerin iddia ile irtibatının kurulması mümkün olabilmektedir. Ancak iddianamede öyle ekler var ki, bunların iddia ile ilgisini kurmak mümkün olamamıştır. İşte bu eklerden bazıları:
a) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 12 numaralı iddia (İddianame, s. 31) ekinde (12 numaralı ek); yazar Ergün Poyraz’a ait, 15.10.2002’ Ankara’da yayımlanan 264 sayfadan ibaret “Patlak Ampül” adlı bir kitap fotokopisi yer almaktadır.
İddianamenin hiçbir yerinde bu kitaba yapılmış doğrudan veya dolaylı bir yollama yoktur. Buna rağmen bu kitabın 12 numaralı iddianın ekine konulmuş olması, dikkat çekicidir.
b) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki 47 numaralı iddianın (İddianame, s. 49) ekleri arasında, CD var; ama deşifresi yok.
Ayrıca CD izlendiğinde, 22 Temmuz seçimleri öncesi NTV’de yapılan programın CD’si olduğu ve iddianamede tırnak içinde yazılı metinle ilgisinin bulunmadığı açıktır.
47 Numaralı iddiada, 22 Temmuz seçimlerinden önce yapılmış bir konuşma, Ocak 2008’de yapılmış bir konuşma olarak sunulmuştur.
c) Bülent Arınç hakkındaki 1 numaralı iddiada (İddianame, s. 54) adı geçen ve Meclis Başkanı danışmanı olarak atanan Kemal Öztürk’ün yazdığı kitap ve hazırladığı belgesel ile Ak Parti arasında hiçbir illiyet bağı yoktur.
d) Bülent Arınç hakkındaki 13 numaralı iddianın (İddianame, s. 62-63) ekleri (EK-68) arasında İran İslam Cumhuriyeti Anayasası yer almaktadır. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası ile Bülent Arınç’ın konuşması arasında veya AK PARTİ arasında veya iddianame arasında bir bağ kurmak mümkün değildir.
e) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, “Türkiye’de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar” adlı kitabına koyduğu “Bir başka açıdan Atatürkçülük” başlıklı makalesi (İddianame, s. 73-74), 1994 yılında yazılmış ve Türkiye Günlüğü Dergisinde yayınlanmıştır.
Makalenin yayınlandığı tarihte AK PARTİ diye bir parti bulunmadığı gibi, Hüseyin Çelik de siyasetçi değildir, üniversitede görevli bir bilim adamıdır.
f) Ömer Dinçer hakkındaki iddia (İddianame, s. 75-76), AK PARTİ ile ilgili değildir. AK PARTİ’nin kuruluşundan yaklaşık 6 sene önce üniversitede öğretim üyesi olan birisinin yaptığı bir konuşmasından ve bu konuşmanın bir dergide yayınlanmasından AK PARTİ’yi sorumlu göstermek hukuken mümkün değildir. Bu iddianın, iddianame ile ve AK PARTİ ile hiçbir ilgisi yoktur.
g) Ankara Üniversitesi Senatosu’nun Kuran kurslarıyla ilgili aldığı karar ve Anakara Üniversitesi Rektörü Nusret Aras’ın milletvekillerine gönderdiği mektubun Ak Parti ile bir ilişkisi yoktur. Kaldı ki bir üniversite senatosu kararının, bir ölçü norm olmadığı ve Anayasa’nın laiklik anlayışı gibi algılanamayacağı da açıktır (İddianame, s. 79).
ı) Anayasa Mahkemesi’nin 43. kuruluş yıldönümü töreninde, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in “Laiklik ilkesinin Türkiye için önemi” konulu konuşmasının AK PARTİ ile bir ilgisi yoktur (İddianame, s. 80-83).
i) İlim Yayma Cemiyeti’nin 52. Genel Kurultayında, İlim Yayma Cemiyeti Genel Başkanı Hamza Akbulut’un konuşmasının AK PARTİ ile hiçbir ilişkisi yoktur (İddianame, s. 84).
j) YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın 24.02.2008 gün ve 225 sayı ile üniversite rektörlerine gönderdiği bir yazının AK PARTİ ile hiçbir ilgisi yoktur. YÖK özerktir (İddianame, s. 100).
N- YORUMLA TAHRİF EDİLEN EYLEM VE BEYANLAR DELİL OLARAK KULLANILMIŞTIR
Görüldüğü üzere Anayasa ve hukukun evrensel kurallarına aykırı bir biçimde iddia makamı;
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açıklamalarını, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı Bülent Arınç’ın açıklamalarını, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanvekili Sadık Yakut’un beyanlarını, yasama organının yasama faaliyetlerini ve milletvekillerinin Meclis çalışmaları sırasındaki konuşmalarını, yürütme organının iş ve işlemlerini, yerel yönetimlerin faaliyetlerini, asılsız haberleri, tekzip edilmiş açıklamaları, kişisel görüşleri, bizzat kendi oluşturduğu delilleri, AK PARTİ’nin kuruluşundan önceki olay ve açıklamaları, AK PARTİ üyesi olmayanların eylem veya söylemlerini, AK PARTİ ile hiçbir illiyet bağı olmayan kişi, konu, olay ve açıklamaları, adli yargılama veya adli soruşturma sonucu iddia edildiği gibi veya aslı olmadığı ortaya çıkan olay veya açıklamaları, delil olarak kullanmış ve lehe hiçbir delil de toplamamıştır.
Ancak iddia makamı sadece bunlarla da yetinmemiş, daha da ileri gitmiş ve AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile diğer partililerin sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları partimiz mensupları söylemiş gibi takdim etmiş ve bu subjektif yorumlarıyla da onların siyasi yasaklılığını ve üyesi oldukları AK PARTİ’nin kapatılmasını talep ve dava etmiştir. Örneğin iddianamede geçen;
1) ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ (İddianameme,s.27),
2) “Acelemiz yok” (İddianameme,s.27),
3) “Türkiye’de din bir çimentodur.” (İddianameme,s.29),
4) “Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli.” (İddianameme, s. 31),
5) ‘‘Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim’’(İddianameme, s. 33),
6) “Kamusal alanın henüz tanımı yoktur.” (İddianameme, s. 35),
7) “Halk nezdinde bir mutabakatı kastetmiyorum. Orada zaten mutabakat var. Parlamento içi mutabakat gerekir. Parlamento halkın iradesini yansıtmıyor. Sıkıntı burada.” (İddianameme, s. 36),
8) Eğer evrensel hakları görmemezlikten gelirsek, ülkemize yazık ederiz. Bir hak, dünyanın bir ucunda farklı, bir başka ucunda farklı olamaz. Çünkü hak, hukuktan doğar; kanundan doğmaz. Hak, kanunlarla güvence altına alınır. Şu anda bütün gayretimizi ülkemizdeki bu mutabakat üzerine tahsis ediyoruz.” (İddianameme, s. 37),
9) “Çok acelecisiniz, biz sorumluluk sahibiyiz. Bu işi kangren haline getirenlerin şimdi dışarıdan konuştuklarını görüyoruz, siz de onların oyununa geliyorsunuz, sabırlı olun.’’ (İddianameme, s. 38),
10) “Kesin bir takvimimiz yok. Biraz atmosfer ve zemin olayı..” (İddianameme, s. 38),
11) “Gönlümün derinliklerinde yatan hıçkırıklar var. Bunu da açıkça söylemek zorundayım. Fakat şunu bilmenizi istiyorum; her şey zamana gebe. Zira millet iradesi birçok şeyi halledecektir. Ama sabırlı olmaya mecburuz.” (İddianameme, s. 39),
12) ‘‘Şunu unutmayın, sağlıklı bir doğum, 9 ay 10 günde olur’’ … ‘‘Bazılarının tahriklerine sakın aldanmayın. Biz dertliyiz. Biz nerde, neyin, nasıl dertleri olduğunu biliyoruz. Ama her şey bir yol haritası içerisinde yürüyecektir.” (İddianameme, s. 43),
13) “Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? Musalla taşına yatırıldığınız zaman ‘Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı’ veya ‘Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine’ demeyecekler. “Er kişi niyetine’ diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler’e şunları söylüyorum: Mütavazı ol”…” (İddianameme, s. 47),
14) “İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.” (İddianameme, s. 53) ,
15) “…Af yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir. Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım…” (İddianameme, s. 54) ,
Biçiminde laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan açıklamalardan hareketle iddia makamı, açık bir ifadede gizli anlam aramış veya başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara niyet okumak suretiyle gizli anlamlar yüklemiştir. İddia makamının bu yaklaşımı, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü bu, Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerine aykırıdır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Kaldı ki iddianamede yer alan açıklamaların veya eylemlerin muhatabı kesinlikle laiklik ilkesi değildir. İddiaların bizzat içinde görüldüğü üzere açıklamalar; ya bir mahkeme kararının veya mahkeme başkanı ve başkaca açıklama yapanların açıklamalarının veya YÖK’ün açıklama ve uygulamalarının veya basının veya siyasi muhalefetin veya yaşanan sorunların eleştirisi ve değerlendirmesi mahiyetinde olup, hiç birinin muhatabı laiklik değildir ve hiçbir beyan da laiklik karşıtı değildir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi veya başkalarını eleştirmesi veya ülke sorunlarını konuşması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine bunları yapmak, Anayasa’nın teminatı altındadır. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Sonuç olarak; görüldüğü üzere iddia makamı, iddianamesini hazırlarken Anayasa, yasa ve hukukun evrensel kurallarının kendisine yüklediği görev ve yükümlülükleri objektif bir biçimde yerine getirmemiş, subjektif bir yaklaşımla hareket etmiş ve sonuçta Anayasa’nın; 2, 4, 6,7, 8, 10, 11, 12, 17,19, 24, 25, 26, 32, 38, 58, 67, 68, 69, 70, 75, 80, 83, 84, 87, 88, 89, 90, 94, 104, 105, 109, 110, 111, 112, 123, 124, 125, 126, 127, 128, 129, 136, 137, 138, 148, 155, 174 ve 175’inci maddelerinin sağladığı hukuki güvenliği açıkça ihlal etmiştir.
İddianamede örnekleri sıkça görüldüğü üzere bu davada iddia makamı; “Susmuşsan, neden sustun?”, “Susmamışsan neden konuştun?”; “Tekzip etmemişsen, neden tekzip etmedin?”, “Tekzip etmişsen baskı üzerine veya sorumluluktan kurtulmak için tekzip ettin”; “Şahsi görüşüm dememişsen, neden demedin?”, “Şahsi görüşüm demişse, sorumluluktan kurtulmak için dedin”; “Bir açıklamaya tavır koymamışsan, neden koymadın?”, “Açıklamayı reddedip, eleştirmiş ve parti adına tavır koymuşsan, sorumluluktan kurtulmak için yaptın”, “Disiplin hükümlerini uygulamamışsan, neden uygulamadın?” “Disiplin soruşturması yapıp ceza vermişse, sorumluluktan kurtulmak için yaptın veya ceza göstermelik veya yeterli değildir” değerlendirmelerinde bulunmuştur. Bunlar, iddia makamının, hukuka rağmen ulaştığı hükümlerdir. Hiçbir iddia makamı, bu denli keyfiliği hukuk giysisine büründüremez. Hukuk, her ne ise o dur; ancak asla bu değildir.
Sayın Başkan,
Sayın üyeler,
V- AK PARTİ LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE GELMEMİŞTİR
Bir siyasi partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle kapatılabilmesini Anayasa; Anayasa’nın 68’nci maddesinin dördüncü maddesine aykırı bir eylemin işlenmiş olması, eylemi işleyenlerin parti üyesi olması, partinin Anayasa’da sayılan yetkili organlarının işlenen eylemleri açıkça veya zımnen benimsemiş olması ya da partinin yetkili organlarının bu eylemleri kararlılıkla ve doğrudan işlemiş olması, bu suretle işlenmiş eylemlerin belli bir yoğunluğa ulaşması ve bütün bunların odak olmaya yeterli olduğunun Anayasa Mahkemesi tarafından tespit edilmesi koşullarının birlikte varlığına bağlamıştır (Anayasa, m. 69/6). Bu koşulların hepsi, somut olup, bizzat gerçekleşmiş olması da şarttır.
Anayasa, bir siyasi partinin odaktan kapatılmasını, belli koşullar altında somut ve gerçekleşmiş eylemlerin varlığını zorunlu görmesine rağmen iddia makamının; “…Yine eylem ve söylemlerin özellikle bir iktidar partisi yönünden somutlaşması yani sonuçlarının ortaya çıkması gerekmemektedir. Yasama organında çoğunluğa sahip bir siyasi partinin, bu eylem ve söylemleri her an için gerçekleştirebilecek konumda olması karşısında, bu eylem ve söylemlerin gerçekleşebilir olması karşısında, soyut olarak varlığı dahi, kapatma yaptırımına dayanak olabilecektir.”(İddianame, s. 24) demek suretiyle “Soyut bir tehlikeyi” parti kapatmak için yeterli görmesi, Anayasa’nın 68 ve 69’uncu maddelerine aykırıdır. Böylesi bir odaklaşma kriteri veya soyut tehlike anlayışıyla kapatılmayacak parti yoktur. Bu anlayışın, hukuka, hukuk devletine ve Anayasa’nın 69’uncu maddesine uyan bir yönü yoktur
Odak haline gelmenin şartları Anayasada bu şekilde sayılmakla birlikte, “odaklaşma” için şart koşulan eylemlerin “niteliği” belirtilmemiştir. Anayasanın bu hükmü, Siyasi Partiler Kanunu ile de aynen tekrarlanmış, ancak Kanunda da odak haline gelmede esas alınacak fiillerin niteliğine dair bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Siyasi Partiler Kanununa 1986 yılında eklenen, ancak Anayasa Mahkemesi tarafından 1998 yılında iptal edilen hüküm (m.103/2) odaklaşmada dikkate alınacak fiillerin mahkeme kararıyla “sübuta ermesi”ni şart koşmaktaydı. Siyasi Partiler Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan ve odak olma için partilerin “aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi” şartını arayan hükmün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olması, “fiillerin varlığı” zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır.
Odak olma koşulu için yine ceza hukuku anlamında fiillerin varlığı gereklidir, ancak bunların “mahkeme kararıyla sübuta ermiş olması” şart değildir. Başka bir ifadeyle, Anayasa Mahkemesi, parti kapatma davalarında odaklaşmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırken henüz bir mahkeme kararıyla sübut bulmamış olan fiilleri de dikkate alabilecektir. Ancak bu fillerin ceza hukuku anlamında “aykırı fiil” niteliğine sahip olması gerekmektedir.
Çünkü, odaklaşmanın şartları 2001 değişikliğiyle Anayasaya konulduktan sonra, fiillerin niteliğine ilişkin somutlaştırıcı bir düzenleme her ne kadar Anayasa hükmünü tekrarlayan Siyasi Partiler Kanununun 101’inci maddesine konulmamışsa da, aynı Kanunun 102’nci maddesine 12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı kanunla eklenen ikinci fıkra hükmünden, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hükme göre, “Parti büyük kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu haller, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.”
Bu düzenlemede geçen “hüküm giyerler ise” ibaresi, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin, ceza hukuku anlamındaki fiiller olması gerektiğinin kanıtıdır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan düzenleme ile, bir siyasi partinin devlet yardımından yoksun bırakılmasına dayanak oluşturacak fiillerin ceza hukuku anlamında fiiller olması şart koşulmuştur. Devlet yardımından yoksun bırakma gibi daha hafif bir yaptırımın uygulanabilmesinde bile ceza hukuku anlamında fiillerin varlığı şart koşulduğuna göre, bir siyasi partinin kapatılmasına yol açabilecek olan odak haline gelmede dikkate alınacak fiillerin evleviyetle ceza hukuku anlamında filler olacağı açıktır.
Anayasanın “Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi”ni düzenleyen 38 inci maddesinde; “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir.” kuralı yer almıştır. Suç ve cezalara ilişkin genel kanun niteliğinde olan Türk Ceza Kanununun 2 nci maddesine göre de; “(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz. (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.”
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 98 ilâ 108 inci maddelerini kapsayan “Siyasi Partilerin Kapatılması” başlıklı beşinci kısmında; parti yasaklarına aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar; ceza (hapis - m.117) ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri (parti kapatma, işten el çektirme, ihraç, devlet yardımından yoksun bırakma -m.101,102,103 ve 104) olarak düzenlenmiştir.
Siyasi Partiler Kanununun “Kanuna aykırı sair davranışlar” başlıklı 117 nci maddesi hükme göre; “Bu Kanunun dördüncü kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılırlar”.
Anayasa Mahkemesi de bir kararında aynı görüşe yer vermiştir (26):
“117. maddede…, 4. kısımda yazılı yasak eylemleri işleyenlerin, eylemin daha ağır bir cezayı gerektirmemesi durumunda, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları öngörülmüştür. Bu hüküm, 4. kısım kurallarına aykırı eylemlerin tümünün suç niteliğinde olduğunu kabul etmeyen önceki 648 sayılı Siyasi Partiler Yasası’na göre bir yeniliktir. Anayasa’nın ilgili kurallarında aykırı eylemin suç oluşturup oluşturmaması ya da bu konuda kesinleşmiş yargı kararının bulunması aranmamakla birlikte bunu yasaklayıcı bir hüküm de yoktur. Nitekim 2820 sayılı Yasanın 117. maddesi, 4. kısımdaki yasaklara aykırılığı hiçbir ayırım yapmadan, tümüyle, suç olarak nitelendirmiştir… Anayasa’nın 15. ve 38. maddelerine göre, suçluluğu hükümle belli edilinceye kadar kimse suçlu sayılamaz. Hakkında böyle bir karar bulunmayan kişinin gerçekten yasaklara aykırı davranıp davranmadığı bilinemeyeceğinden Cumhuriyet Başsavcısı’nın sübjektif değerlendirmesiyle, yargı kararıyla kesinlik kazanmadan önce, asileri partiden çıkarmak gibi sonuçları çok ağır işlemlere bağlı tutmak siyasi hakları önemli ölçüde zedeler… Çünkü, bir yasaya aykırı davranmaktan söz edebilmek için, o yasağın ceza yasalarında ya da disiplin yönetmeliklerinde yer almış olmasına göre, bir yargı kararı ya da yargı yolu açık bir disiplin kurulu kararı ile eylemin saptanması gerekir.” (E. 1986/13, K. 1987/12, K.T. 22.5.1987).
Basit bir suç nedeniyle veya bir kabahat nedeniyle yapılan yargılama da bile isnat edilen suçun maddi ve manevi unsurlarının oluşması aranırken, partinin idamı anlamına gelecek parti kapatma davasında, partiye veya üyelere isnat edilen eylem veya beyanlarda aynı unsurların aranmaması hukukun evrensel kurallarıyla bağdaşmaz.
2820 sayılı Kanunun 117 nci maddesi gereğince kapsamı Anayasanın 24 üncü maddesinde belirtilen laikliğe aykırı eylemlerin suç niteliğinde olduğu dikkate alındığında, iddianamede isnat edilen eylem ve söylemler söz konusu suçun yasal unsurlarını taşımadığı gibi, “eleştiri” ve “propaganda” hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın 24, 25 ve 26 ncı, AİHS’in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, “hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı” bir nitelik taşımamaktadırlar.
Ayrıca Anayasa Mahkememizin 29.01.2008 tarih 1/1- Parti Kapatma sayılı HAKPAR Kararı ile kurduğu içtihat, davayı hukuki temelden çökertmektedir. Parti kapatma davalarında yeni bir dönemi de başlatan içtihada göre, eylem kategorisi dışında kalan veriler (düşünce açıklamaları, öneriler, tüzükler, programlar, projeler ve benzerleri) hiçbir şekilde kapatmanın sebebi kılınamaz. Projelerin gerçekleşmesinde Anayasa dışı bir yöntem benimsenmedikçe, bu gibi veriler çoğulcu demokrasinin ve ifade ve örgütlenme özgürlüğünün dokunulamaz alanlarına girmektedir. Partimiz, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde anayasa dışı bir yönteme başvurmamıştır. Yüksek Mahkememizin anılan karının ilgili bölümü aynen şöyledir: “Tüzük ve programında ifade edildiği biçimde partinin Kürt sorunu olarak ele alıp değerlendirdiği soruna, kendine göre çözüm önerileri getirmesi, vatandaşlık temelinde ulus kavramının reddi olarak nitelendirilemez. Kapatma davasının partinin kuruluşundan kıs bir süre sonra açıldığı da gözetildiğinden, belli bir sorunun varlığına ve buna dair çözüm önerilerine ilişkin ifadelerin, demokratik bir rejimde düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Gerek iddianamede, gerekse sonraki aşamalarda, Partinin söz konusu amaçları gerçekleştirmek için Anayasa dışı bir yöntemi uygulayacağına ilişkin her hangi bir kanıta da yer verilmemiştir.
Yukarıda açıklama ve değerlendirmeler çerçevesinde, Partiye, tüzük ve programında yer alan ifadelere dayanılarak yaptırım uygulanması, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ağır bir müdahale oluşturacağından, İddianamede ileri sürülen gerekçelerle Parti hakkında kapatma ya da yerine başka bir yaptırım uygulanması, demokratik bir toplumda zorunlu bir tedbir niteliğinde görülemez.”
Partimiz hakkında açılan bu davada, bir siyasi partinin laikliğe karşı eylemlerin odağı haline gelmesi için Anayasa’nın tahdidi olarak belirttiği zorunlu koşullardan hiç birisi, gerçekleşmemiştir. Çünkü:
A- AK PARTİ’NİN LAİKLİK ANLAYIŞI ANAYASA VE MODERN LAİKLİK ANLAYIŞI İLE UYUMLUDUR
Ak Parti’nin benimsediği laiklik anlayışı, 1982 Anayasa’sının benimsediği laiklik anlayışı ve modern laiklik anlayışı ile uyumludur.
1) 1982 ANAYASA’SININ LAİKLİK ANLAYIŞI
1982 Anayasasının 2’nci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti... laik... bir... devlet”tir.
“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” (Anayasa’nın 2’inci maddesi gerekçesi)
“Laikliğin, (a) din hürriyeti, (b) din ve devlet işlerinin ayrılığı olarak iki cephesi vardır.
Din hürriyeti, vicdan ve ibadet hürriyetlerini de kapsar. Bunlardan ilki, Anayasa’nın 24’üncü maddesinin ilk fıkrasında “herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu hürriyet, herkesin dilediği dini inanç ve kanaate sahip olabileceğini ifade ettiği gibi, dilerse hiçbir dini inanca sahip olmama hürriyetini de içerir. Maddenin üçüncü fıkrası da, inanç hürriyetinin doğal bir uzantısıdır. Buna göre; “kimse … dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz.”
İbadet hürriyeti ise, kişinin inandığı dinin gerektirdiği ibadetleri, ayin ve törenleri serbestçe yapabilmesidir. Anayasa’ya göre, “14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, … zorlanamaz.”
Laikliğin diğer bir cephesi ise, din ve devlet işlerinin ayrı olmasıdır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılması; resmi bir devlet dininin bulunmaması, devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din kurumlarıyla devlet kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun bulunmaması ve devlet yönetiminin din kurallarından etkilenmemesi koşullarının birlikte varlığına bağlıdır.” (Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı, Ankara – 2002, Sahife: 76-82; (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa – 2000, Sahife: 137-153 )
2) AK PARTİ’NİN LAİKLİK ANLAYIŞI
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik niteliğine bağlıdır. Ak Parti, bu bağlılık içinde laiklik anlayışını parti programına koymuştur. Buna göre Ak Parti:
“Partimiz, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.” (AK PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
- “Dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür.
- Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır,
- Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar.
- Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
- Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.
- Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur.”
- Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak da kabul edilemez (AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m. 2.1, s. 2)
3) AK PARTİ İLE 1982 ANAYASASI’NIN LAİKLİK ANLAYIŞININ BİRBİRİNE UYUMU
Ak Parti’nin programına koyduğu laiklik anlayışı ile 1982 Anayasası’nın laiklik anlayışı birebir örtüşmektedir. Şöyle ki:
a) Ak Parti laikliği, dinsizlik veya din karşıtlığı olarak görmemekte, laikliğin din karşıtı gösterilerek örselenmesine karşı çıkmakta ve laikliği bütün dinlerin ve inançların teminatı olarak görmektedir. Nitekim Anayasa’nın 2’inci maddesinin gerekçesinde de laiklik aynı şekilde nitelendirilmiştir: “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
b) Ak Parti, laikliği, din ve vicdan hürriyetinin, her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerinin, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarının ve inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerinin sigortası, bir özgürlük ve barış ilkesi olarak görmektedir. Anayasa’nın 24’üncü maddesine göre de “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3)
c) Ak parti, kutsal dini değerlerin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını dinin; siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet edilmesini; Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırmayı, reddeder. Anayasa da; “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” (Anayasa, m. 24/4) demektedir.
d) Ak Parti, dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi tutulmalarını veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurulmasını kabul etmez ve bu tür yaklaşımları anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur. Anayasaya göre de aynı şekilde; “14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) Nitekim Anayasa’nın 2’inci maddesinin gerekçesinde de laiklik aynı şekilde nitelendirilmiştir: “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
e) Ak Parti, laikliğin dindarlığa mani olmadığını ve dindarlığın teminatı olduğunu, dindar birinin de devletin laik yapısını benimsemesinin mümkün olduğunu ve bu nedenle sadece dindar diye insanların laiklik karşıtı gösterilemeyeceğini, hiç kimsenin dindarlığı nedeniyle itham edilemeyeceğini ifade eder. Anayasa da laikliği, “Türkiye Cumhuriyeti … laik … bir … devlettir.”(Anayasa, m. 2) diyerek, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir niteliği olarak kabul eder. Ve ayrıca Anayasa, kimsenin “…Dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/3) demek suretiyle, dindarlığın da anayasa ve laikliğin teminatı altında olduğunu ve dindarlığın laik devlet yapısını benimsemeye mani olmadığını kabul eder.
f) Ak Parti, laikliğin bir diğer yönünü ise; din ve devlet işlerinin bir birinden ayrı olması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılmasını ise ; devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din kurumlarıyla devlet kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din kurallarına dayandırılmaması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun bulunmaması, devlet yönetiminin dine dayanmaması ve devlet yönetiminin din kurallarından etkilenmemesi olarak görmektedir. Anayasa’da aynı ilkeleri benimsemiştir.
Sonuç olarak görüldüğü üzere Ak Parti’nin laiklik anlayışı, 1982 Anayasasının laiklik anlayışı ile birebir örtüşmektedir.
4) AK PARTİ İLE MODERN LAİKLİK ANLAYIŞININ BİRBİRİNE UYUMU
AK Parti’nin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Aksine, bu anlayış tüm bireylerin farklı inanış ve yaşam biçimleriyle barışçıl bir şekilde bir arada yaşamasını öngörmektedir. Buna rağmen, iddianame partimizin demokratik ve özgürlükçü laiklik anlayışını ve onun gereklerini laikliğe aykırılık olarak göstermeye çalışmaktadır. Buna delil olarak da, Başbakan’ın laikliğin bir din olmadığı, dine alternatif olarak sunulmasının yanlış olduğu ve bireylerin değil devletin laik olabileceği yönündeki bazı sözlerini kullanılmaktadır (s.28, 30).
Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir. Bu nedenle laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir ilke olan laiklik, Devletin bir niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı yasağının amacı da, esasen Devletin laik niteliğinin aşındırılmasını engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir. Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.”
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği temel ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin bireylerin sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir. İktidarımız süresince laikliğin bu iki temel ayağını aksatacak herhangi bir icraatın içinde olmadık, bundan sonra da olmayacağız.
Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’ne bağlı Parlamenterler Meclisi’nin 1993 yılında aldığı 1202 sayılı karar da Avrupa ortak mekanına hakim olan laiklik anlayışını yansıtmaktadır. “Demokratik Toplumlarda Dini Hoşgörü” başlığını taşıyan bu kararda birey-toplum ve din ilişkilerine dair şu tespitlerde bulunulmaktadır:
Din, bireyin kendisi ve yaratıcısıyla olduğu kadar, dış dünya ve içinde yaşadığı toplumla da ilişkilerini zenginleştirici bir işlev görür.
Batı Avrupa farklı dini inançların hoşgörü içerisinde birlikte yaşayabildiği bir seküler demokrasi modeli geliştirmiştir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m.18) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.9) tarafından güvence altına alınan ve insan onurundan kaynaklanan din özgürlüğünün kullanılması, özgür ve demokratik bir toplumu gerektirmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, bu tespitlerin ardından, Bakanlar Komitesi, Avrupa Topluluğu (Birliği) ve üye devletlere yasal güvenceler konusunda da şunları tavsiye etmektedir:
Din, vicdan ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almaya yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
Giyim, yiyecek ve dinsel günlerin kutlanması gibi konularda farklı dini uygulamalar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Görüldüğü gibi, AK Partinin dinin birey, toplum ve devlet ile ilişkisine bakışı, Avrupa ülkelerindeki hakim anlayışla uyum içindedir. Dolayısıyla, bu bakış açısını yansıtan beyanların laiklik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmek, çağdaş demokrasilerdeki anlayıştan habersiz olmak demektir.
5) AK PARTİ LAİKLİK ANLAYIŞINI SADECE PAOGRAMINA YAZMAKLA KALMAMIŞ AYNI ZAMANDA UYGULAMIŞTIR
AK PARTİ, laiklik anlayışını sadece programına yazmakla kalmamış, aynı şekilde bu anlayışını uygulamış ve bu husustaki hassasiyetini uygun her platformda dile getirmiştir.
a) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sayısız konuşmasında, kendisinin ve partisinin laiklik anlayışını açıklıkla ifade etmiş, beyanları ve eylemleriyle cumhuriyetimizin laik niteliğinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. İşte bu konuşmalardan bazıları:
“Erdoğan partisinin, ‘‘Olmazsa olmaz’’ diye nitelediği üç kırmızı çizgisini de, ‘‘Dincilik, ırkçılık, bölgecilik’’ diye ilan etti. Erdoğan, ‘‘Bu kırmızı çizgilerin dışına çıkanlar için gereğini yaparız. Bu böyle biline’’ uyarısında bulundu.” (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs 2003 tarihinde Antalya’da milletvekillerine yaptığı konuşmadan)
“Biz legal siyaset alanında bile, dinin, ırkın ve bir bölgeye mensup olmanın istismarı anlamına gelen; dincilik, ırkçılık ve bölgecilik temelinde siyaset yapmanın “kırmızı çizgilerimiz” olduğunu söyleyen tutarlı ve büyük bir hareketin mensuplarıyız. (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2 Aralık 2003 tarihli Grup konuşmasından)
“AK PARTİ, “biz ve diğerleri” ayrımı yapan; tek bir mezhebi, etnik unsuru veya dini anlayışı siyasetinin ana gövdesi yaparak, diğer seçenekleri karşısına alan bir söylem ve örgütlenme biçimlerini dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir özellik taşıyacağına inanmaktadır. Bunlar partimizin kırmızı çizgileridir.
AK PARTİ, “laiklik”i devletin tüm dinler ve düşünceler karşısında nötr kalmasını ve eşit mesafeyi korumasını sağlayan, inanç farklılıklarının veya farklı mezhep ve anlayışların çatışmaya dönüşmeden sosyal barış içinde yaşatılabilmesi için takınılan kurumsal bir tutum ve yöntem olarak tanımlamakta; laikliğin temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınarak bir tür hakem müessesesi gibi işletilebilmesi için demokrasiyle taçlanması ve uzlaşı ortamı sunması gerektiğini düşünmektedir.” (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Nisan 2004’te İstanbul’da “Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumunda” yaptığı konuşmadan)
“Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama anayasal kimlik olarak Türk vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik tanımı önem arz ediyor. Biz 1982 Anayasası’nın gerekçeli kararındaki laiklik tanımını parti programımıza da aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu noktada laikliği en büyük güvence olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına karşı eşit mesafededir.” (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Aralık 2007 tarihinde Lizbon’da yaptığı açıklamadan)
b) İddia makamını, AK PARTİ’yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunun delili olarak sunduğu bazı açıklamalar, hem onun iddialarını tekzip etmekte ve hem de AK PARTİ’nin bu konudaki anlayışını yansıtmaktadır. İddianamede yer alan ve iddianameyi tekzip eden beyanlardan bazıları şunlardır:
“Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” (İddianame, s. 28 )
“Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.” (İddianame, s. 28 )
“Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz”…”Bizim laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası’nın laikliği düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, ‘bütün dinlere eşit mesafede olmak’ diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak isteyenler var. Türkiye’de ‘niyet okuyucuları’ haksız isnadlar ortaya atıyor” (İddianame, s. 30 )
‘‘Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.” (İddianame, s. 36 )
“İrticanın siyasete, eğitime ve devlete sistemli bir şekilde sızmaya çalıştığını” söyleyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e tepki göstererek, bazılarının zaman zaman “laiklik tehlikede” diyerek havayı bulandırma gayreti içine girdiğini savunduğu, “Bu yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı” (İddianame, s. 52 )
c) AK PARTİ, 14 ağustos 2001’de kurulmuş ve kısa süre sonra da milletin iradesiyle iktidar olmuştur. İktidar olduğu için de laiklik konusu dahil her konudaki anlayış, yaklaşım ve uygulaması, aleni ve milletimizin gözü önündedir. Ak Parti’nin gizli bir anlayışı, gizli bir tüzüğü, gizli bir programı ve gizli bir niyeti yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır.
Ak Parti iktidar olduğu günden bugüne, kimsenin; dini inanışına, düşünce ve kanaatine, ibadetine, dini ayin ve törenlerine müdahale etmemiş ve edilmesine de müsaade etmemiştir. Hiç kimse, “AK PARTİ geldi de benim dini, sosyal, siyasi, ekonomik vb. hayatım, laiklik ilkesi aleyhine olumsuz etkilendi veya değişti” diye iddia edemez. Kaldı ki böyle bir iddia da varit değildir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlamamış ve başkalarının zorlamasına da izin vermemiştir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamamış ve suçlamamış, başkalarının kınaması ve suçlamasına da göz yummamıştır. Her din, inanç ve mezhebe eşit mesafede durmuş ve bu duruşunu kararlılıkla sürdürmeye de özen göstermiştir.
d) Ayrıca AK PARTİ iktidarında, 22. dönemde yasama Meclisi, bütün cezacıların; rejimin karakterini gösteren esas Anayasa diye nitelediği Türk Ceza Kanununu ve Ceza Muhakemesi Kanunu yasalaştırmış ve başkaca pek çok yasa çıkarmıştır. Bu yasalar da yürürlüktedir. Yapılan her düzenlemeyle laiklik ilkesi biraz daha güçlenmiştir.
e) Avrupa Birliği, laik sistemin sahibi ve de uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip Avrupa Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükselmiştir.
Sonuç olarak; AK PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar döneminde; milletimize ve devletimize yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine, cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine ve milletimize hizmetin odağı olmuştur. Ak Parti ile hem devletimiz, hem cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun tanığı, Türk milletidir.
Onun için, AK PARTİ’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası, gerçek dışı olup, Anayasa, yasa ve uluslar arası sözleşmelere, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına açık ve tartışmasız aykırıdır.
B- AK PARTİ ÜYELERİNİN VE YETKİLİ ORGANLARININ LAİKLİĞE AYKIRI HİÇ BİR EYLEMİ YOKTUR
AK PARTİ’nin üyelerinin ve yetkili organlarının, laikliğe aykırı hiçbir eylemi yoktur. İddia makamı da, Anayasa’nın öngördüğü somut koşulları taşıyan hiçbir eylemi delil olarak gösterememiştir.
İddia makamının laikliğe aykırı eylemlere delil olarak gösterdiği şeyler; Anayasa’nın teminatı altındaki bir kısım yasama faaliyetleri, Anayasa ve yasalara uygun yürütme organının ve bir kısım yerel yöneticilerin bazı icraatları ile yine Anayasa’nın teminatı altında olan düşünce açıklamalarıdır. Bu iddia ve isnatların hiç biri ; laikliğe, Anayasa ve yasaya ve uluslar arası sözleşmelere aykırı değildir. Bu nedenle, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmanın belirlenmesinde birer delil ve kriter olarak kullanılmaları mümkün değildir. Aksinin kabulü, hukukun evrensel kuralları ve Anayasa’nın açık ihlalidir.
İddia makamının iddianamesinde, Ak Parti’nin üyelerinin ve Genel Başkanının laikliğe aykırı olarak kabul ve takdim ettiği beyanları ve faaliyetlerinin tamamı, laikliğe aykırılık oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı, laiklik, demokrasi ve hukuk devletinden yana olan bir partinin savunması gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. “Anayasaya aykırı eylem” olarak iddianameye konulan ifadelerde laikliğe, insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine vurgu yapılmaktadır. Bu beyanların hepsi, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan “ifade özgürlüğü” kapsamındadır.
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin ve parti mensuplarının, ülke sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit, değerlendirme ve eleştirilerde bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların bilgi ve onayına sunması; siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade özgürlüğünün gereğidir. Bu gereklilik, “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26)nin doğal bir sonucudur. “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 25) “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.” (Anayasa, m. 26/1) Anayasa’nın herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve yayma hak ve hürriyetini, buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel Başkan, Başbakan, Bakan, milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği düşünülemez.
İddianamede, laikliğe aykırı eylem veya söylem olarak sunulan iddialar, laikliğe aykırı eylem veya söylemler değildir. Aksine bunların hepsi, “eleştiri” ve “propaganda” hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın 24, 25 ve 26 ncı, AİHS’in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, “hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı” bir nitelik taşımamaktadırlar.
1) YASAMA YETKİSİNİN KULLANILMASI, LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI BİR EYLEM DEĞİLDİR
Yasama yetkisinin kullanılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu yetkisini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre kullanır (Anayasa, m. 6). Kanun çıkarmak, değiştirmek ve kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetkilerindendir (Anayasa, m. 87) Kanun teklif etmeye, Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir. Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve esasları, İçtüzükle düzenlenir (Anayasa, m. 88). Meclisin kabul ettiği kanunları, Cumhurbaşkanı onbeş gün içinde onaylar ya da bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aynen kabul ettiği kanunlar onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlanır. (Anayasa, m. 89). Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün şekil ve esas bakımlarından Anayasa’ya uygunluk denetimi ile Anayasa değişikliklerinin sadece şekil bakımından Anayasa’ya uygunluğunun incelenmesi ve denetlenmesi görev ve yetkisi, Anayasa Mahkemesi’ne aittir(Anayasa, m. 148).
Yasama faaliyetlerinin özgür bir ortamda yürütülebilmesi için “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.” (Anayasa, m. 83/1)
Buna rağmen iddia makamının;
1- 7.12.2004 günü yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 1. fıkrası,
2- 5320 sayıl İl Özel İdaresi Kanununun 7. maddesi,
3- 13.6.2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun “Mükellefler” başlıklı 2. maddesinin beşinci fıkrası,
4- Türk Ceza Kanunun 263’üncü maddesi,
5- Anayasa’nın 10 ve 42’inci maddelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından değiştirilmesini ve bu çalışmalar sırasında milletvekillerinin konuşmalarını ve ayrıca;
1- Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderilmesi ve alt komisyona havalesini,
2- Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına imkan veren 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın kabulü ve Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderilmesini,
3- Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanununda değişiklik öngören kanun teklifinin ile,
4- 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunun Ek 17’inci maddesine bir fıkra eklenmesinin öngören kanun teklifinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmiş olmasını, laikliğe aykırı eylem olarak göstermesi, Anayasa’nın ihlalidir.
İddia makamının yaklaşımının doğru kabul edilip, bir partinin yasal değişiklik yapacak güçte olmasının tehlike olarak görülmesi halinde; parlamenter sistem, işlemez hale gelir. Çünkü bu kabul, bütün iktidar partilerinin, laiklik veya demokratik düzen için tehlike olarak görülmesi sonucunu doğurur.
Türkiye Büyük Milet Meclisi, yasal düzenlemeleri, hem şekil ve hem de esas bakımından Anayasa’ya uygun yapmak zorundadır. Meclisin kabul ettiği bir yasal düzenlemenin Anayasaya aykırı bulunması halinde tek müeyyidesi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptaldir. Bunun başkaca bir müeyyidesi de yoktur. Anayasa Mahkemesi, sayısız kanun hakkında iptal kararı vermiştir. Bir kanunun tasarı veya teklifinin Anayasa’ya aykırı olduğu iddiası veya Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, siyasi parti kapatma nedeni değildir. Aksinin kabulü, Meclisin, siyasi partilerin ve milletvekilliğinin gereksiz hale gelmesi anlamına gelir.
2) YÜRÜTME ORGANININ İCRAATLARI LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM DEĞİLDİR
Anayasaya göre; idare, kuruluş ve görevleri ile bir bütündür ve kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 123/). Kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile üst kademe yöneticilerinin göreve başlama, atama, nakil, yükselme ve her türlü özlük hakkı kanunla düzenlenir (Anayasa, m. 128) . Memurlar ve diğer kamu görevlileri, Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdür (Anayasa, m. 129/1) Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimselerin, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görmesi halinde, yerine getirmez. Bu durumda aykırılığı emri verene bildirir, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emri yerine getirir. Bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz. Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez. (Anayasa, m. 137). Bütün bunlarla birlikte idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (Anayasa, m. 125/1).
Bu yasal düzenlemeler karşısında; kamu hizmetlerinde çalışan kamu personeli, görevde kaldığı sürece kamu görevlisi statüsünde kamu hizmeti gören Başbakan, bakanlar ve Bakanlar Kurulu sadece Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmeliklere uygun görevlerini yapmak zorundadırlar. Kanunlar, Anayasaya; tüzükler Anayasa ve kanuna; yönetmelikler ise tüzük, kanun ve Anayasaya aykırı olamazlar. Ayrıca hem yasal idari düzenlemelere ve hem de idari işlem ve eylemlere karşı yargı yolu da açıktır. Bu şartlar altında Başbakan, Bakanlar Kurulu, bakanlar, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin; Anayasa, laiklik, kanun, tüzük ve yönetmeliklere aykırı davranması mümkün değildir.
3) YEREL YÖNETİMLERİN İCRAATLARI, LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM DEĞİLDİR
“Mahallî idareler; il, belediye veya köy halkının mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir.
Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.
Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.
Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.” (Anayasa, m. 127/1-2, 5-7)
Bu hükümler karşısında yerel yönetimlerin faaliyetleri, ayrı bir tüzelkişiliğe sahip Ak Partiye isnat edilemez.
C- AK PARTİ ÜYELERİNİN VE YETKİLİ ORGANLARININ DÜŞÜNCE AÇIKLAMALARI LAİKLİĞE AYKIRI EYLEM DEĞİLDİR
Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, insan hak ve özgürlükleri içinde hayat hakkıyla birlikte en önemli olanıdır. Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünün bulunmadığı yerde gerçek bir demokrasiden ve ilerlemeden söz edilemez. İnsanın düşünemediği ve daha doğrusu düşüncesini açıklayamadığı yerlerde, ne bilim ve teknik, ne sosyal ve siyasal bilimler ne de siyasal görüş ve akımlar gelişir.
Düşünceyi özgürce ifade hürriyeti olmadıkça düşünce edinmeye yarayan hürriyetler ve kanaat hürriyeti fazla bir anlam taşımaz.
İddianamede yer alan üşünce açıklamaları, laikliğe ve Anayasaya aykırı bir eylem değildir. Aksine düşünce açıklamaları, demokratik hukuk devleti olmanın gereği olup Anayasanın teminatı altındadır.
Anayasa’da 03.10.2001 Tarih ve 4709 Sayılı Yasa’nın 1’inci maddesi ile Başlangıcın beşinci fıkrasında geçen “Düşünce ve mülahaza” ibaresi, “Faaliyetin” olarak değiştirilmiş ve aynı kanunun 25’inci maddesi ile 69’uncu madde de yapılan değişiklikle, odak olmanın temel şartının - belli koşullarla birlikte -”Eylemler” olduğu hüküm altına alınmıştır. Anayasa’da eş zamanlı olarak yapılan bu değişiklikler, odak olmanın tespitinde beyanların, bir ölçü ve kriter olmadığını ifade etmektedir.
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin, ülke sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit, değerlendirme ve eleştirilerde bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların bilgi ve onayına sunması; siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade özgürlüğünün gereğidir. Bu gereklilik, “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26)nin doğal bir sonucudur. “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 25) “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.” (Anayasa, m. 26/1) Anayasa’nın herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve yayma hak ve hürriyetini, buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel Başkan, Başbakan, Bakan, milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği düşünülemez.
Kaldı ki iddianamede yer alan beyanların hepsi, Anayasanın 2, 24, 25 ve 26 ncı, AİHS’in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, hiç biri “hukuka ve laikliğe aykırı” değildir:
1) DİNİN BİRLEŞTİRİCİLİĞİ’NE VURGU YAPMAK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Cumhuriyetimizin kurcusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK dahil bütün Devlet adamları ve siyasetçiler, toplumumuz bakımından İslam Dininin birleştirici yönüne vurgu yapmıştır. Türkiye’de siyasiler; “Bizi bir birimize bağlayan en önemli bağ dindir” veya “Türkiye’de din çimentodur” veya “Türkiye’de din toplumun harcıdır” veya “İslam, demokrasi ve laiklik altın üçgendir” ve “% 99’u veya kahir ekseriyeti Müslüman bir ülke” vb. ifadelerle dinin birleştirici ve bütünleştirici özelliklerini ifade etmişlerdir.
Nitekim daha Cumhuriyetimizin başlangıcında kurcu irade; Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarak, dine ve onun birleştiriciliğine verdiği önemi göstermiştir. Anayasa’nın 136’ıncı maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” (Anayasa, m. 136) Anayasamız, “Lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek” hizmet etme görevini Diyanet İşleri Başkanlığı’na vermiştir. Şayet İddia makamının iddiası kabul edilip, dinin birleştiriciliğine vurgu yapmak laikliğe aykırı kabul edilirse, bugün binlerce camide din hizmetlerini yürüten ve din konusunda toplumu aydınlatan Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yerine getiremez. Anayasa’nın hem 2’inci, hem 24’üncü, hem 25 ve 26’ıncı ve hem de 136’ıncı maddeleri, bu yönüyle işlevsiz hale gelir.
AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dinin her türlü istismarına karşı çıkmış ve siyaseten yola çıktığında bu konudaki yaklaşımını açıkça ortaya koymuş ve parti olarak ta bu çizgiye hep sadık kalmışlardır.
Başbakan, bugüne kadar yaptığı hiçbir konuşmada “Din üst kimliktir.” şeklinde veya bu anlama gelecek bir beyanda bulunmamıştır. Sadece dinin birleştirici vasfına vurgu yapmıştır. Ama Başbakanın, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bizi birbirimize bağlayan üst kimliktir.” biçiminde ve anlamında sayısız açıklamaları vardır:
“Parti olarak 3 kırmızı çizgilerinin bulunduğunu vurgulayan Başbakan Erdoğan, asla dine dayalı, ırka dayalı ve bölgeye dayalı milliyetçilik yapmayacaklarını, birleştirici unsur olarak Anayasal vatandaşlığı esas alacaklarını belirtti. Erdoğan, ‘‘Bunu başardığımız zaman önümüzde kimse duramaz’’ (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 Temmuz 2003 Ak Parti Bursa İl 1. Olağan Kongresindeki konuşmasından)
“Hükümetimizin 3 kırmızı çizgisi var; etnik, bölgesel ve dinsel milliyetçiliğe karşıyız. Dolayısıyla ben siz değerli kardeşlerimi, vatandaşlarımızı bütün bu olaylar karşısında daha mutedil olmaya çağırıyorum. Ne ocaklar söndü bu bölgelerde. El ele, omuz omuza verelim, bu kini, nefreti ortadan kaldıralım. Terör gruplarının insan haklarıyla ilgili hiçbir özelliği yoktur. Özgürlüklere saygısızdılar. Onlar sadece kan ve ölümden zevk alırlar. Ve biz hiçbir zaman terör gruplarıyla da barışık olamayız. Ben halkımı bu noktada net olmaya daha duyarlı olmaya özellikle davet ediyorum.’’ (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 Kasım 2005’te Şemdinli’de yaptığı açıklamalardan)
“3 Kırmızı çizgilerinin bulunduğunu tekrarlayan Başbakan Erdoğan, “AK PARTİ’DE etnik milliyetçilik yok. Etnik milliyetçiliğe karşıyız, bunu böyle bilin. 73 milyonun kardeşliğine inanıyoruz. Etnik unsurlar var; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü, Abhazası, Boşnak’ı, Arnavut’u vs... Hepsine bizler aynı mesafedeyiz. Hep birlikte, farklı etnik kimliklere sahibiz. Fakat bizi birleştiren bağ, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Onun için de diyoruz ki; tek bayrak Türk Bayrağı, tek millet Türk milleti, tek vatan Türk vatanıdır. Bu vatan, 780 bin kilometre karelik vatan topraklarıdır. AK PARTİ, bölgesel milliyetçilik de yapmaz.” (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Nisan 2006’da Tunceli ziyaretinde yaptığı konuşmadan)
“Açık söylüyorum, bizim 3 kırmızı çizgimiz var:
Bölgesel milliyetçiliği kabul etmiyoruz.
Etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hepimizin ortak paydasıdır. Etnik olarak sen yine Kürt ol ama anayasal kimlik olarak Türk vatandaşısın, bunu da kabul et, sana bundan getiren götüren bir şey yok.
Dinsel milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Burada laiklik tanımı önem arz ediyor. Biz 1982 Anayasası’nın gerekçeli kararındaki laiklik tanımını parti programımıza da aldık, yeni Anayasa çalışmasında da var. Bu noktada laikliği en büyük güvence olarak görüyoruz. Devlet tüm inanç gruplarına karşı eşit mesafededir.” (AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Aralık 2007’de Lizbon’da yaptığı açıklamadan)
“AK PARTİ’nin 3 kırmızı çizgisi olduğunu söyleyen Erdoğan,”Biz etnik, bölgesel, dinsel milliyetçiliğe karşıyız. Bazıları ‘Türkiye Cumhuriyeti 36 etnik unsurdan oluşuyor’ diyor. Bizi birbirimize bağlayan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı var. Yaratılanı Yaradan’dan ötürü seveceğiz. 70 milyonun tamamına eşit mesafede durmak, ayrım yapmamak zorundayız. Bu ülkeye ayrılık tohumunu ekenler, hiçbir zaman bu ülkede iktidar olamayacaklardır”(AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 Aralık 2007’de AK PARTİ Üsküdar İlçe Teşkilatı bayramlaşma törenindeki konuşmasından)
Ayrıca iddianamede yer alan aşağıdaki cümleler de bunun kanıtıdır ve iddianameyi tekzip etmektedir:
“Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır”...” (İddianame, s.28-29)
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar “din bir üst kimliktir” ifadesi kullanmadığını vurgulayarak, “Üst kimlik olarak kullandığım ifade; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır ve bunun defaatle açıklamalarını yaptık. Ama buna rağmen bazıları anlamak istemiyor. Yine söylüyorum, din bir çimentodur ve şu anda en önemli birleştirici unsurumuzdur. Tarih boyunca bu böyledir….” (İddianame, s. 29)
Ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hiçbir zaman Türkiye için “İslam Devleti” ismini ve nitelemesini de kullanmamıştır. “İslam ülkesi” ismini ve nitelemesini kullanmış ve bunun “İslam Devleti” anlamına gelmediğini, ikisinin ayrı şeyler olduğunu da ifade etmiştir. Kaldı ki “İslam ülkesi”, “Çoğunluğu Müslüman ülke” , “% 95’i Müslüman ülke” veya “Kahir ekseriyeti Müslüman ülke” nitelemelerini yapmamış bir siyasetçi Türkiye’de yoktur. Hatta AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakanı bu cümleleri kullandığı için laiklik aleyhine beyanda bulunmakla itham eden iddia makamı bile esas hakkındaki görüşünde benzer bir değerlendirmeyi yapmıştır. İşte iddia makamının değerlendirmesi: “Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu demokrasinin de esasları olan bu ilkeleri 85 yıllık tarihi serüveni içerisinde hayata geçirebilmiş nüfusunun ekseriyeti İslam olan yegane ülkedir.”(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın esas hakkındaki görüşü, s. 10) İddia makamının, kendisinin aynı mahiyette ifadeler kullanmasını laikliğe aykırı görmezken AK PARTİ üyelerinin benzer cümleler kurmasını laikliğe aykırı görmesi, açık bir çelişkidir ve de manidardır. Hukuk Devleti ve eşitlik ilkesi, herkes için aynı değerlendirmeyi gerekli kılar. Bir cümle, söyleyene göre hukuka uygun veya aykırı olamaz.
Bütün bunlara rağmen iddia makamının; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında (İddianame, s.27; 28; 29 ve 39;) bu konulara yer vermiş olması açık bir Anayasa ihlalidir.
Burada dava vesilesi ile bir önemli hususa ileride bizi sıkıntıya sokacak bir muhakkak gerilime, yıllarca insanlarımızı karşı karşıya getirecek bir anlayışa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
İddianamede yer alan din ve İslâm’la ilgili bazı görüşler ve imajlar hem yanlış, hem de yanıltıcıdır. Bu görüşlerin kabulü bir yüksek Mahkeme kararına mesnet teşkil etmesi durumunda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasa ve Yasalarla kendisine yüklenen görev ve sorumluluk alanlarını daralacak hatta, bize göre özgü bir anayasal kurum işlevsiz hale gelecektir. Laiklikle ilgili yanlış algılamaları ve tasavvurları pekiştirecek, bu da din ve devlet işlerini sağlıklı bir zeminde ayrıştırılmasını imkansız kılacaktır.
Bir siyasi parti ile ilgili kapatma davasında hukuk metinlerinin esas alınmasında şüphe yoktur. Buna rağmen iddia makamı hazırladığı metinlerde laik hukukun sınırları dışına çıkarak din ve İslâm adına çeşitli yargı cümleleri kurmakta, dini ve İslâmi kavramlar ve öğretiler bağlamından soyutlanarak yanlış ve yanıltıcı şekilde ele alınmaktadır. Dinin ilmen muteber kaynakları dikkate alınmadan değerlendirmeler yapılmaktadır.
Her şeyden önce iddianamede ortaya konulan din anlayışı, bilim insanlarının ve akademisyenlerin (kelamcıların, din felsefecilerinin, dinler tarihçilerinin vs.) üzerinde uzlaşabilecekleri tanım ve tasavvurlardan bir hayli uzaktır.
İddianamede din ile ilgili değerlendirmelerin temelini, özellikle 19 ncu yüzyılda batıda beliren felsefi akımlardan biri olan pozitivist bakış açısı oluşturmaktadır. İddianame metni siyasal partilerin demokratik süreç içerisinde yüzyıldır devam eden aşamalarına dikkat çekilmekte fakat bu aşamalarla orantılı bir şekilde seyreden ülkemizde uluslar arası toplumda din ve inanç özgürlüğü alanındaki gelişmelere hiç değinilmemektedir. Böylelikle siyasi partilerin geçirdiği gelişimin son noktası ile din ve inanç özgürlüğü alanına yönelik ikiyüzyıl öncesinin bakış açısı karşı karşıya getirilmektedir. İddianamenin hukuki bir metin olarak kabul görmesi durumunda demokratik kazanımlar açısından din ve vicdan özgürlüğü alanı pozitivizm’in dogmaları ile doldurulmuş olacaktır.
Genel anlamda din, sosyal bir varlık olan insanın mutluluğunu hedefler. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi bu kabulden hareketle, dinin toplum için vazgeçilmez bir unsur olduğunu görmesi sebebiyledir ki, daha ilk günden Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma ihtiyaç duymuştur.
İddianame metninde ortaya çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı imajı ne kurumun yapısı ve amaçlarını belirleyen Anayasal statüsü ile ne de Türkiye Cumhuriyeti Devleti toplumu nezdindeki konumu ile ve ne de milli birlik ve beraberliğe yaptığı dinamik katkılarıyla örtüşmektedir. Anayasanın 136ncı maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na “Milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinme” görevini vermektedir. İddianamede yer alan ve dini toplumsal birliğin “çimentosu” olarak değerlendiren ifadenin parti kapatma sebebi olarak sunulması Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal görevini de yerine getirmesini imkansızlaştırmaktadır. Bu metnin hukuki bir referans olarak onaylanması durumunda halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede devlet-toplum ilişkileri ve dinlerin ve kültürlerin uluslar arası toplumsal ilişkilerde giderek artan önemi göz önüne alındığında çeşitli alanlarda riskler oluşturma ihtimali söz konusudur.
İddianamede (İddianame, s. 38) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadro talebinin, siyasiler tarafından dile getirilmesi eleştirilmekte ve laikliğe aykırı eylemler oalarak zikredilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın din hizmetlerinde nitelikli görevlileri istihdam etmesi ve boş camilere atama yapılması Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararlarında ve dolayısı ile Türkiye Cumhuriyetinin devlet politikası çerçevesinde yer almaktadır. Ayrıca, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Sekreteryası hazırladığı “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” çevresinden özellikle doğu ve güneydoğu illerimizde kadrosu bulunmayan camilere din görevlilerinin istihdamının önemine değinmiş ve bu konuda kadro ihdasını önermiştir.
Yine iddianamede ( İddianame, s. 118) dini gün ve bayramlarda milli bayramlar arasında karşılaştırma yapılmasının milli birlik ve bütünlüğümüz açısından son derece vahim olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Dini bayram ve günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi imiş gibi karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunmayacağı gibi, toplumun zihninde karmaşıklığa yol açacağı ortadadır.
İddianamede (İddianame, s. 89) Kur’an Kurslarının Diyanet işleri Başkanlığı Müfettişlerince teftiş edilmesine yönelik düzenlemeler laikliğe aykırı olarak görülmektedir. İddianamenin öne sürdüğü gibi bu konu ile ilgili yapılan teklifte Kur’an Kurslarının denetim yetkisi sadece Diyanet İşleri Başkanlığı Müfettişlerine verilmiş değildir. Yasa teklifinin asıl amacı, genel teftişin yanında mesleğin gerektirdiği bilgi, birikim ve deneyimi nedeniyle Kur’an eğitim ve öğretimi açısından Diyanet Müfettişlerinin teftiş ve denetimdeki sorumluluklarını artırmaktır. Kaldi ki anayasal bir kurum olan Diyanet Müfettişleri ile Milli Eğitim Müfettişleri arasında bir ayırım yaparak Diyanet Müfettişlerine güvensizlik anlamına gelecek söz ve tavır içinde bulunmak da son derece sakıncalı ve inciticidir.
İddianame metninde hemen hemen tüm başlıklar altında dini ve İslâmi kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramlara literatürde karşılıkları bulunmayan yanlış anlamlar yüklenmiştir. Dini kavramlar ve terimler birbirine indirgenmiş örneği “Din” İslâm’a; “İslâm” siyasal İslâm, İslâmcılık ve şeriata ; “Cihat” şiddet, İslâmi terör ve savaşa; “Din ve Vicdan Özgürlüğü Talebi” takiyyeye hasredilerek açıklanmaya çalışılmıştır.
Siyasal İslâm üzerinden genel olarak İslâm, siyasetçiler üzerinden de dindar insanlar töhmet altında bırakılmıştır. Dini kavramlar ve dindar kesimler potansiyel zanlı olarak takdim edilmiş ve bu insanlar hakkında “şüpheli” imajı oluşturulmuştur.
İddianamede din tanımı farklı pasaj ve alıntılardaki kullanımında çelişki ve tutarsızlıklarla doludur (İddianame, s. 13, 15, 17, 128, 136, 139, 144). Mesela: Din, “kutsal”dır. Bununla birlikte “din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-İnsan arasındaki inanış olgusudur (İddianame, s. 18). Din, vicdan işidir. Daha çok bireysel ve duygusal düzeyde kalması gerekli bir olgudur. Onun dış dünyaya kamuya yansıyan yönlerine sosyal tezahürlerine vurgu yapılması laikliğe aykırıdır (İddianame, s. 17)
Bir başka değerlendirmede ise, “laik düzende özgün bir kurum olan din” denilmek suretiyle dinin özgün biri sosyal kurum olduğu belirtilmektedir.
Din özgün bir sosyal kurum ise, sosyal hayata yansıyan formel yönüne, sosyal tezahürlerine “vurgu yapılmaması” mümkün değildir. Dinin hukuki düzenlemelere mesnet teşkil etmemesi ayrıdır ve bu doğrudur. Ama dünya hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan insanlar için kaynak olarak gösterilmesi ayrıdır. İddianamenin değerlendirilmesi açısından bakıldığında dinin toplumsal ilişkilere yansıyan herhangi bir yönü olmamalıdır. Dini sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında başlamalı ve orada bitmelidir. Bu anlayışa göre; dini bayramların resmi tatil olması; ezanın okunması ve kilise çanının çalınması; Cami’de, Kilise’de ve Havra’da ibadet edilmesi; vakit namazı, Cuma namazı, bayram namazı ve cenaze namazı kılınması; diğer cenaze işlemlerinin yapılması; Kur’an Kurslarında Kur’an öğrenimi; ramazan ayında oruç tutması, televizyonlarda dini program yapması ve gazetelerin dini içerikli ekler vermesi; hac ibadetinin yapılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı ve hizmetlerini sürdürmesi laikliğe aykırıdır. Çünkü sayılan bu hususların hiç biri gizli yapılamaz, hepsinin dışa yansıyan ve zaruri olan formel yönleri vardır. Böyle bir laiklik anlayışı, hem Anayasa’mızın benimsediği laiklik analayışı ve hem de batının benimsediği ve uyguladığı demokratik laiklik anlayışı ile uyumlu değildir. Çünkü bu tür bir laiklik anlayışının karşılığı, hiçbir laik sistemde yoktur. Yine iddianamede din, aklın karşıtı olarak sunulmuş, dinin akılla bağdaşamayacağı zimmen vurgulanmıştır (İddianame, s. 12, 17, 18) böylece kişinin vicdanında yer alan kutsal ve dini değerler bir bakıma akıl dışı olarak tavsif edilmiştir.
Ve yine iddianamede (İddianame, s. 10, 11, 17) din ve bilim kelimeleri bir birinin zıttı olarak sunulmuş, bilimin dinin bittiği yerde başladığı iddia edilmiş, adeta din ve bilimin örtüştüğü hiçbir alanın olamayacağı düşüncesi işlenmiştir.
İddianamenin bir başka yerinde İslâm’ın özelliği olarak bahsedilen hususlar, bir başka yerde Siyasal İslâm’ın özelliği olarak belirtilmiş ve böylece İslâm, siyasal İslâm’a indirgenerek açıklanmıştır (İddianame, s. 114, 116) İddianamenin bir başka yerinde Şi’a’ya mahsus özellik olan takiyye tüm İslâmi inanışlar için genelleştirilmiştir. Halbuki Türkiye’deki dini anlayışa göre takiyye , dinen anlayışla karşılanan bir husus değildir.
Sonuç olarak, iddianame metninde dini ve İslâmi kavramlara ülkemizdeki akademik, dini çalışmalar ve ilahiyat birikimi gözetilmeden keyfi ve izafi anlamlar yüklenmiştir. Temel kaynaklara müracaat edilmeksizin ve herhangi bir yöntem belirlenmeksizin gelişi güzel bir şekilde kullanılmıştır.
2) “DİNDAR BİRİNİN LAİK DEVLET YAPISINI BENİMSEYEBİLECEĞİNİ” VEYA “LAİKLİĞİN DİNDARLIĞIN TEMİNATI OLDUĞUNU” SÖYLEMEK VEYA LAİKLİK KONUSUNDA DEĞERLENDİRMELER YAPMAK, LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Laiklik konusunda değerlendirmeler yapmak, “Dindar birinin de laik devlet yapısını benimseyebileceğini” veya “Laikliğin dindarlığın teminatı” veya “Laikliğin bir din olmadığını” veya “Laikliğin din ve vicdan özgürlüğünün teminatı” olduğunu söylemek, laiklik ilkesine aykırı değildir. Aksine bunları söylemek, Anayasa’da yer alan laiklik ilkesi ve gereklerine uygundur.
Laiklik ilkesi; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz, değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir niteliği (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hak ve hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir:“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’daki “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) hükmü, bunun açık bir kanıtıdır.
AK PARTİ’nin ve üyelerinin savunduğu laiklik anlayışı budur. Biz hiçbir zaman “laiklik, dinsizliktir veya laik inanca sahip olanlar dinsizdir” demedik. Bizim söylediğimiz şudur: Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik, kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hak ve hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir: “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” Bu nedenle iddia makamının, AK PARTİ’yi “Laik inanca sahip olanları dinsizlikle eşdeğer” (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşü, s. 5) tuttuğu iddiası da asılsızdır. Müddei iddiasını ispatla mükelelftir. Onun için İddia makamı, bu iddiasını ispat etmelidir. İspat için de en azından AK PARTİ ve mensuplarının söylediği bir kelime, tek bir cümle veya yapılmış tek bir vakayı delil olarak göstermek zorundadır. Ama iddia makamı, bu yönde tek bir delil dahi sunmaksızın; sadece subjektif bir beyanla partimizi ve üyelerimizi haksız ve hukuksuz bir biçimde itham etmiştir.
Sonuç olarak: Herkes laikliğin bir sistem olduğunu vurguluyor. Başbakan ve diğer parti mensupları da laiklik bir sistemdir diyor; yani aynı şeyi söylüyor. Anayasa da laikliği, bireyin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerinden biri olduğunu söylüyor. Başbakan ve diğer parti mensupları da aynı şeyi söylüyor. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan ve diğer parti mensupları da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesini benimseyebileceğini söylüyor. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakan ve diğer parti mensuplarının söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
AK PARTİ, laikliğin teminatıdır. Nitekim Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini benimsediğini, laikliğin teminatının Ak Parti olduğunu, laikliğin bir sigorta olduğunu ifade eden ve laikliğin önemine vurgu yapan sayısız konuşmaları vardır. Bunların bazıları iddianamede yer almakta (İddianame, s. 28, 30, 36) olup, bazılarını da yukarıda verdik.
AK PARTİ üyelerinin, laiklikle ilgili değerlendirmeleri, Anayasaya ve laiklik ilkesine aykırı değildir, Anayasa ve laiklik ilkesi ile uyumludur.
3) YÜKSEK ÖĞRENİM HAK VE ÖZGÜRLÜĞÜ KONUSUNDAKİ SORUNLARI TARTIŞMAK VE ÇÖZÜMÜNE DAİR ÖNERİLER GEİTRMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Siyasi ve fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik sistemlerde, iktidarda olsun veya olmasın hiçbir siyasi parti veya hiçbir siyasetçi, toplumda yaşanan sorunları görmezlikten gelemez; toplumdan yükselen çözüm taleplerine karşı kayıtsız kalamaz. Aksine bu sorunları topluma faydalı bir biçimde çözmenin yöntemlerini üretip kamuoyu ile paylaşır ve çözümü için milletten yetki ister. Bu, demokrasinin ve demokratik işleyişin bir gereğidir.
Nitekim demokratik bir ülke olan Türkiye’de, kimi öğrenciler bakımından yükseköğrenim hak ve özgürlüğünü ölçüsüz sınırlanması sorununun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazı milletvekilleri kanun teklifi vermiş ve bazı siyasi partiler ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
AK PARTİ’nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının ve diğer parti mensuplarının, bu soruna dair değerlendirme, tespit ve eleştirilerde bulunması, sorunun çözümüne dair bir arayış içinde olması normaldir ve demokratik hukuk devleti olmanın gereği Anayasa’nın teminatı altındadır.
Demokratik hukuk devletinde siyasetçilerin, demokrasi ve hukuk içinde kalarak ülke sorunlarına çözüm araması, çözüm üretmesi ve iktidarda ise sorunları çözmesi, yadsınamaz ve kınanamaz. Aksinin varit olması, o ülkenin demokratik niteliğine gölge düşürür.
Üniversitede okuyan geç kızlarımız aleyhine sonuçlar doğuran, eğitim-öğretim hak ve hürriyetini, hukuk devleti ve eşitlik ilkesi ile bağdaşmayacak biçimde sınırlayan, özgürlük alanını daraltan bir yasağı, bir sorunu konuşmak ve bunun çözümüne dair Anayasa ve yasalara uyarak ve hukukun içinde kalarak çözüm aramak, Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı değildir. Kaldı ki AK PARTİ mensuplarının yaptığı açıklamalar ile Türkiye Büyük Millet Meclisindeki yasama faaliyetleri kapsamındaki çalışmalar, Anayasa ve hukukun tanıdığı yetki ve sınırlara uyarak yapılmıştır.
4) ÜNİVERSİTEYE GİRİŞTEKİ KATSAYI SORUNUNU KONUŞMAK VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRMEK LAİKLİĞE AYKIRI DEĞİLDİR
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu” sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik. Bu yaklaşım, laikliğe karşıtlık değil laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimini icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur.
Devletin gözetim, denetim ve yönetimindeki meslek liselerinden İmam Hatip Lisesinde okumayı tercih eden kişilerin ve velilerinin, salt bu okulları tercileri nedeniyle laik sistemi benimsememekle itham edilmesi veya bunların laik sistem için tehlike görülmesi ve gösterilmesi, büyük bir haksızlık ve hukuksuzluktur. Laiklik ilkesi, müfredatında dini konular bulunan bir Devlet okulunda eğitim ve öğretim görmeyi tercih eden öğrencileri ve velilerini veya bu öğrencilerin sorunlarının çözümü konusunda değerlendirme ve çalışma yapılmasını, yasaklamaz. Aksine laiklik, bu tercihlerin ve bu okulların teminatıdır.
Bir yandan Devletin kurduğu yüzlerce İmam Hatip Lisesi eğitim ve öğretimini sürdürürken ve bu durum Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmezken, diğer yandan bu okulların ve buralarda okuyan öğrencilerin ve bu okullar nedeniyle mağdur edilmiş bulunan öteki meslek liselerinin sorunlarını konuşmak ve çözümü için yasal zeminde çalışma yürütmeyi Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görmek ve bu sorunları konuşup çözüm arayan siyasetçilerin siyasi yasaklılığını ve üyesi bulundukları partinin de kapatılmasını talep ve dava etmek, temel bir hukuk ve mantık çelişkisi değil midir? Ayrıca Anayasa değişmediği halde, 1998’e kadar yapılan bir uygulamanın, 1998’den sonra Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı hale gelmesi ve bunun parti kapatma nedeni olarak görülmesi ve gösterilmesi diğer bir çelişkidir. Eğer bugün 1998 öncesindeki uygulamayı istemek parti kapatma nedeni sayılırsa, 1998’den önce hükümet etmiş bütün partilerin de kapatılması gerekmez miydi?
Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, adalet terazisinde söyleyene göre tartılmaz.
Kaldı ki bu konudaki açıklamalarda; laikliğe aykırı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine bu açıklamalarda; laiklik ilkesini kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak, laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme, tespit ve yaklaşım vardır.
5) YÜRÜRLÜĞE GİRMİŞ ANAYASA VE YASA DEĞİŞİKLERİNİN UYGULANMASI GEREKTİĞİNİ SÖYLEMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Anayasa ve yasa değişiklikleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilip, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer (Anayasa, m. 89; 175).
Anayasa’nın 10 ve 42’inci maddesinde yapılan değişiklikler; Anayasa ve İçtüzük’e uygun yasalaşmış ve yürürlüğe girmiştir.
Anayasa, herkesi bağlayıcı, en üstün hukuk normudur. Nitekim “Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı 11. maddesine göre; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.”(Anayasa, m. 11)
Anayasa hükümleri, açık ve uygulanma kabiliyeti varsa doğrudan uygulanabilir. Nitekim bu nitelikleri taşıyan Anayasa’nın bazı hükümleri, doğrudan uygulamıştır. Örneğin, Anayasa’nın; “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan yükümlülüğünü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz.” (Anayasa, m. 38/8), “Ölüm cezası … verilemez.” (Anayasa, m. 38/10), “İspat hakkı” (Anayasa, m. 39), “Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin Anayasa’nın 102’inci maddesi ve Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine ilişkin 104’üncü maddeleri doğrudan uygulanmışlardır.
Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay; Anayasa hükmünün yeterince somut ve açık olması halinde doğrudan uygulanabileceğine dair muhtelif kararlar vermişlerdir.
Bir milletvekilinin; yürürlülükteki bir Anayasa hükmünün herkes için bağlayıcı olduğunu ve uygulanması gerektiğini ifade etmesi, ne laikliğe ve ne de Anayasa’ya aykırıdır.
Değişik milletvekillerinin Anayasa değişikliklerinin uygulanması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri; Anayasa’nın 11’inci maddesinin farklı bir üslupla tekrarı niteliğindedir. Anayasaya veya laiklik ilkesine aykırı değildir.
6) KİŞİ, ORGAN, KURUM, KARAR, SORUN, YASA VE OLAYLARI ELEŞTİRMEK LAİKLİK İLKESİNE AYKIRI DEĞİLDİR
Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, insan hak ve özgürlükleri içinde hayat hakkıyla birlikte en önemli olanıdır.
Düşünceyi özgürce ifade hürriyeti olmadıkça düşünce edinmeye yarayan hürriyetler ve kanaat hürriyeti fazla bir anlam taşımaz.
Eleştiri hakkı da kaynağını düşünce hürriyetinden alır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre düşünce özgürlüğü; sadece kabul gören veya zararsız veya önemsiz bilgiler, haberler veya fikirler için değil aynı zamanda eleştiri niteliğindeki fikirler için de geçerlidir. Eleştiri mahiyetindeki düşüncelerin, bir övgüyü içermeyeceği, eleştirilen için bir hoşgörüyü gerekli kılacağı açıktır. Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, yasa, organ, kurum, kuruluş, makam, karar, sorun, olay, iş veya işlem yoktur. Olamaz da.
a) Cumhurbaşkanının görüşlerini eleştirmek laiklik ilkesine aykırı değildir
Cumhurbaşkanının görüş ve kararlarını eleştirmek, demokratik hukuk devletinin gereğidir, laiklik ilkesine aykırı değildir.
İddia makamı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (iddianame, s.28, 52 ve 53) ile Bülent Arınç (İddianame, s. 62-63)’ın Cumhurbaşkanının görüşlerine dönük eleştirilerini, laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak kabul etmiştir.
Halbuki eleştirinin muhatabı, Cumhurbaşkanının görüşleridir, şahsı veya laiklik ilkesi değildir.
b) Milletvekillerinin hükümeti eleştirmesi ve Başbakanın eleştirilere cevap vermesi laiklik ilkesine aykırı değildir
Milletvekillerinin bir tutumu nedeniyle partilerini veya hükümeti eleştirmesi ve eleştiriye muhatap olanların da buna cevap vermesi, laiklik ilkesine aykırı değildir. Kaldı ki bu eleştirilerin muhatabı, laiklik değil hükümettir. Cevabın muhatabı da laiklik değil, eleştiri yönelten milletvekilleridir. Konunun laiklikle ilgisi yoktur.
İddianamede; eski milletvekillerinden Ersönmez Yarbay, Mehmet Elkatmış, Eyüp Sanay, Abdullah Çalışkan ve Resul Tosun’un, AİHM’in 4. Dairesinin kararının onanmasını istemesi nedeniyle hükümeti eleştirmişlerdir (İddianame, s. 90, 92). Bu eleştirileri de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan cevaplandırmıştır (İddianame, s. 38, 51) İddia makamının mantığıyla baktığınızda lehe olacak bu hususlar bile aleyhe değerlendirilmiştir.
c) Siyasi partileri ve siyasetçileri eleştirmek laiklik ilkesine aykırı değildir
Partiler arası siyasi rekabet, çoğulcu demokratik hayatın bir gereğidir. Partilerin rekabet yaparken, birbirlerini eleştirmesi, daha iyi proje ve çözüm konusunda yarışması demokrasinin icabıdır.
Bir siyasi parti Genel Başkanının, diğer bir parti Genel Başkanını eleştirmesi veya eleştirilerine cevap vermesi veya başka partililerin birbirini veya karşılıklı partilerini eleştirmeleri, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasa’ya aykırıdır.
İddia makamı; Başbakanın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a dönük eleştiri ve cevapları (İddianame, s. 28, 29, 49 ve 53) ile Burhan Kuzu’nun CHP milletvekillerine cevapları (İddianame, s. 101)nı, laiklik ilkesine aykırı bulmuştur. Bir iktidar partisi Genel Başkanının, kendisini eleştiren Anamuhalefet Partisi liderini eleştirmesi veya bir milletvekilinin diğer parti milletvekilini eleştirmesinin, laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Aksinin kabulü siyaseti işlemez hale getirir. Partiler veya siyasiler arasında geçen tartışmalardan ve bu tartışmalarda bir birlerine karşı söylediklerinden, laiklik aleyhtarlığı sonucuna varılamaz. Çünkü bu eleştiri ve tartışmaların hiç birisinin muhatabı laiklik değildir. Muhatap siyasi parti veya parti mensuplarının laiklik hakkındaki görüşlerinin eleştirilmesi, laikliğin eleştirisi değildir. Bu, sadece o partinin veya parti üyelerinin anlayışının eleştirisidir. Eğer CHP’nin veya MHP’nin laiklik görüş ve yorumunu eleştirmek laikliğe aykırı kabul edilirse, o zaman çoğulcu demokratik siyasi hayatın işlemesi mümkün olmaz. Bu anlayış, siyaseti ve siyasi partilerin varlığını anlamsız kılar.
d) Mahkeme başkanlarının görüşlerini eleştirmek laiklik ilkesine aykırı değildir
Mahkeme Başkanlarının görüşlerini eleştirmek, laiklik ilkesine aykırı değildir.
Fakat iddia makamı, aksi görüştedir. Çünkü iddianamede; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (İddianame, s. 37), Bülent Arınç (İddianame , s. 55-59), İrfan Gündüz (İddianame, s. 83) ve Mehmet Çiçek’(İddianame, s. 83)’in, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in görüşlerini eleştiren düşünce açıklamaları ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Yargıtay eski Başkanı Eraslan Özkaya’nın görüşlerini eleştiren düşünce açıklamalarını (İddianame, s. 27) , laikliğe aykırı eylem olarak kabul ve takdim edilmiştir.
Mahkeme Başkanlarının görüşlerinin eleştirisinin, laiklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Demokratik hukuk devletinde, görüşü eleştirilmez kişiler yoktur.
e) Mahkeme kararlarını eleştirmek laiklik ilkesine aykırı değildir
Mahkeme kararları da eleştirilebilir. Mahkeme kararlarının bağlayıcı olması, onların eleştirilmez olduğu anlamına gelmez. Nitekim Yüksek Mahkeme’nin pek çok değerli Başkanı da aynı kanaattedirler. “Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı olması, onların eleştirilemez olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle, mahkeme kararlarına uyma yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını ortadan kaldırmamaktadır. Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da eleştirilebilmesi doğaldır. Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı durumlarda, azlık oyu kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı hukuki düşünceyi oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi’nin işin esasına girerek reddettiği konularda on yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda bulunulabilmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunun bir diğer kanıtıdır.
Bir hukuk devletinde, mahkeme kararlarının gerek akademik çevrelerde, gerekse uygulayıcılar tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve yararlıdır. Bu tür eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman vardır. Bununla birlikte, doğruyu bulmak adına yapılacak eleştirilerin belirli bir düzeyde ve nitelikte olması gerektiği de kuşkusuzdur.” (Tülay Tuğcu, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı, Anayasa Mahkemesi’nin 44. kuruluş günü töreni konuşmasından)
Mahkeme kararlarının eleştirisi, laiklik ilkesine aykırı değildir. Ancak hakikat bu olmasına karşın iddia makamı;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (5 adet) (İddianame, s. 42, 43, 44, 45); Bülent Arınç (2 adet) (İddianame, s. 63, 64, 65), Abdullah Gül (3 adet) (İddianame, s.66, 67, 68, 69), Hüseyin Çelik ( 2 adet) (İddianame, s. 72-73), Tayyar Altıkulaç (İddianame, s. 78), Ömer Özyılmaz (İddianame, s. 78), Sadullah Ergin (İddianame, s. 78-79), Asım Aykan (İddianame, s. 80), Egemen BAĞIŞ (İddianame, s. 92) , Resul TOSUN (İddianame, s. 92-93) ve Hayati Yazıcı (İddianame, s. 93)’nın , AİHM’in Leyla Şahin kararını,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (2 adet) (İddianame, s. 45 ve 47), Abdullah Gül (İddianame, s. 70), Mehmet Çiçek (iddianame, s. 83-84), Hasan Kara (İddianame, s. 94) , Selami Uzun (İddianame, s. 94), Muzaffer Külcü (İddianame, s. 94)’ünün Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararını,
Ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan(İddianame, s. 54), Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili kararını,
Eleştirmelerini, laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak kabul ve takdim etmiştir.
İddia makamının bu yaklaşımı, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi’nin kabullerine de aykırıdır.
f) YÖK’ü ve uygulamalarını eleştirmek laiklik ilkesine aykırı değildir
YÖK’ü ve uygulamalarını eleştirmek, düşünceyi açıklama hürriyeti kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin teminatı altındadır.
YÖK ve uygulamaları ile üniversitenin ve öğrencilerin sorunları ve çözümü konularında siyasetçilerin değerlendirme, tespit ve eleştirilerde bulunmaları, laiklik ve Anayasaya aykırı değildir. Aksine ifade hürriyetinin gereği olup, demokratik hukuk devletinin teminatı altındadır.
İddia makamı, anayasal ve yasal teminatları yok sayarak; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (İddianame, s. 49, 51, 52, 53, 54,), Bülent Arınç (İddianame, s. 60-62), Cavit Torun (İddianame, s. 79-80), Akif Gülle, (İddianame, s. 85), Musa Uzunkaya (İddianame, s. 89), Sadık Yakut (İddianame, s. 93) ve Muzaffer Gülyurt (İddianame, s. 98)’un, YÖK’ü ve uygulamalarını, YÖK Başkanını, Üniversiteler Arası Kurul’u ve bazı öğretim üyelerini eleştirmesini, laiklik ilkesine aykırı bir eylem olarak kabul ve takdim etmiştir.
g) Basının veya başka kişileri eleştirilmek laiklik ilkesine aykırı değildir
Siyasi partiler ve siyasi parti mensupları, hem basını ve hem de kendilerini eleştiren veya eleştirmeyen kişileri de eleştirebilirler. Eleştiriler, bazen kendileri hakkındaki yanlış ve kasıtlı habere dayanabileceği gibi, bazen de ülke sorunları konusunda yanlış ve yanlı yaklaşımları nedeniyle de yapılabilir.
Basının veya başkaca kişilerin eleştirilmesi, laiklik ilkesine aykırı değildir.
Buna rağmen iddia makamı, basının veya başkaca kişilerin eleştirilmesini, eleştiride kullanılan cümleler nedeniyle laikliğe aykırı eylemler olarak kabul ve iddia etmiştir.
Örneğin, iddia makamı; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (İddianame, s. 49, 51 ve 53), Mehmet Cemal Öztaylan (İddianame, s. 97), Hüseyin Tanrıverdi (İddianame, s. 99), Bekir Bozdağ ve Recep Akdağ (İddianame, s. 102)’ın laiklikle hiçbir ilgisi olmayan; sadece basının yalan ve yanlış haber ve yorumlarına dönük eleştirilerini, laiklik ilkesiyle irtibatlandırmış ve Anayasa’ya aykırılığını kabul ve iddia etmiştir.
h) Ülkenin değişik sorunları hakkında değerlendirme, tespit ve eleştiriler yapmak laiklik ilkesine aykırı değildir
Demokratik bir hukuk devletinde siyasi partilerin ve parti mensuplarının, ülke sorunları, yasalar ve uygulamalara dair tespit, değerlendirme ve eleştirilerde bulunması ve kendi çözüm önerilerini insanların bilgi ve onayına sunması; siyasi parti, örgütlenme ve siyasal ifade özgürlüğünün gereğidir. Bu gereklilik, “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26)nin doğal bir sonucudur. Anayasa’nın herkese tanıdığı düşünme ve düşündüğünü açıklama ve yayma hak ve hürriyetini, buna en fazla gereklilik duyan siyasi parti, Genel Başkan, Başbakan, Bakan, milletvekili ve siyasi parti üyelerinden esirgediği düşünülemez.
İddia makamı, demokratik bir hukuk devletinin teminatı altında olan siyasal düşünce özgürlüğü kapsamında kalan değerlendirme, tespit, eleştiri ve tavsiyeleri, laiklik ilkesine aykırı görmüş ve göstermiştir. Örneğin; kadın hakları (İddianame, s. 35 ve 39), eğitim nedeniyle yurt dışına giden döviz (İddianame, s. 37), kamusal alan (İddianame, s. 35-36 ve 55), teşkilata öğütler (İddianame, s. 43, 46 ve 47), özgürlük (İddianame, s. 45, 60, 67), din adamı ihtiyacı (İddianame, s. 54), af (İddianame, s. 54), AB İlerleme Raporu (İddianame, s. 66), din eğitimi (iddianame, s. 78), hükümet icraatları (İddianame, s.84-85), genel sorunlar ( İddianame, s. 89, 96 ve 98), yasalar (İddianame, s.97,98 ve 99) gibi konulardaki değerlendirme, tespit ve eleştirileri iddia makamı, laiklik ilkesine aykırı kabul ve takdim etmiştir.
Halbuki bu değerlendirme, tespit ve eleştirilerin hiç birisi, laiklik ilkesine aykırı değildir. Ülke sorunlarına dair değerlendirme, tespit ve eleştiri hak ve hürriyeti, demokratik hukuk devletinin gereği olup Anayasanın teminatı altındadır.
Sonuç olarak iddia makamı, AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan ile diğer partililerin sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki onlar söylemiş gibi takdim etmiş ve bu sözlerden dolayı da partimiz mensuplarının siyasi yasaklılığını ve partimizin kapatılmasını talep ve dava etmiştir.
Ayrıca iddia makamı; muhatapları belli olan ve muhatapları kesinlikle laiklik olmayan düşünce açıklamalarına laikliği muhatap kılmış; açık ifadelerde gizli anlam aramış veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemiş ve bu suretle her açıklamayı laiklik aleyhinde bir beyana (Kendince) dönüştürmüştür. Bu, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hukuken ve fiilen kabulü mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir. Çünkü iddianamedeki beyanlar, yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Hukuk devletinde iddia makamı kişileri, kedi yaptığı yorum ve değerlendirmelerle değil de onların yaptıklarıyla itham eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Neticeten her hangi bir konuda değerlendirme, tespit ve eleştiride bulunmak, ifade hürriyeti kapsamındadır. İfade hürriyeti, demokratik hukuk devletinin tanıyıp teminat altına aldığı temel bir hak ve hürriyettir. Demokratik hukuk devletlerinde; “Cumhurbaşkanı, hükümet, muhalefet partileri, mahkeme başkanları, mahkeme kararları, milletvekilleri, basın, YÖK, ülke sorunları ve yasalar eleştirilmez; aksi takdirde laiklik ilkesine aykırı olur” biçiminde kurallar yoktur. Aynı şekilde Anayasamızda da benzer kurallar yoktur. Aksine hukukumuza göre; herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı organları; mahkeme kararları; Cumhurbaşkanı, hükümet, mahkeme başkanı, siyasi partiler ve genel başkanları, YÖK başkanı, milletvekilleri, diğer kişiler ve basının görüşleri ile ülkenin değişik sorunları ve uygulamalarının değerlendirilmesi ve eleştirisi de mümkündür.
Demokratik hukuk devletlerinde; tabu organ, mahkeme, kurum, kişi ve kararlar olmadığı gibi, tabu niteliğinde eleştirilmez görüş, konu ve kararlar da yoktur. Her şey eleştirilebilir. Sadece otoriter ve totaliter rejimlerde; tabu ve eleştirilmez organ, mahkeme, makam, kurum, kuruluş, kişi, konu ve kararlar vardır.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir.
Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan dahil partimiz üyeleri de aynı hak ve hürriyete sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan ve diğer parti mensuplarından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakan ve AK PARTİ üyelerinin de; Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, YÖK Başkanı, anamuhalefet ve muhalefet partileri Genel Başkanları, basın ve diğer kişilerin de Cumhurbaşkanının görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve hürriyeti vardır. Ayrıca mahkeme kararlarını da eleştirme hak ve hürriyetleri vardır. İddia makamının yorumları, bu hak ve hürriyetleri sınırlandıramaz, kullanılmaz hale getiremez ve yok sayamaz. Anayasa ve yasalara uygun bir durum, sadece iddia makamının iddiasıyla Anayasaya aykırı hale gelmez.
D- AK PARTİ YETKİLİ ORGANLARININ AÇIKÇA VEYA ZIMNEN BENİMSEDİĞİ HİÇBİR EYLEM VEYA SÖYLEM YOKTUR
Bir siyasî partinin Anayasa’nın 68’ inci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü kapatılabilmesini Anayasa; 68’inci maddenin 4’üncü fıkrasına aykırı fiillerin parti üyelerince işlenmiş olması, partinin yetkili oranlarının işlenmiş bu fiilleri açıkça veya zımnen benimsemiş olması ya da partinin yetkili organlarının bu fiilleri doğrudan ve kararlılık içinde işlemiş olması, parti üyelerinin işlediği ve parti yetkili organlarının benimsediği fiiller ile parti yetkili organlarının doğrudan ve kararlılıkla işlediği fiillerin belli bir yoğunluğa erişmiş olması ve Anayasa Mahkemesi’nin odak olmanın koşullarının gerçekleştiğini tespit etmesi şartlarının birlikte varlığına bağlıdır.
Bir siyasi parti üyesinin işlediği fiilin, partiye isnat edilebilmesi için, partinin yetkili organları tarafından açıkça veya zımnen benimsenmiş olması şarttır. Aksi takdirde üyenin fiili, partiye isnat edilemez.
Açıkça benimseme, Anayasada sayılan parti organ ve kurullarının sözlü veya yazılı beyanlarıyla veya kararlarıyla parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini benimsediklerini ortaya koymasıyla olur.
Örtülü (zımni) benimseme ise, yetkili parti organ ve kurullarının, parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini bildikleri halde susma veya engelleyici bir harekette bulunmama suretiyle, yani hiçbir işlem yapmayarak bu eylemleri örtülü biçimde onaylamalarıyla olur.
Parti yetkili organ ve kurulların bilgisi dahilinde olmayan üye eylemlerinin benimsendiğinden söz edilemez.
Öte yandan, örtülü benimsemenin tespitinde, parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerinden parti yetkili organlarının müdahale edebilecek sürede haberdar olduklarının ve yine de müdahalede bulunmadıklarının kesin olarak ispat edilmesi gerekir.
İlk cevabımızda, esas hakkındaki cevabımızda ve sözlü cevaplarımızda ifade ettiğimiz gibi AK PARTİ üyelerinin, Anayasa’nın 68’inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı işlenmiş ve partimizin yetkili organlarınca açıkça veya zımnen benimsenmiş hiçbir eylem veya beyanı yoktur. Nitekim partimiz hakkında açılan davada iddia makamı, parti üyelerine ait olduğu belirtilen “eylemler”in parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair hiçbir delil sunamamıştır.
1) AK PARTİ’nin yetkili organları iddianın aksine laiklik ilkesinden yana tavır koymuştur
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik niteliğine bağlıdır. Bütün eylem ve söylemlerinde laiklikten yana tavır koymuş ve laiklik ilkesiyle uyumlu icraatlarda bulunmuştur. Şöyle ki:
a) AK PARTİ, Anayasa’ya uygun laiklik anlayışını benimsediğini açıkça parti programına koymuştur:
- “Dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür.
- Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır,
- Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar.
- Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
- Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.
- Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tabi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur.”
- Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak da kabul edilemez (AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m. 2.1, s. 2)
b) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sayısız konuşmasında, kendisinin ve partisinin laiklik anlayışını açıklıkla ifade etmiş, beyanları ve eylemleriyle cumhuriyetimizin laik niteliğinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Bu konuşmalardan bazılarına yukarıda yer verilmiştir.
c) AK PARTİ üyelerinin çoğunlukta bulunduğu yasama organının kabul ettiği sayısız kanunla, cumhuriyetimizin nitelikleri daha da güçlendirilmiştir. Ceza hukukçuları ve pek çok hukukçu tarafından rejimin asıl karakterini gösteren (diğer bir ifadeyle rejimin anayasası diye nitelenen) yasalar olarak nitelenen ceza mevzuatı, bu dönemde baştan aşağı yenilenmiştir. Bu meyanda Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yasalaştırılmıştır. Bunlar dışında da sayısız kanun değişikliği yapılmıştır. Yapılan her düzenleme, cumhuriyetimizin niteliklerini biraz daha güçlendirmiştir.
d) AK PARTİ iktidarları döneminde, hiç kimsenin siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal vb. yaşamına asla müdahale edilmemiş ve başkalarının müdahalesine de imkan verilmemiştir. Bugün hiç kimse, AK PARTİ hükümetleri döneminde, benim tercihlerim veya yaşantım laiklik ilkesinin sağladığı teminatlar yok edilerek daraltılmış veya zorlaştırılmıştır iddiasında bulunamaz. AK PARTİ hükümetleri yaptıkları icraatlarla, cumhuriyetimizin bütün niteliklerinin daha da güçlenmesini temin etmiştir. Ayrıca laiklikle ilgisi olmadığı halde, laiklikle ilişkilendirilen kimi faaliyetlerini ise derhal durdurmuş veya iptal etmiştir. Örneğin; Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Müfredatı ile ilgili çalışmalar iptal edilmiş ve Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısından vazgeçilmiştir. Ayrıca Mahkeme kararlarıyla iptal edilen konular, yeniden gündeme getirilmemiştir.
e) Avrupa Birliği, laik sistemin sahibi ve de uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip Avrupa Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükseltilmiştir. Avrupa Birliği üyeliğinden yana tavır koymak, açıkça laiklikten yana tavır koymaktır.
f) Yerel Yönetimler üzerinde hükümetin vesayet denetimi olduğundan, AK PARTİ hükümetleri, yerel yönetimlerin faaliyetlerini Anayasa ve yasalara uygun yürütmelerine özen göstermiştir. Kamuoyunda, laiklikle ilişkilendirilen yerel yönetim faaliyetleri ile ilgili derhal idari tahkikatlar başlatılmış ve ilgililer hakkında gerekenler yapılmıştır. İddianamedeki yerel yöneticilerle ilgili iddiaların kamuoyuna intikal edenlerin tamamı hakkında idari tahkikat yaptırılmıştır.
Ayrıca bazı yerel yöneticiler, laiklikle ilişkilendirilmeye çalışılan kimi faaliyetlerinden Bizzat Kendileri Vazgeçmiştir. Örneğin; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah DEMİRCAN (İddianame, s. 104’teki iddia ile ilgili olan) “Çocuklara Trafik Bilgileri ve Eğitimi” kitabını toplatmış, eleştirilen metinleri çıkartmış, akabinde kitabı yeniden bastırmış ve dağıttırmıştır. Aynı şekilde, Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman (İddianame, s. 106’daki iddia ile ilgili olan) “Küçük Gezgin, Güller Ve Halılar Diyarı Isparta’da” adlı kitabı toplatıp, imha ettirmiş, eleştirilen kısımları çıkarttırıp kitabı yeniden bastırmış ve dağıttırmıştır.
g) AK PARTİ, bazı belediyelerin eleştirilen faaliyetleri nedeniyle belediye başkanlarını uyarmıştır. Nitekim AK PARTİ Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan “AK PARTİ’li belediyelerin kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar” nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve “Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar” konulu genelgeyi bütün AK PARTİ’li belediye başkanlarına göndermiştir:
“Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek, başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza, partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.”
h) AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan (Genel Başkanlık bir parti organıdır) ve pek çok AK PARTİ üyesi, basın yayın organlarında yer alan pek çok haberi tekzip etmiştir. Tekzip ve düzeltme, basında yer alan haber ve yorumun yalanlanması anlamına geldiği gibi, tekzip edilen veya düzeltilen haberde veya yorumda yer alan düşüncelerin de tekzip eden veya düzelten kişi tarafından kabul edilmediği, reddedildiği anlamına da gelir. Bu gerçeğe rağmen tekzip edilen veya düzeltilen açıklamaların iddianamede yer almıştır. Bu hususta detaylı bilgi, delillerin değerlendirilmesi bölümünde verilmiştir.
ı) AK PARTİ, bazı olaylarda da bizzat disiplin mekanizmasını işleterek tavır koymuştur. Örneğin:
1) İddianamenin 84’üncü sayfasında yer alan ve EK-101’de delili sunulan beyanlarından dolayı Mehmet Çiçek hakkında, konuşmayı kendi adına yapmış olmasına ve basında çıkan haberleri de tekzip etmiş olmasına rağmen AK PARTİ Meclis Grup Başkanlığı Grup Yönetim Kurulu 16.02.2006 tarih ve 40 sayılı yazısı ile derhal ön inceleme başlatmış, Mehmet Çiçek’in savunmasını almış ve sonuçta ikaz edilmesine karar verilmiş ve gerekli ikazlar da yapmıştır.
2) Konya milletvekili Hüsnü Tuna, AK PARTİ adına değil şahsı adına konuşmasına ve de konuşmasını da tashih etmesine rağmen AK PARTİ Meclis Grup Yönetimi, hem Hüsnü Tuna’nın görüşlerine katılmadığını açıklamış ve hem de hakkında inceleme başlatmıştır. Yapılan incelme sonunda Hüsnü Tuna “Uyarma” ile cezalandırılması istemiyle Müşterek Disiplin Kuruluna sevk edilmiştir. Parti Müşterek Disiplin Kurulu da, Hüsnü Tuna’nın “Uyarma” ile tecziyesine karar vermiş ve bu karar da kesinleşmiştir
3) 2004 Yılı mahalli idareler seçimi öncesi yapılan seçim çalışmalarında, Niğde Ulukışla İlçesinde “İktidarla el ele 84 yıllık karanlığa son” sloganını kullandıkları iddia edilen Ali Tekin, Ali Uğurlu, Mustafa Burma, Kamil Ünal Ve Yusuf Uğurlu hakkında Ak Parti Teşkilat Başkanlığının talimatıyla derhal tahkikat başlatılmış. Tahkikat sonunda, Ali Uğurlu, Mustafa Burna ve Kamil Ünal o tarihte parti üyesi olmadıklarından, Ali Tekin de ilçe başkanlığından ayrılmış olduğundan herhangi bir disiplin cezası verilmemiş; ancak parti üyesi olan Yunus Uğurlu Niğde İl Disiplin Kurulu’nun 22.03.2004 tarihli kararı ile partiden kesin ihraç edilmiş ve bu karar da kesinleşmiştir.
4) Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen ‘Hafızlık Taç Giyme Töreninde’ yaptığı konuşma nedeniyle (İddianame, s. 106) -konuşmasının şahsi görüşü olduğunu açıkladığı ve basına düzeltme gönderdiği halde- AK PARTİ Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi, söz konusu konuşma metni, CD’si veya bu konuya dair açıklamaları derhal AK PARTİ Yerel Yönetimler Başkanlığına gönderilmesini bir yazıyla istemiş ve bir inceleme başlatmıştır.
Sonuç olarak; AK PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar döneminde; milletimize ve devletimize yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine, cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine ve milletimize hizmetin odağı olmuştur. AK PARTİ ile hem devletimiz, hem cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun tanığı, Türk milletidir. Bilinmelidir ki AK PARTİ’nin gizli bir anlayışı, gizli bir tüzüğü, gizli bir programı ve gizli bir niyeti yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır.
E- AK PARTİ’NİN YETKİLİ ORGANLARINCA DOĞRUDAN VE KARARLILIKLA İŞLENMİŞ HİÇ BİR EYLEMİ VEYA BEYANI YOKTUR
Bir siyasi partinin, Anayasa’nın 69 uncu maddesinin 6 ncı fıkrasında sayılan organlarının, Anayasa’nın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasındaki yasaklara aykırı eylemleri kararlılık içinde işlemeleri halinde de, o parti söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre; odak haline gelme durumunun belirlenmesinde eylemleri esas alınacak parti organ ve kurulları şunlardır:
Büyük kongre,
Genel başkan,
Merkez karar veya yönetim organları,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup yönetim kurulu.
Bu davada partimiz yetkili organlarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar yoktur. Anayasada sayılan yetkili organlardan sadece Genel Başkan “tek kişi”dir, diğer organlar “kurul” niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların eylemlerinden söz edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması zorunludur. Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı dahi bulunmamaktadır.
AK PARTİ Genel Başkanının laikliğe aykırı hiçbir eylemi yoktur. İddianamede yer alan isnatlar, eylem değil söylemdir. Kaldı ki bu söylemlerden kimisinin aslı yok, kimisi tekzip edilmiş, kimisi iddia makamı tarafından oluşturulmuş veya yorumla başkalaştırılmıştır. AK PARTİ Genel Başkanın beyanları, laiklik ilkesine aykırı değildir, “Düşünce ve kanaat hürriyeti”(Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devleti olmanın gereği Anayasa’nın teminatı altındadır.
F- BU DAVADA ANAYASA’NIN ARADIĞI “YOĞUNLUK” VE “KARARLILIK” İÇİNDE İŞLENMİŞ OLMASI KOŞULLARI DA GERÇEKLEŞMEMİŞTİR
Bu davada “yoğunluk” ve “kararlılık” şartları gerçekleşmemiştir: Odak olma için Anayasanın aradığı “yoğunluk” ve “kararlılık” şartlarının gerçekleşebilmesi için değişik zamanlarda ve değişik yerlerde Anayasaya aykırı fiillerin sıklıkla ve ısrarla icra edilmiş olması gerekir.
Oysa bu davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı şey, her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadelerin abartılarak tekrarlanması suretiyle “yoğunluk” ve “kararlılık” şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimini vermekten ibarettir.
AK PARTİ üyelerinin ve yetkili organlarının, laikliğe aykırı herhangi bir söylemi veya eylemi yoktur. Olmayan eylem veya söylemlerin yoğunluğundan söz etmekte mümkün değildir.
VI- AK PARTİ DEMOKRATİK DÜZEN İÇİN TEHLİKE DEĞİLDİR.
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası’nın 2’inci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik … bir … devlettir…”
“Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı… bir idare biçimidir.” (Anayasa Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, Sahife: 301)
Siyasal iktidarın hür ve rekabetçi bir ortamda millet iradesine göre belirlenmesini ve el değiştirmesini öngören demokrasilerde, siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez bir unsurudur. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre de “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” (Anayasa, m. 2-3)
“İnsanlar, ciddi bir cezalandırma tehdidi altında olmaksızın, geniş anlamıyla siyasal meseleler ve ülke sorunları hakkında, görevlilerin ve yönetenlerin, rejimin, sosyoekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade etme hakkına sahiptirler.
İnsanlar, siyasal partiler ve çıkar grupları da dahil, görece özerk kuruluşlar ve örgütler oluşturma hakkına da sahiptirler. (Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, Çeviren: Levent KÖKER, Yetkin Yayınları, Ankara-1996, Sahife: 281)
“Demokrasi açık tartışmaya, ikna ve uzlaşmaya dayanır. Tartışmada demokratik vurgu, sadece farklı görüşlerin olması değil aynı zamanda farklı görüşlerin açıklanma ve dinlenme haklarıdır. Vatandaşlar arasında eşitliği olduğu kadar toplum içinde çoğulculuk ve farklılığı da öngörür demokrasi. Ortaya çıkan farklılıkları çözmenin demokratik yolu tartışma, ikna ve uzlaşmadır; basitçe güç kullanımı veya zorla kabul ettirme değildir. Demokrasiler sık sık “Konuşma dükkanları” olarak karikatürize edilmektedir.” (David BEETHAM-Kevin BOYLE, Demokrasinin temelleri, Çeviren: Vahit BIÇAK, Liberte Yayınları, Ankara – 1995, Sahife: 4)
“Demokrasi temel özgürlükleri güvence altına alır. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmelerinde ifadesini bulan ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, hareket özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi haklar ve özgürlükler olmadan sosyal farklılıkları açıklama ve çözme metodu olan açık tartışma söz konusu olamaz.” (David BEETHAM-Kevin BOYLE, Demokrasinin Temelleri, Çeviren: Vahit BIÇAK, Liberte Yayınları, Ankara – 1995, Sahife: 5)
AK PARTİ, 14 Ağustos 2001 tarihinde demokrasinin gereği olarak kurulmuş ve demokratik usulle de iktidar olmuştur. AK PARTİ, hem kuruluşunu ve hem de iktidar oluşunu demokrasiye ve Türkiye’deki demokratik hukuk devleti anlayışının işlemesine ve işletilmesine borçludur.
Varlığını ve iktidarını demokrasiye borçlu olan AK PARTİ’nin demokrasi ve demokratik düzen için bir tehlike oluşturduğunu iddia etmek abesle iştigaldir. Varlık sebebi ve kuruluş gayesi demokrasiyi geliştirip pekiştirmek suretiyle temel hak ve özgürlükleri daha iyi korumak olan bir siyasi partinin demokrasiye tehlike teşkil etmesi düşünülemez.
AK PARTİ, kurulduğu günden bugüne, cumhuriyetimizin demokratik niteliğini güçlendirmek için çalışmış ve bu yolda da önemli mesafeler almıştır. Demokrasimizi güçlendirmek amacıyla pek çok anayasal ve yasal düzenlemeler yapmıştır. Ancak Anayasa’yı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaştığı halde bugüne kadar hiçbir Anayasa hükmünü tek başına değiştirmemiş, uzlaşmayla değiştirme yolunu tercih etmiştir. Anayasa değişikliklerinin birisini ANAP ve DYP’nin, birini MHP, DTP, BBP ve bağımsızların ve diğerlerinin tamamını ise CHP’nin desteğiyle yapmıştır. Ayrıca AK PARTİ’nin iktidarda olduğu dönemde bir mahalli idareler seçimi, bir milletvekili genel seçimi ve bir de referandum gerçekleştirilmiş ve hepsi de usul ve yasalara ve demokratik düzenin gereklerine uygun ve güven içinde cereyan etmiştir.
AK PARTİ hükümetleri, Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle entegrasyonu için gece gündüz çalışmıştır. Bu yönde önceki iktidarlar döneminde başlatılan reform süreci hızlandırılarak, başta Anayasa olmak üzere yasalar ve diğer hukuk kurallarındaki değişiklikler birbiri ardına çıkarılmıştır. Nitekim, Avrupa Komisyonu’nun yıllık ilerleme raporlarında bu gelişmelerden duyulan memnuniyet açıkça dile getirilmiştir. Kısacası, Kopenhag siyasi kriterleri arasında yer alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çok önemli ilerlemeler sağlayan ve bu yolla ülkeyi AB’ye bir adım daha yaklaştıran bir iktidar partisinin demokrasiyle bağdaşmayan bir projeye sahip olduğu iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür bir iddia, ancak bir hayal ürünü olabilir.
Buna rağmen iddia makamı, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de AK PARTİ’nin iktidarda olmasının demokrasiye yönelik tehlikeyi daha da “yakın” hale getirdiğini savunmaktadır. Buna göre, “Siyasi partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava açılmıştır” (İddianame, s.16).
Teorik düzeyde iktidarda bulunan her siyasi parti için üretilebilecek bu iddianın partimiz bağlamında hiçbir olgusal dayanağı yoktur. Dahası, belki yeni iktidara gelmiş ve icraatları henüz ortaya çıkmamış olan bir siyasi parti için böylesi bir “risk”ten söz edilebilir. Ancak, AK PARTİ altı yıldır iktidarda olan bir partidir. Bu süre bir siyasi partinin amaç ve politikalarının belirlenmesi için yeteri kadar uzundur. AK PARTİ, bu süre içinde şimdiye kadar anayasal demokratik düzenin temel ilkelerini zedeleyici hiçbir girişimde bulunmamıştır. Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına rağmen, yasama işlemlerinin anayasal denetimini veya idari işlemelerin yargısal denetimini ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir düşüncesi ve girişimi olmamıştır. Bu çerçevede, AK PARTİ döneminde çıkarılan bazı yasalar hatta son örnekte olduğu gibi bazı anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmiştir. Dolayısıyla bir iktidar partisinin “istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması”, onu demokrasi için “somut ve yakın tehlike” haline getirmez. Esasen etkin anayasal ve yargısal denetimin olduğu herhangi bir demokratik rejimde böylesi bir tehlikeden de bahsedilemez.
Bu hayali iddiayı inandırıcı kılmak amacıyla sunulan deliller, AİHM’in içtihatları ışığında ortaya çıkan delil hukuku bakımından hiçbir değere sahip değildir. “Delil” olarak sunulan parti mensuplarına ait konuşmaların, yukarıda açıklandığı üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10 uncu maddesinde korunan ifade özgürlüğünün kapsamı içinde olduğu açıktır. Bu konuşmaların içerikleri analiz edildiğinde, neredeyse tamamının eşitlik, özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada yaşama gibi demokratik toplumun temel değerlerine vurgu yapıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu sözlerin hiçbirinde ifade özgürlüğü konusunda AİHM’in kırmızı çizgileri olan şiddet kullanmaya, silahlı mücadeleye veya ayaklanmaya teşvik söz konusu değildir. Sonuç olarak, partimizin amaçlarının “demokrasiyle bağdaşmadığı” şeklindeki asılsız ve mesnetsiz iddiaların gerekçesi olarak sunulan sözde “deliller”in Avrupa İnsan Hakları Hukuku bağlamında da delil vasfı bulunmamaktadır.
Sınırlı veya sınırlandırılmış demokrasi, gözetim veya denetim altında demokrasi, belli seçkinci kesimin endişe ettiği bir demokrasi, varlığını ve hayatiyetinin devamını demokrasiye borçlu olan demokrasinin aktörlerinden daima şüphe eden bir demokrasi, demokrasinin bütün aktörlerini teksesliliğe ve tekliğe zorlayan bir demokrasi, zaman zaman siyasete hiza ve istikamet aldırmayı doğru kabul eden bir demokrasi, gerçek bir demokrasi olamaz ve böylesi bir demokrasi anlayış ve uygulaması Türkiye’ye yakışmaz ve de yakıştırılamaz. Ayıplı, arızalı ve sakat anlayışlar ve yaklaşımlar üzerine, Türkiye’nin demokrasi anlayışını bina edemeyiz.
A- AK PARTİNİN TASAVVUR ETTİĞİ VE SAVUNDUĞU TOPLUM MODELİ “DEMOKRATİK TOPLUM”DUR
AİHM, siyasi partiler içerisinde bazı üyeler demokrasiyle bağdaşmayan nitelikte münferit eylem ve beyanlarda bulunsa bile bunların tek başına partinin yasaklanmasına yol açmayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle, alt alta sıralanan “ilgili ve yeterli” delillerin aynı zamanda bir bütün olarak, söz konusu partinin savunduğu antidemokratik bir siyasi modelin açık ve anlaşılabilir bir resmini çizmesi gerekmektedir. Oysa mevcut davada, ileri sürülen gerekçeler ne tek tek ne de bir bütün olarak böyle bir modelin silüetini dahi ortaya koyamamaktadır.
İddianamede AK PARTİ’nin önceki bazı partilerin devamı olduğunun ileri sürülmesi ve sık sık AİHM’in Refah Partisi kararına atıf yapılması da, birbiriyle ilgisiz konuların ilgiliymiş gibi gösterilmesidir ve bu anlamda tam bir hedef saptırma örneğidir. Ortada birbirinden tamamen farklı iki siyasi parti vardır. AİHM’in Refah kararının isabetli olup olmadığı bir yana, bu kararla partimiz hakkındaki davanın hiçbir benzerliği yoktur.
İlk olarak, AİHM Refah Partisinin kamuoyu yoklamalarına göre sürekli yükselişte olduğunu ve tek başına iktidara gelme olasılığının yüksek olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, tek başına iktidara geldiğinde bu partinin demokrasiye aykırı bir “toplum modeli”ni hayata geçirmesi ihtimali vardır (Refah ve diğerleri/Türkiye, Büyük Daire, par.107, 108). Bu nedenle, “demokrasiye aykırı politikaları ve söylemleri” olan bir siyasi partinin iktidarı ele geçirerek, parlamentoda istediği kanunları önermesini beklemek gerekmemektedir (par. 110). Oysa mevcut davada, AK PARTİ’nin iktidarı tek başına ele geçirmesi ve programını hayata geçirme şansını elde etmesi diye bir durum söz konusu değildir. AK PARTİ, altı yıldır zaten tek başına iktidardır. Ayrıca, AK PARTİ’nin politikaları ve söylemleri de sözleşmede korunan hak ve özgürlüklerin tüm toplumu kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına ve demokrasinin konsolidasyonuna yöneliktir.
İkincisi, AİHM’in Refah davasında kabul ettiği kapatma gerekçeleri de bu davada kesinlikle geçerli değildir. Mahkeme, Refah Partisinin kapatılması kararının “zorlayıcı toplumsal gereksinim” kriterini karşıladığı sonucuna ulaşırken; bu partinin (a) dini inançlar arasında ayrımcılığa yol açacak bir çok hukukluluğu savunduğunu, (b) bu çerçevede şeriat hükümlerinin uygulanmasını amaçladığını ve (c) partililerin siyasi yöntem olarak şiddet kullanımını dışlamadığını belirtmiştir (RP/Türkiye, par.116).
İddia makamı, RP ile AK PARTİ arasında zorlama bir benzerlik kurabilmek için bu iddiaları temellendirecek gerekçelerin partimiz hakkında açılan davada da geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda AK PARTİ’nin çok hukukluluk anlayışını savunduğu ileri sürülmekte, ancak bu konuda hiçbir somut delil sunulamamaktadır. AK PARTİ’nin vatandaşların kendi farklı hukuklarına tabi olması gerektiğine dair hiçbir söylemi veya eylemi bulunmamaktadır. Aksine partimiz hukuk birliğini savunmaktadır. Nitekim çok hukukluluğu savunan bir siyasi partinin, iç hukukunu Avrupa standartlarına çıkarmaya çalışarak AB hukuk düzenine ve böylece evrensel hukuka uygun hale getirme çabası da anlamsız kalacaktır.
İddianamede çok hukukluluk tezinin tek delili olarak Başbakan’a atfen “Af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir” şeklindeki sözü gösterilmiştir. Bu beyan, din hükümlerini referans gösterme çabalarının örneği olarak sunulmuştur. Oysa burada af yetkisinin maktulün mirasçılarına bırakılmasına dair sözün çok hukuklulukla ilgisi yoktur. Başbakan bu sözüyle kanuni bir düzenleme yapılarak af yetkisinin mağdura bırakılmasını değil, adi suçlar bakımından sık sık af kanunu çıkarılarak toplumdaki adalet duygusunun zedelenmemesi gerektiğine işaret etmiştir.
Konuşmanın içeriği bütünüyle incelendiğinde, ülkemizde sık sık uygulanan affın toplumda rahatsızlıklar meydana getirdiği, özellikle zarar görenlerin ya da ölenlerin yakınları tarafından da dile getirilen bir olgu olduğu anlaşılacaktır. Bu çerçevede af yetkisinin devlet tarafından sıklıkla kullanılmasının, ölenin ya da zarar gören insanların yakınlarını veya kendilerini vicdanen rahatsız ettiği, bunun suçları önlemek yerine artmasını teşvik edeceği, bu nedenle toplum vicdanında genel olarak kabul görmeyeceği dile getirilmiştir. Kısacası eleştirilen konu af uygulamasının toplum vicdanlarında oluşturduğu rahatsızlıktır.
Diğer yandan, partimizin şeri hükümlerin uygulanması ve bu amaçla şiddete başvurulabileceği yönünde bırakın eylemi, en ufak bir söylemi hatta iması bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla, iddia makamının AK PARTİ’nin siyasi programının demokrasiyle bağdaşmadığına dair iddiası boşlukta kalmaktadır.
Partimiz hakkında açılan davada delillerin büyük bir kısmı, parti yetkililerinin başörtüsüyle ilgili açıklamalarından oluşmaktadır. Halbuki AİHM’e göre başörtüsüne ilişkin açıklamalar, Türkiye’deki laik rejime yönelik bir tehdit oluşturmamaktadır (RP/Türkiye, par.73). Bu durum, Başsavcının AİHM Refah Kararı ile AK PARTİ hakkındaki dava arasında kurmaya çalıştığı irtibatın mevcut olmadığını ortaya koymaktadır. AİHM, siyasi partilere yönelik müdahalelerin haklı bir sebebe dayanıp dayanmadığını incelerken, sadece taraf devletin takdir yetkisini makul, dikkatli ve iyi niyetli bir şekilde kullanıp kullanmadığına bakmamaktadır. AİHM, aynı zamanda, sınırlamaya davanın bütünlüğü içerisinde bakarak, (a) müdahalenin “izlenen meşru amaçlarla orantılı” ve (b) sunulan sınırlama sebeplerinin “ilgili ve yeterli” olup olmadıklarını değerlendirmektedir. Bunu yaparken Mahkeme, “ulusal yetkililerin 11 inci maddedeki prensiplerle uyumlu standartları uyguladıkları ve ayrıca kararlarını ilgili olguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayandırdıkları” konusunda ikna olmalıdır. (Jersild/ Danimarka, par. 31; Goodwin/Birleşik Krallık, par. 40; Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par. 49).
AK PARTİ hakkında açılan davada kapatma talebine gerekçe olarak sunulan eylem ve söylemlerin AİHM içtihatları ışığında “ilgili ve yeterli” olması gerekmektedir. Halbuki, tek tek incelendiğinde ileri sürülen gerekçelerin hiçbir şekilde “ilgili ve yeterli” olmadığı anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, iddianamede yer verilen konuşmaların tamamı ifade özgürlüğü kapsamındadır. Dolayısıyla bunların partimizin kapatılmasında “ilgili ve yeterli” gerekçe oluşturmadıkları açıktır. İkincisi, iddianamede AK PARTİ’nin şiddete başvurabileceği yönündeki gerekçeler de tamamen ilgisiz varsayımlardan kaynaklanmaktadır. İddia makamının, kim olduğu ve partimizle ilişkisinin olup olmadığı bile belirtilmeyen meçhul bir kişinin bir televizyon programında Mussolini’den bahisle yaptığı iddia edilen konuşmayla partimiz arasında irtibat kurmaya çalışması, sunulan gerekçelerin “ilgili” olmadığının tipik bir göstergesidir. Bunun gibi AK PARTİ ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan Danıştay saldırısı failinin, belli karanlık odakların emellerine hizmet edecek şekilde, partimiz liderine yaptığı çağrının delil olarak sunulması tam bir kötüniyet ve kurgulamanın ürünüdür. Bu tür sözde gerekçeler kesinlikle AİHM İçtihadı çerçevesinde “ilgili ve yeterli” sebep olarak kabul edilemez.
AİHM, 14 Şubat 2006 tarihli Hristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova kararında başvurucu partinin geçici olarak siyasi faaliyetlerinin durdurulmasına gerekçe gösterilen nedenlerin hiç birini “ilgili ve yeterli” görmemiştir. Hatta söz konusu muhalefet partisi tarafından organize edilen toplantıda iktidardaki Komünist Partiyi protesto etmek için söylenen ve içinde “Diktatör olmaktansa, holigan olmayı tercih ederim”, “Komünist olmaktansa ölmeyi tercih ederim” gibi sözlerin geçtiği şarkı da şiddet çağrısı olarak görülmemiştir. Mahkeme, bu öğrenci marşının bir şiddet çağrısı olarak yorumlanamayacağını, ulusal makamların da bu sözlerin neden ve nasıl şiddete çağrı olduğunu açıklamadıklarını belirterek, bu yöndeki sınırlama sebebinin “ilgili ve yeterli” kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Mahkemeye göre, “bir siyasi partinin faaliyetlerinin yasaklanmasını, ancak siyasal çoğulculuğu veya temel demokratik ilkeleri tehlikeye düşürmek gibi çok ciddi ihlallerin bulunması haklılaştırabilir.” Mahkeme, söz konusu davada, başvurucu partinin toplantısının, hükümeti şiddet yoluyla devirmeye çağrı içermediğini veya çoğulculuk ve demokrasi ilkelerini zedeleyecek hiçbir faaliyetin bulunmadığını, bu nedenle uygulanan yaptırımın belirtilen meşru amaçla orantılı ve “zorlayıcı toplumsal gereksinimi” karşılamaya yönelik olmadığını belirtmiştir. (Hıristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 75, 76).
VI- AK PARTİ’NİN ŞİDDETLE İLİŞKİLENDİRİLME GAYRETİ ABESLE İŞTİGALDİR
İddia makamı, esas hakkındaki görüşünde, Venedik Komisyonu raporunda siyasi partilere yönelik yasaklama nedenlerinin şiddetle sınırlı olmadığını ileri sürmektedir. Buna göre, “Venedik Komisyonu raporunda yer alan yasaklama ilkeleri, yalnızca ‘şiddet’ ile sınırlı değildir. Yasaklama ilkeleri arasında; ‘ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük’ de bulunmaktadır.” İddia makamı, “Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence altına alan bir ilke olduğu gerçektir” sözüyle dolaylı olarak laikliğin Venedik Kriterleri arasında yer aldığını ima etmektedir (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşü, s.13).
Venedik Komisyonu, siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu yedi kriteri belirlemiştir:
“1. Devletler, herkesin serbestçe siyasi partiler bünyesinde bir araya gelme hakkını tanımalıdır. Bu hak, siyasi görüşlere sahip olma ve kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın ve sınırlar dikkate alınmaksızın bilgi alma ve yayma özgürlüğünü de kapsamaktadır. Siyasi partilere yönelik kayıt zorunluluğu tek başına bu hakkın ihlali olarak kabul edilemez.
2. Siyasi partilerin faaliyetleri üzerinden söz konusu bu temel insan haklarının kullanımına yönelik sınırlamalar, normal ve olağanüstü dönemlerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile diğer uluslararası sözleşmelerin hükümlerine uygun olmalıdır.
3. Siyasi partilere yönelik yasaklama veya kapatma yaptırımı, sadece partilerin şiddet kullanımını savunma veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasi bir araç olarak kullanma, böylece anayasayla güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma durumlarında haklılaştırılabilir. Bir siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak görülemez.
4. Bir siyasi parti, partinin yetkilendirmediği üyelerin siyasi faaliyetleri çerçevesinde münferit davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.
5. Özellikle çok ağır bir tedbir olan siyasi partilerin yasaklanması veya kapatılması, nihai yaptırım olarak kullanılmalıdır. Hükümetler veya diğer devlet organlarının, yetkili yargısal organdan bir siyasi partinin yasaklanması veya kapatılmasını talep etmeden önce ülkenin durumunu dikkate almak suretiyle partinin gerçekten hür demokratik siyasi düzene veya bireysel haklara yönelik tehlike oluşturup oluşturmadığını ve varsa bu tehlikenin daha hafif tedbirlerle önlenip önlenemeyeceğini değerlendirmesi gerekmektedir.
6. Siyasi partilerin yasaklanmasına ya da kapatılmasına yönelik hukuki tedbirler, anayasaya aykırılık şeklindeki yargısal kararın sonucu olmalıdır. Bu tedbirler, aynı zamanda, orantılılık ilkesine uygun ve istisnai nitelikte olmalıdır. Bu tür yaptırımların, sadece parti üyelerinin değil, bizzat partinin anayasal olmayan araçlar kullanmak veya kullanmaya hazırlanmak suretiyle siyasi hedefler izlediğine dair yeterli delillere dayandırılması gerekmektedir.
7. Bir partinin yasaklanması veya kapatılması kararı Anayasa Mahkemesi veya başka ilgili yargısal organlar tarafından, hukuka uygunluk, alenilik ve adil yargılanma güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek alınmalıdır.”
Bu kriterlerden anlaşılacağı üzere, siyasi partiler ancak şiddet kullanımını savundukları veya demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddeti siyasal bir araç olarak kullandıkları takdirde, yargılama güvencelerine sahip bir prosedür izlenmek koşuluyla ve son çare olarak kapatılabilmektedir. Dolayısıyla yasaklama ilkeleri “şiddet”le sınırlıdır. İddia makamının “şiddet” dışında saydığı “ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük” müstakil yasaklama ilkeleri değildir. Bunlar, Venedik Komisyonu raporunun temel kriterleri açıklayan ekinde yer alan ve şiddetle bağlantılı olarak bahsedilen kavramlardır. Nitekim, “Açıklayıcı Rapor”un 10 uncu paragrafına göre yasaklamaya “yetkili organların bir siyasi partinin şiddeti (şiddetin özel yansımaları olarak ortaya çıkan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük/tahammülsüz dahil olmak üzere) savunduğuna veya terörist yahut yıkıcı faaliyetlere karıştığına dair yeterli delile sahip olması gerekmektedir.” (Venedik Komisyonu Raporu)
Kaldı ki, hoşgörüsüzlük bir siyasi parti için tek başına bir yasaklama kriteri olarak alınsa bile, AK PARTİ’ye isnat edilebilecek bir nitelik olamaz. Başta partimiz genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi partinin “hoşgörüsüzlük”le itham edilmesi akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırıdır. İşin üzücü yanı, partimize yönelik böylesi bir ithamın farklı olan her şeye ve herkese karşı tahammülsüzlüğün nerdeyse her satırına sindiği bir iddianamede ve esas hakkındaki görüşte dile getirilmiş olmasıdır.
Diğer yandan, Venedik Komisyonu kriterlerinin bağlayıcı olmadığını ifade eden iddia makamının, esas hakkındaki görüşünde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM)’nin siyasi parti yasakları konusunda aldığı tavsiye niteliğindeki kararına atıf yapması ve söz konusu kararın İngilizcesini ekte sunması ilginçtir. İddia makamına göre, AKPM “Venedik İlkelerinden farklı olarak bir parti sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği kuralını getirmiştir” ((Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüşü, s.14).
Esas hakkında görüşe eklenen söz konusu kararı okuyacak kadar İngilizcesi olan herhangi bir kişinin hemen fark edebileceği gibi, “bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi” ibaresi kararın aslında olmayan bir ilavedir. Esasen bu karar, siyasi partilerin kapatılması konusunda yeni bir kriter getirmemekte, Venedik Kriterlerini tekrarlamaktadır. Dolayısıyla “Venedik İlkelerinden farklı olarak” ibaresiyle, Avrupa siyasi kurumlarının “şiddet” dışında kriterler geliştirdiği izlenimi verilmek istenmektedir. İddia makamının, mevcut davayı haklılaştırmak amacıyla bu tür uluslararası belgelerin anlamlarında yaptığı çarpıtmalar manidardır.
Anayasa Mahkemesini bu konuda doğru bilgilendirmek amacıyla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 1308 sayılı kararında ortaya konan ilkeleri aynen belirtmekte fayda vardır. AKPM, siyasi partilere yönelik yaptırımlar konusunda üye devletlere şu ilkelere uymaları çağrısında bulunmuştur:
“i. Siyasal çoğulculuk her demokratik rejimin temel ilkelerinden biridir;
Siyasi partilere yönelik sınırlama ve kapatma yaptırımları, ilgili partinin şiddet kullanması veya toplumsal barışı ve ülkenin demokratik anayasal düzenini tehdit etmesi durumunda uygulanabilecek istisnai tedbirler olarak görülmelidir;
Mümkün olduğu ölçüde, kapatmadan daha hafif tedbirlere başvurulmalıdır;
Bir siyasi parti, üyelerinin parti tüzüğüne veya faaliyetlerine aykırı eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamaz;
Bir siyasi parti, ülkenin anayasal düzenine uygun olarak ve adil yargılamanın tüm güvencelerini sağlayan bir prosedür izlenerek, en son çare olarak yasaklanabilir veya kapatılabilir;
Üye devletlerin hukuk sistemleri, partileri sınırlamaya yönelik tedbirlerin yetkililer tarafından keyfi uygulanmasını engellemek için özel hükümlere yer vermelidir”.
İddianamede sunulan hiçbir delilde partimize isnat edilebilecek herhangi bir şiddet, şiddete çağrı ve suça teşvik edici unsur yer almamaktadır. Nitekim iddianamede, partinin şiddetle ilişkilendirilmeye çalışılması bağlamında yapılan değerlendirmede konunun ne derece tutarsız, art niyetli ve zorlama yorumlama ile birlikte sunulmaya çalışıldığı da rahatlıkla fark edilebilmektedir. İddianamedekinin aksine, iktidarda bulunduğu zaman içerisinde çok değişik vesilelerle AK PARTİ, ısrarlı biçimde birlik, bütünlük ve barışa vurgu yapan söylemleriyle aslında iddianamedeki bu tezi açıkça çürütmektedir.
İddia makamı, hem iddianamede hem de esas hakkındaki görüşünde akıl ve mantık kurallarını alt üst edecek şekilde partimizle şiddet arasında zoraki bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Aslında AK PARTİ mensuplarının ısrarlı bir şekilde şiddeti reddeden açıklama ve tutumları iddianamenin bu konuda ne derece gerçeklikten uzak ve önyargılı biçimde hazırlandığını gözler önüne sermektedir. AK PARTİ, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Buna karşın iddia makamı, parti üyesi olmayan kişilerin televizyonlarda yaptığı konuşmaları bile partiye isnat etmeye çalışmaktadır. Parti üyesi olmayan kişilerin eylem ve söylemleri ile parti arasında bağ kurmaya çalışmak hukuka aykırıdır. Tıpkı “Ilımlı İslam projesi” gibi öteden beri belli odaklarca AK PARTİ’ye isnat edilmeye çalışılan yakıştırmanın da, iddia makamının iddialarına esas teşkil etmesi gibi, bu konu da iddia makamının siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktadır.
Partimiz demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK PARTİ, bunun için çoğulcu demokrasiye sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de açıkça yansıtan bir partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK PARTİ Genel Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla “terörün dini, ırkı, milleti, vatanı yoktur.” Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye devam edeceğiz” diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar mücadele edileceğini vurgulamıştır (AA. 28.12.2007).
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddia makamının, toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından lanetlenen Danıştay saldırısı ile, Genel Başkanın sözleri arasında dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece tehlikelidir. İddia makamının, kapatma davasında bu elim olayı partimizin aleyhine kullanmak istemesi kabul edilemez.
Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır. İddia makamı, iddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde de, “bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır” demek suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir. Partimizin herhangi bir yargı organına karşı “tehdit ve hakaret” içeren en ufak bir açıklaması olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir yargı mensubunun böyle bir iddiada bulunurken, açık ve somut “tehdit ve hakaret” örnekleri vermesi gerekirken, bunun yerine genel ve soyut kategorik ifadelerin arkasına sığınarak yargıda bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her siyasi parti gibi, AK PARTİ de savunduğu temel ilkelere aykırı bulduğu yargı kararlarını eleştirmiştir. Demokratik rejimlerde, yargı kararlarına uymak farklı bu kararları eleştirmek farklıdır. Unutulmamalıdır ki, eleştirinin olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı vardır.
İddia makamının, bu nedensellik mantığı bizi kabul edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak gösteren iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu takdirde bunu iddia makamının cesaretlendirdiği söylenebilir mi?
Yine İddianamede “Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen ‘ılımlı İslam’ modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür” denilmektedir (İddianame, s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: “Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur” (İddianame, s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:
“Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını’ çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir” (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre “davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır” (İddianame, s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir: “İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle”nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir? İddia makamının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba iddia makamına bu konuda “sessiz kitleler”den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır? Varsa her türlü gazete haberini iddianameye “delil” olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir?
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK PARTİ’ye karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda sesli bir muhalefet de vardır.
VII- AK PARTİ’Yİ “HOŞGÖRÜSÜZLÜKLE” İTHAM ETMEK GÜLÜNÇTÜRHayali bir “şiddet” argümanını destekleyen inandırıcı delillerin olmadığını anlayan iddia makamı, esas hakkındaki görüşünde “hoşgörüsüzlük” ithamını öne çıkarmak istemektedir. Esas hakkındaki görüşte “hoşgörüsüzlük” ve “ayrımcılık”la partimizin ilişkilendirilmesi hususunda şu gerekçeye yer verilmektedir: “Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.” (s.44).
Partimize yönelik olarak özellikle esas hakkındaki görüşte iddia makamı tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği yansıtmamaktadır. Partimiz 6 yıllık iktidarında, farklı din ve inanç mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir.
Ayrımcılık yasağı ve hoşgörü aynı zamanda laiklik ilkesinin de bir gereğidir. AK PARTİ, özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır. Batılı anlamdaki laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece asılsız olduğu açıktır.
Partimiz hakkındaki “hoşgörüsüzlük” iddiasının örnekleri olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. İddia makamı, partimiz mensuplarının Danıştay’ın bir kararına yönelik eleştirilerini bile hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile hoşgörüsüzlük birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki, eleştiri tam da hoşgörünün bir gereğidir. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül edemeyen ve bu eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki kurmaya çalışan iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi paradoksal bir durumdur.
Diğer yandan, iddia makamına göre “TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz...” sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir” (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüş, s. 14). Bu sözün bir hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz, üniversite öğrencilerinin her türlü kıyafetle öğrenimlerine devam edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de serbest olması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla üniversitelerde uygulanan “başörtüsü yasağı”nı eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara karşı bir hoşgörüsüzlüğe delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün “anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu” iddiası, ancak bir siyasi paranoya örneği olabilir.
Aynı şekilde, Bülent Arınç’ın parlamentonun gerekirse Anayasa Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki mahkemeye benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de “hoşgörüsüzlük” örneği olarak gösterilmektedir. İddia makamı, diğer örneklerde olduğu gibi, burada da bu sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu söz, Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin’in başörtüsü konusunda artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir cevaptır. TBMM’yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla, en fazla “siyasi eleştiri” olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir.
Kurulduğu andan itibaren AK PARTİ, gerginliklere yol açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce düzenlenen ve doğrudan AK PARTİ hükümetini hedef alan mitinglere rağmen, milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler düzenlemekten bile kaçınmıştır.
İddia makamının, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile mantıksal ve hukuksal bağlantılar tamamen AK PARTİ aleyhine sonuç elde etmek amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine bir değerlendirmenin bir hukuk makamı olan iddia makamı tarafından yapılması son derece endişe vericidir. Şiddet ve hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve bağlantılarda olduğu gibi “hukuk”un belli bir ideolojik bakışın hizmetine sokulmaya çalışıldığı bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından bahsetmek de mümkün değildir.
VII- AK PARTİ HÜKÜMETLERİNİN DIŞ POLİTİKASI İLE LAİKLİK İLKESİ ARASINDA BİR İLİŞKİ KURULMASI YANLIŞTIR
İlk cevabımızdaki açıklamalarımıza rağmen, iddia makamı AK PARTİ hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında sanal bir ilişki kurma ısrarını esas hakkındaki görüşünde de sürdürmektedir. İddia makamına göre partimiz, “‘bir büyük yayılmacı proje” olarak takdim edilen Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçasıdır (İddianame, s.24).
Her şeyden önce, BOP olarak nitelenen proje uluslararası hukukun konusu olan herhangi bir anlaşma ya da sürece dayanmamaktadır.
İddia makamının BOP konusundaki görüşlerini desteklemek üzere dosyaya koyduğu CD’ler, 14 Mayıs 2008 tarihinde İşçi Partisi Genel Merkezi tarafından gündeme getirilen bir dosyadan alınmıştır. Bu partinin olayları nasıl değerlendirdiği herkesçe bilinmektedir. İddia makamının diğer belgelerde olduğu gibi bu bilgileri yeterince araştırma yapmadan, bilginin doğruluğunu teyit etmeden kullanmış, gerekli hukuki titizliği göstermemiştir.
Resmi dökümanlardaki adıyla “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” olarak bilinen bu girişim, G-8’lerin organize ettiği ve Ak PARTİ Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da davet edildiği resmi bir konferanstır.
Ancak Türkiye’de bu konu, AK PARTİ’yi eleştirmek ve yıpratmak için, üzerine siyasi planlar da yüklenmek suretiyle siyasi bir söylem olarak kullanılmaktadır. İddia makamının bu siyasi söylemleri, adeta bir ölçü norm gibi kabul etmesini, hukuken izah mümkün değildir. Çünkü bir takım siyasi aktörlerin argümanlarının Anayasa ve yasa yerine ikame edilmesi halinde, orada hukuktan, adaletten ve hukukun evrensel kuralarından söz edilemez.
İddia makamının BOP konusundaki ek iddiaları, bir takım senaryoları ve muhayyel planları esas almaktadır. Amerika’da çıkan bir dergide yayımlanan bir yazı ve haritadan hareketle Hükümetin bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına destek olmak ve Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus-devlet kimliğini zayıflatmak ya da değiştirmek gibi bir planın ve çabanın içinde olduğunu iddia etmek, temelsiz ve ideolojik bir suçlamadan ibarettir. Ortadoğunun karmaşık siyasi yapısı, iç dengeleri ve sorunları hakkında yapılan resmi ve gayr-ı resmi değerlendirmeleri, yorumları ve gelecek senaryolarını, muhayyel bir planın parçası olarak görmek ve Hükümeti de bu planın destekçisi olmakla suçlamak, en temel uluslar arası siyaset ve ilişkiler kavramlarından ve tartışmalarından haberdar olmamak anlamına gelmektedir.
Benzer bir bilgi ve yorum hatası, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin himayesinde İspanya ile eş başkanlığını yaptığı “Medeniyetler İttifakı” girişimi için de yapılmaktadır. Bütün resmi beyan ve belgelerde de açıkça ifade edildiği gibi bu girişimin amacı, dünya barışına katkı sağlamak, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa çıkartmak ve Türkiye’nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barış ortamına katkı sağlamaktır. Geçmişinde farklı din, dil ve kültürlerle bir arada yaşamış ve bu konuda engin bir tecrübeye sahip olmuş Türk devletinin ve Anadolu insanının günümüzün sorunlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Bir arada yaşama tecrübesini uluslararası bir proje haline getiren bu girişimin temel hareket noktası ve referansları, kendi tarihimizde bulunmaktadır.
Medeniyetler İttifakı girişimi çerçevesinde doğudan ve batıdan dünyanın önde gelen ilim ve fikir adamlarından müteşekkil bir akil adamlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun hazırladığı rapor, 12 Kasım 2006’da dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın başkanlığında İstanbul’da yapılan bir toplantıda kamuoyuna açıklanmıştır. Bu toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğu ve pek çok üst düzey yetkili hazır bulunmuştur. Akil adamlar grubunun raporunda bölgesel ve küresel barışın önündeki engeller dile getirilmiş; siyasal temsil, gençlik, göç ve medya alanlarında atılması gereken somut adımlar tartışılmıştır. Raporda da dile getirildiği üzere, bölgesel ve küresel çatışmalar farklı toplum ve kültürler arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve çatışmaya yol açmaktadır. Medeniyetler İttifakı girişimi çatışmanın değil, barış ve uzlaşmanın hakim olması için atılmış önemli bir adımdır. Bu adımı “bir başka siyasi hegemonya projesi” olarak nitelendirmek, ancak bu konudaki bilgisizliğin ve ideolojik ön yargının ürünü olabilir.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi Türkiye’nin bölgesel ve küresel platformlarda etkin olması, ulusal birlik ve beraberliğini, üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahiptir. Küreselleşmenin bütün dengeleri altüst ettiği bir dünyada milli güvenlik, ulusal sınırların ötesinde başlamaktadır. Türkiye’nin sınır güvenliğinden dış tehditlere, insan ve uyuşturucu kaçakçılığından terörizme kadar pek çok kronik soruna çözüm bulması bir “ileri cephe siyaseti” izlemesiyle mümkündür. Nitekim Türkiye’nin bu alanlarda attığı adımlar, geliştirdiği yaklaşımlar ve politikalar, sadece Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırmamış, aynı zamanda Türkiye’nin ulusal güvenliğini güçlendirmiş ve terörizmle mücadelesindeki haklı konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağlamıştır.
Diğer yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde partimizin “22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş” olduğunu ileri sürmektedir (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, esas hakkındaki görüş, s.11). Bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. 2006 ve 2007 yıllarında Türkiye’nin AB üyelik sürecinde görülen yavaşlama, büyük ölçüde Kıbrıs meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklanmıştır. AK PARTİ hükümeti Kıbrıs Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif ve düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir. Türkiye’nin yoğun çabaları ve kararlı tutumu sonucunda AB yetkilileri Kıbrıs sorununu çözmeden Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine tam üye kabul edilmesinin büyük bir hata olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir. Fakat üye olduktan sonra tam veto yetkisine sahip olan Kıbrıs Rum kesimi, her tür barış ve uzlaşı girişimine karşı olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymuştur.
Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere süreci teknik düzeyde kesintiye uğramamış; tarama, uyum ve yeni fasılların açılıp kapanması ve müzakeresi devam etmiştir. Fransa ve Almanya gibi bazı AB üyesi ülkelerin muhalefetine rağmen bu süreç bugün de devam etmektedir.
AK PARTİ hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.
Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün değildir.
VIII- ANAYASA, İKTİDAR PARTİSİNİN ODAK OLMASINA İMKAN VERMEZ
Türkiye’de “yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilir ve kullanılır.”(Anayasa, m. 8) “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” (Anayasa, m. 125/1) Yürütme görevini ifa eden AK PARTİ Hükümetlerinin bütün idari eylem ve işlemleri, yargı denetimine açıktır. Yapılan işlemde Anayasa veya yasalara aykırılık olması halinde, mahkeme kararıyla iptali mümkündür.
“Yasama yetkisi, Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Bu yetki devredilemez.” (Anayasa, m. 7) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yasama faaliyetleri, hem kamuoyunun, hem meclis içi ve dışı siyasi partilerin ve hem de sivil toplum örgütlerinin açık denetimine tabidir. Bunun yanında Cumhurbaşkanı da çıkan yasaları bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir (Anayasa, m. 89). Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği yasalara karşı, hem Cumhurbaşkanı ve hem de Anamuhalefet Partisi, Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma hakkına sahiptir. Mahkeme, Anayasaya aykırılık görmesi halinde, yasayı iptal eder, aksi takdirde davayı reddeder (Anayasa, m. 148, 149, 150).
AK PARTİ Hükümetlerinin icraatları, İdari Yargı’nın denetimine, Meclis Grubunun katkısıyla çıkarılan yasalar ise Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabidir. Yürütme organının Anayasa ve yasalara aykırı idari eylem ve işlemleri, idari yargı tarafından; yasama organının Anayasaya aykırı yasama çalışmaları ise Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir.
Bu nedenlerle demokratik hukuk devletinde iktidar partisinin, Anayasa’nın 68’inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı olması mümkün değildir. Çünkü Anayasa ve Anayasanın kurduğu sistem, iktidar partisinin odak olmasına imkan vermemektedir. Esasen, kuvvetler ayrılığının anlamı ve önemi de burada yatmaktadır.
IX- İKTİDAR PARTİSİNİN KAPATILMASININ İSTENMESİ DEMOKRATİK DEVLET İLKESİNE AYKIRIDIR
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası’nın 2’inci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik … bir … devlettir…”
“Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı… bir idare biçimidir.” (Anayasa Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, Sahife: 301)
Türkiye’nin demokrasi serüveni incelendiğinde, Türkiye’de siyasal iktidarların, zaman zaman askeri darbelerle ve bazen de hukuk kullanılarak Meclis içi usullerle veya mahkemelerde açılan davalar bahane edilerek oluşturulan ortamlarda antidemokratik, hukuka uygun düşmeyen yöntemlerle el değiştirdiği kuşkuya yer bırakmayan tarihi birer gerçekliktir. Ülkemizde yaşanan bu tecrübeler, iktidar mücadelesinde hukuk dışı ve antidemokratik bir geleneğin oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle “…siyasal iktidarı sandıkta kaybedenler, iktidarı ele geçirmenin başka yollarını arıyorlar. Bir demokraside siyasal iktidarı ele geçirmenin yolu sadece ve sadece sandıktır. Sandıkta kaybedenlerin yapması gereken şey, halkı ikna ederek gelecek seçimleri kazanmaktan ibarettir… Bir demokrasi de iktidar olmanın yolu, … halktan ve halkın temsilcilerinden geçer. ( Kemal Gözler, “Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?”, Türkiye Günlüğü, Yıl; 2007, Sayı; 89, s.16)
Parlamenter sistemlerde iktidarda olan siyasi partinin genel başkanı, aynı zamanda devletin de Başbakanı olmaktadır. İktidardaki siyasi partinin kapatılması ve genel başkanına siyasi yasak konması halinde, hükümet de kendiliğinden düşer.
Bu; sandıkta kaybedenlerin mahkeme önünde kazanması veya halk nezdinde haksız çıkanların yargı organları önünde haklı çıkması ve mahkeme kararıyla hükümet değişikliği veya hükümetin düşürülmesidir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, halkın vermediği iktidarı mahkemeler veremez ve halkın yapmadığı hükümet değişikliğini mahkemeler yapamaz. Mahkeme kararlarıyla iktidarların değiştiği ülkeler demokratik devletler değil, jüristokratik devletlerdir.
Bu nedenle iktidar partisi olan Ak Parti hakkında kapatma davası açılması veya yargılama sonunda kapatma kararı verilmesi, Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan “demokratik devlet” ilkesine tartışmasız aykırıdır.
Sayın Başkan,
Sayın üyeler,
Burada ayrıca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 1 Temmuz 2008 tarihinde Yüksek Mahkeme huzurunda sunduğu sözlü mütalaası üzerinde de kısaca durmak istiyorum.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının yaptığı sözlü açıklamalar, esasen iddianame ve esas hakkındaki görüşte dile getirilen iddiaların bir tekrarı niteliğindedir. Bu iddiaların hiçbir olgusal ve hukuki dayanağının bulunmadığı ön ve esas cevaplarımızda ve şu ana kadar sunduğum sözlü açıklamalarımızda ayrıntılı olarak üzerinde durduk. Bununla birlikte, öne çıkan bazı konular hakkında partimizin görüşlerini tekrarlamakta fayda görüyoruz.
1) AK PARTİNİN İDDİA MAKAMINA CEVAPLARI HUKUK ÇERÇEVESİNDEDİR
İddia makamı, partimizin “hukuki bir savunma yapmak yerine”, kendilerini “hedef alan; hiçbir hak, insaf ve nefaset ölçüsüne riayet edilmeden küçültücü sıfat ve tanımlamalarla saldırıya geçmiş” olduğunu ileri sürmektedir. Bu suçlamayı kabul etmemiz mümkün değildir. Hakkımızdaki iddialara verdiğimiz cevaplarda herhangi bir kurumu hedef alan, küçültücü sıfat ya da tanımlamalara yer veren ifadeler bulunmamaktadır.
Ancak, hemen belirtelim ki ortada bir saldırı vardır. Bu saldırının muhatabı da partimizdir. Varlık nedeni demokrasiyi geliştirmek olan bir partinin demokrasiye yönelik “açık ve yakın tehlike” olarak gösterilmesi başlı başına bir saldın değil midir? En büyük gayesi toplumsal barışı ve kamu düzenini korumak olan bir partiyi, aslı olmayan ve üretilmiş sözde delillerle “şiddete teşvik”le suçlamak saldırı değilse nedir? Kurulduğu günden beri aziz milletimizin daha müreffeh bir ülkede yaşaması ve devletimizin bölgesinde ve tüm dünyada sözü geçen bir siyasi aktör haline gelmesi için gece gündüz çalışan bir partiyi, adeta emperyalizmin uşağı olarak lanse etmek “küçültücü sıfat” kullanmak değilse nedir? Bu Örnekleri çoğaltarak, vaktinizi daha fazla almak istemiyorum. Ancak, bilinmesi gerekir ki, partimiz kendisine yöneltilen bu tür haksız ve insafsız saldırılar karşısında, tamamen hukuki çerçevede kalarak, hak, insaf ve nefaset ölçüleri içerisinde hukuki cevaplarını vermiştir. Bizim yaptığımız iş, en temel insan hakkı olan savunma hakkını kullanmaktır, hiç kimseyi incitmek değildir.
2) İDDİA MAKAMININ SÖYLEMİNE SİYASİ/İDEOLOJİK DİL HAKİMDİR
Bu davada iddia makamı, baştan beri partimize yönelik suçlamalarını siyasi ve ideolojik bir dil kullanarak yöneltmektedir. Bunun son örneği iki gün önce huzurunuzda yaptıkları sözlü açıklamalardır. İddia makamı burada da “Cumhuriyet tarihinin “gerici ayaklanmalara tanıklık ettiği”, “yüksek bir medeniyetin temsilcisi olduklarını iddia edenler”in dünyanın her tarafında, Özellikle de ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada “acımasız uygulamalanm sergilemekte” olduğu ve “emperyalizmin icadı ılımlı İslam rejimini bu ülkeye dayatacaklarını sananlar”ın hüsrana uğrayacaklan gibi tamamen siyasi ve ideolojik yaklaşımları yansıtan bir söylemi benimsemiştir.
Bu siyasi retoriği, marjinal bazı siyasi partilerin beyanlarından veya yayın organlarından biliyoruz. İktidara geldiğimiz andan itibaren kendilerini soğuk savaş döneminden kalma etiketle “anti-emperyalist” olarak niteleyen bazı siyasi grupların partimize yönelttiği bu tür ithamların hakkımızda açılan bir davada da karşımıza çıkması düşündürücüdür. Çoğu kez gülerek okuyup geçtiğimiz ve hiçbir şekilde ciddiye almadığımız bu tür siyasi mizah konusu olabilecek sözleri, kamu adına hareket eden ve tarafsız olması gereken bir iddia makamının kullanması bizi üzmüştür.
Daha da ilginci, iddia makamı, sözlü açıklamalarında adeta muhalefet partisi mensubu gibi davranarak, “işsizlik, ekonomik kriz, kuraklık, çevre sorunları, katlanan dış borçlar ve büyüyen cari açık, tıkanan AB süreci, etnik ve bölücü terör gibi çözüm bekleyen onlarca temel sorun artarak büyürken” iktidar partisinin “türbanı son altı yılın en önemli sorunu olarak” sunduğunu ileri sürmektedir. İddia makamının bu siyasi değerlendirmeleri bile hukuki zeminde kalması gereken bir davanın doğal mecrasından çıkarıldığım göstermek için yeterlidir.
Halbuki AK PARTİ hükümetleri, Türkiye’yi her alanda bir adım daha ileri götürmüşler, ülkenin bütün sorunlarının üzerine gitmiş ve önemli bir kısmını da çözmüştür. AK PARTİ ile birlikte Türkiye’nin itibarı hem içeride ve hem de dışarıda artmıştır. İddia makamının bu beyanı karşısında Türkiye’nin AK PARTİ ile nerelere geldiğini gösteren bazı temel göstergeleri (Devletin resmi kayıtlarından) ekte sunuyoruz vermekte fayda vardır: (EK- 34).
3) AK PARTİ’NİN ILIMLI İSLAM PROJESİ YOKTUR
AK PARTİ’nin ılımlı İslam projesi yoktur. Hiçbir zaman da böyle bir düşüncesi ve projesi olmamıştır. Bundan sonrada olmayacaktır. İddia makamının bu konudaki iddiası, gerçek dışıdır (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sözlü mütalaası, s. 1) Bu, AK PARTİ’ye karşı olanların, partimizi yıpratmak adına kullandıkları ideolojik ve siyasi bir argümandır. Partimize dönük gerçek dışı bir karalama kampanyasının sloganı haline gelmiş “ılımlı İslam” yakıştırma ve yaftasının iddia makamı tarafından da gerçekmiş gibi takdimi, hukuken kabul edilemez. Kaldı ki AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, pek çok açıklamasında bu iddiayı reddetmiştir.
4) AK PARTİ ATATTÜRK’ÜN GÖSTERDİĞİ MUASIR MEDENİYETİN ÜZERİNE ÇIKMAK İÇİN ÇALIŞMIŞTIR
İddia makamının, partimizin ATATÜRK’e hakaret ettiği ve saldırıda bulunduğu yönündeki iddiaları, asılsızdır ve mesnetsizdir (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sözlü mütalaası, s. 2). İddia makamı, bu iddiasını ispat için hiçbir somut delil gösterememiştir. Kimi gazetelerdeki haber ve yorumlar ile televizyon programlarında yapılan konuşmaların AK PARTİ ile hiçbir ilgisi yoktur. AK PARTİ’lilerin yapmadığı haber, yorum, program ve beyanlar nedeniyle partimizin itham edilmesi kabul edilemez.
Kaldı ki AK PARTİ; hiçbir zaman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e saldırmamış, onu karalamamış, ona hakaret etmemiş, başkalarının bunları yapmasına da rıza göstermemiş ve izin vermemiştir.
AK PARTİ, “Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmanın en önemli vasıtası olarak algılar ve bunu toplumsal barışın bir unsuru olarak görür.” (AK PARTİ Programı, 2.1 Temel Hak ve Özgürlükler başlığı 6. paragraf)
AK PARTİ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e, onun emanet ve hedeflerine samimiyetle sahip çıkmış, devletimizi ve milletimizi onun gösterdiği muasır medeniyetin ilerisine taşımak için gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır. AK PARTİ, bu anlayış ve yaklaşımından hiçbir biçimde bugüne kadar taviz vermemiştir. Nitekim Partimiz üyesi ve İstanbul Büyükçekmece Mimar Sinan Belde Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında anlattığı ifade edilen fıkra nedeniyle ve partimizden temelli ihraç istemiyle 06.03.2007 tarih ve 147 Sayılı kararla (İstanbul İl Başkanlığı) İstanbul İl Disiplin Kurulu’na sevk edilmiş ve sonuçta 12.03.2007 tarihinde İstanbul İl Disiplin Kurulu oy birliği ile Cuma Bozgeyik’in kesin ihracına karar vermiştir (AK PARTİ İstanbul İl Disiplin Kurulu, Dosya no: 2007/1; Karar no: 2007/1) (EK- 35).
5) AK PARTİ HİÇ BİR ANAYASAL KURUMUN VARLIĞINI TARTIŞMAYA AÇMAMIŞTIR
AK PARTİ, hiçbir anayasal kurumun varlığını tartışmaya açmamıştır. İddia makamının bu konudaki yaklaşımı da (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sözlü mütalaası, s. 2) asılsızdır.
İddia makamı, bu iddiasını açıkça ifade etmesi yetmez, bunu delilleriyle ispat etmesi lazımdır. Böylesi bir ispatı var mı? yok.
İddia makamının; Yargıtay eski Başkanı Eraslan Özkaya ve Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Mustafa Bumin’in görüşlerini ile kimi mahkeme kararlarının eleştirilmesini ve yargı adına yapılan kimi açıklamalara cevap verilmesini, yargının varlığını tartışmaya açmak ve yargının kaldırılmasını istemek olarak algılaması hukuken kabul edilemez.
Mahkeme kararları da eleştirilebilir. Mahkeme kararlarının bağlayıcı olması, onların eleştirilmez olduğu anlamına gelmez. Nitekim Yüksek Mahkeme’nin pek çok değerli Başkanı da aynı kanaattedirler. “Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı olması, onların eleştirilemez olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer deyişle, mahkeme kararlarına uyma yükümlülüğü, söz konusu kararları eleştirme hakkını ortadan kaldırmamaktadır. Bir hukuk devletinde, yargı kararlarının da eleştirilebilmesi doğaldır. Mahkeme kararlarının oybirliği ile alınmadığı durumlarda, azlık oyu kullanan üyelerin düşüncelerinin de bu anlamda karşı hukuki düşünceyi oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi’nin işin esasına girerek reddettiği konularda on yıl geçtikten sonra tekrar başvuruda bulunulabilmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştiriye açık ve değişebilir nitelikte olduğunun bir diğer kanıtıdır. Bir hukuk devletinde, mahkeme kararlarının gerek akademik çevrelerde, gerekse uygulayıcılar tarafından ele alınıp incelenmesi gerekli ve yararlıdır. Bu tür eleştirilerin yargıya yeni ufuklar açma olasılığı her zaman vardır. Bununla birlikte, doğruyu bulmak adına yapılacak eleştirilerin belirli bir düzeyde ve nitelikte olması gerektiği de kuşkusuzdur.” (Tülay Tuğcu, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı, Anayasa Mahkemesi’nin 44. kuruluş günü töreni konuşmasından)
6) LAİKLİK SİYASİ VE HUKUKİ BİR İLKEDİR
AK Partinin laiklik ilkesinin içeriğini boşalttığı iddiası dayanaksızdır. Tersine partimiz, demokrasi, hukuk devleti ve insan haklan gibi kavramlarla buluşturmak suretiyle laikliğe içerik kazandırmış, geniş toplum kesimlerince bu ilkenin benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
Laik devlet, bireylerin şu ya da bu nedenle tercih ettikleri yaşam biçimlerine uygun olarak birbirlerine zarar vermeden bir arada var olmasını sağlamaya yönelik hukuksal ve siyasal bir ortamı sağlamakla yükümlüdür. Bunun yolu da iki şartın gerçekleşmesinden geçer. Birincisi, toplumdaki farklı dinlerin ya da inançlann esasları devlet yönetimine hakim olmayacak. Kısacası, laik devlette yönetim din kurallarına dayanmayacak. İkincisi, laik devlet toplumda mevcut olan tüm dinler, inançlar ve inançsızlıklar karşısında eşit mesafede duracak. Laikliğin bu ikinci unsuru, özellikle bireylerin din ve vicdan özgürlüklerini teminat altına almaktadır.
İddia makamının, partimizin “laikliği toplum içindeki inançlara göre tayin edip her inanca hak ve özgürlük tanınması biçiminde yorumladığı” biçimindeki tespiti yanlıştır. AK Parti laikliği kesinlikle “toplum içindeki inançlara göre tayin edilecek” bir kavram olarak görmemektedir. Toplum içindeki inançlar karşısında devletin siyasi bakımdan tarafsızlığım gerektiren bir kavram olarak görmektedir. Bu anlamda laiklik, elbette toplumda var olan her inanç mensubunun hak ve özgürlüklere sahip olmasını gerektirir. Halbuki, laikliği bir yaşam biçimi olarak yorumlayan anlayış, belli inançları otomatik olarak dışlayacak, bu da beraberinde bazı kişilerin hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılması sonucunu doğurabilecektir.
Sonuç olarak, laikliği bir “yaşam biçimi” olarak görmek bu ilkenin içeriğini boşaltmak anlamına gelmektedir. Onu siyasi ve hukuki bir ilke olmaktan çıkararak, bireylerin gündelik hayat tarzlarıyla ilgili bir kavram haline getirmek laikliğin toplumsallaşmasını da engelleyecektir.
7) AK PARTİ’NİN LAİKLİK ANLAYIŞI TOPLUMU TARİKATLARA GÖRE ŞEKİLLENDİRME ANLAYIŞI DEĞİLDİR
İddia makamının; partimizin laikliği nasıl yorumladığına ilişkin değerlendirmesi ve tarikatlara göre devleti ve toplumu şekillendirmek istediği iddiası, geçek dışıdır. İddia makamının iddiasına delil olarak gösterdiği Dengir Mir Mehmet Fırat’a ait olduğu söylenen; “dini her alandan kovan felsefi bir laikçiliğin temsilcisi değiliz.” sözü, laikliğe aykırı değildir. Çünkü laiklik, dini her alandan kovan bir anlayışı değil, din ve vicdan özgürlüğünün, herkesin serbestçe dinin ibadet, ayin ve törenlerinin yapmasının ve bundan dolayı da suçlanıp kınanmamasının teminatıdır (Anayasa, m. 24). Eğer iddia makamının yaklaşımı benimsersek, o vakit, camide ezan okunması, kilisede çan çalınması, Cuma namazı ve bayram namazı kılınması, kurban kesilmesi, cenaze namazı kılınması, hac ibadeti yapılması gibi dinin dışa yansıyan bütün tezahürlerini laikliğe aykırı görüp yasaklamak gerekecektir. Halbuki laiklik, kişilerin dini inançlarının gereklerini hür ve emniyet içinde yapmasının teminatıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetimizin laik niteliğine bağlıdır. “Partimiz, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.” (AK PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
AK PARTİ’nin benimsediği laiklik anlayışı, 1982 Anayasa’sında yazılı olan laiklik anlayışıdır. Bu anlayışımızı; ilk cevabımız, esas hakkındaki cevabımız ve sözlü cevaplarımızın önceki kısımlarında detaylı bir biçimde izah ettik.
8) AK PARTİ’NİN ANAYASAL SİSTEMİ DİN KURALLARINA DAYALI BİR REJİME DÖNÜŞTÜRMEK GİBİ BİR AMACI VE ÇALIŞMASI YOKTUR
İddia makamının, partimizin asıl amacının, anayasal sistemi din kurallarına dayalı bir rejime dönüştürmek için sistemli bir biçimde çalıştığı ve bunu bir plan dahilinde aşamalı olarak yürürlüğe koyduğu iddiası, hayal ve vehim ürünü asılsız ve mesnetsiz iddialardır(Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sözlü mütalaası, s. 4-5).
Çünkü:
a) AK PARTİ, söylemlerinde dini referanslar kullanmamıştır.
AK PARTİ Meclis Grubunun desteği ile başta Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve Yargılama Usullerine Dair Kanun, Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev Ve Yetkileri Hakkında Kanun, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Kanunu, İş Kanunu, Karayolu Taşıma Kanunu, Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu, Bilgi Edinme Hakkı Kanunu, Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev Ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun, Dernek Ve Vakıfların Kamu Kurum Ve Kuruluşları İle İlişkilerine Dair Kanun, Basın Kanunu, Büyükşehir Belediyesi Kanunu, Belediye Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu, Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukukî Yön Ve Kapsamına Dair Kanun, Milletlerarası Özel Hukuk Ve Usul Hukuku Hakkında Kanun Ve Tanık Koruma Kanunu gibi temel yasalar olmak üzere bugüne kadar 1006 kanunun yasalaşmasına katkıda bulunmuştur.
AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla bugüne kadar hiçbir yasal düzenleme yapılmamıştır.
b) İddia makamının; “İkinci husus, laikliğe aykırı söylemlerin düzeyinin, partinin kuruluşundan kapatma davasının açıldığı tarihe kadar yükselen bir ivme izlemiş olması” (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 4) iddiası, asılsızdır. Çünkü olmayan söylemlerin, yoğunlaşmasından ve giderek artan bir ivme kazanmasından söz edilemez.
c) İddia makamının; partimizin gerginlik politikasını sıklıkla kullandığı iddiası da (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 4) asılsızdır.
Çünkü AK PARTİ, hiçbir zaman gerginlik politikası uygulamamıştır. Yükseköğrenim hakkının kısıtlanmasına yol açan sorunların tartışılması ve çözümünün aranması, bugünün konusu değildir. Yaklaşık 28 senedir bu sorun, ülkemizin gündemindedir. Bu konuda konuşmadık kimse yoktur. Bu sorun, 1989 ve 1991’de yasal düzenlemelere, 1993’te Meclisin incelemesine konu olmuş ve değişik vesilelerle de Anayasa Mahkemesi’nde dava konusu olmuş ve hakkında kararlar verilmiştir. Böylesi köklü bir sorunun çözümünde AK PARTİ’nin benimsediği üslup, “mutabakatla çözümdür.” Mutabakatın iki ayağı var, biri toplumsal mutabakat, diğeri kurumsal mutabakat. Kurumsal mutabakat, Meclis içindeki partilerin mutabakatıdır. AK PARTİ, bu mutabakatlar oluşmadan sorunun çözümünü gündemine almamıştır. Sorunun çözümünü talep edenlere karşı hep, “Biz sorunun mutabakatla çözümünden yanayız, gerilim istemiyoruz” şeklinde cevaplar verilmiştir. Bu cevaplar, iddianamede de yer almıştır. Toplumsal ve kurumsal mutabakat oluştuktan sonra, sorunun çözümü gündeme gelmiştir. Anayasa’nın 10 ve 42’inci maddelerinde yapılan değişiklikler, AK PARTİ, MHP, DTP, BBP’ ye mensup milletvekilleri ile bağımsız bazı milletvekillerinin oylarıyla yasalaşmıştır. Gerilimden yana olan bir parti, böyle bir yaklaşım içinde olabilir mi?
AK PARTİ iktidarı döneminde yapılan Anayasa değişikliklerinden birisi ANVATAN Partisi, ikisi MHP ve DTP ile diğerlerinin tamamı ise CHP ile birlikte yapılmıştır. AK PARTİ, tek başına hiçbir Anayasa değişikliği yapmamıştır.
AK PARTİ’nin Meclis Grubunun katkılarıyla çıkarılan Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu ve benzeri pek çok kanun Mecliste sağlanan uzlaşmayla çıkarılmıştır.
Bunlar, gerginlikten yana olan bir partinin yapacağı bir iş değildir.
Buna rağmen “mutabakat, toplumsal mutabakat” gibi uzlaşma ve hoşgörü ifade eden kavramlardan iddia makamının, gerilim üretmesi ve bunda gizli anlamlar arayıp partimizi kendince ihdas ettiği gizli manalarla itham etmesi, hukukun evrensel kuralları ve Anayasaya aykırıdır.
d) AK PARTİ’nin iktidar gücünü kullanarak temin ettiği bir medya yoktur. Basın ve yayın organlarında yer alan haber ve yorumlarla partimizin ilişkilendirilmesi, mümkün değildir.
e) AK PARTİ’nin laik cumhuriyetin ve demokrasinin güvencesi olan kurumlara dönük bir saldırısı kesinlikle yoktur. AK PARTİ, hiçbir kurum veya kuruluşa “Statükocu” veya “Darbeci” dememiştir.
10) AK PARTİ ŞERİATI VE ÇOK HUKUKLU BİR DÜZENİ AMAÇLAMAMIŞ VE SAVUNMAMIŞTIR
AK PARTİ’nin anayasal düzeni değiştirip yerine şeriat devleti kurma düşüncesi, niyeti, amacı ve çalışması hiçbir zaman olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Bu konuda partimize yönelik itham ve isnatların tamamı, asılsızdır. Çünkü:
a) “Partimiz, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.” (AK PARTİ Programı, Giriş, s. 1)
AK PARTİ, kutsal dini değerlerin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını dinin; siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet edilmesini; Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırmayı, reddeder(AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m. 2.1, s. 2). Anayasa da; “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” (Anayasa, m. 24/4) demektedir. Görüldüğü gibi AK PARTİ’nin laiklik anlayışı anayasa ile uyumlu olup, devletin anayasal düzeninin dine dayandırılması anlayışına karşıdır.
AK PARTİ , din ve devlet işlerinin bir birinden ayrı olmasını, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sayılmasını ise ; devletin bütün dinlerin mensuplarına eşit davranması, din kurumlarıyla devlet kurumlarının ayrılmış olması, hukuk kurallarının din kurallarına dayandırılmaması, hukuk kurallarının din kurallarına uyma zorunluluğunun bulunmaması, devlet yönetiminin dine dayanmaması ve devlet yönetiminin din kurallarından etkilenmemesi olarak görmektedir (AK PARTİ Programı, Temel hak ve özgürlükler, m. 2.1, s. 2). Anayasa’da aynı ilkeleri benimsemiştir.
b) AK PARTİ, 14 ağustos 2001’de kurulmuş ve kısa süre sonra da milletin iradesiyle iktidar olmuştur. İktidar olduğu için de laiklik konusu dahil her konudaki anlayış, yaklaşım ve uygulaması, aleni ve milletimizin gözü önündedir. Ak Parti’nin gizli bir anlayışı, gizli bir tüzüğü, gizli bir programı, gizli bir amacı ve gizli bir niyeti yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır.
Ak Parti iktidar olduğu günden bugüne, kimsenin; dini inanışına, düşünce ve kanaatine, ibadetine, dini ayin ve törenlerine müdahale etmemiş ve edilmesine de müsaade etmemiştir. Hiç kimse, “AK PARTİ geldi de benim dini, sosyal, siyasi, ekonomik vb. hayatım, laiklik ilkesi aleyhine olumsuz etkilendi veya değişti” diye iddia edemez. Kaldı ki böyle bir iddia da varit değildir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlamamış ve başkalarının zorlamasına da izin vermemiştir. AK PARTİ, hiç kimseyi dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamamış ve suçlamamış, başkalarının kınaması ve suçlamasına da göz yummamıştır. Her din, inanç ve mezhebe eşit mesafede durmuş ve bu duruşunu kararlılıkla sürdürmeye de özen göstermiştir.
c) AK PARTİ Meclis Grubunun desteği ile başta Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun dahil toplam 1006 kanunun yasalaşmasına katkıda bulunmuştur.
AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla çıkarılmış hiçbir kanunda, dini referanslı düzenlemeler yapılmamıştır.
d) Avrupa Birliği, laik sistemin sahibi ve de uygulayıcısıdır. Laik bir sisteme sahip Avrupa Birliğinin üyesi olma yönünde en önemli adımların atılması ve en önemli dönemeçlerin geçilmesi, AK PARTİ iktidarlarında olmuş ve neticede Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakere eden ülke statüsüne yükselmiştir. Anayasal düzeni değiştirmek isteyen, laikliğe karşı olan ve çok hukukluluğu savunan bir partinin, bütün bunları reddeden Avrupa Birliği’ne üye olmak için mücadele etmesi ve önemli reformları yapması ve Türkiye’yi müzakere eden ülke haline getirmesi bir çelişki değil midir?
e) AK PARTİ Meclis Grubunun katkılarıyla Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrasına “(Ek: 7.5.2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” cümlesinin ilave edilmesi bile tek başına partimiz hakkındaki şeriat devleti ve çok hukukluluğu savunuyor iddialarını çökertmek için kafidir. Zira şeriat devletini ve çok hukukluluğu savunan bir partinin, böyle bir düzenleme yapılmasına katkı vermesi mümkün değildir.
f) 25/4/2006 ve 5490 Sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 35’inci maddesinin 2’inci fıkrası ile “Aile kütüklerindeki din bilgisine ilişkin talepler, kişinin yazılı beyanına uygun olarak tescil edilir, değiştirilir, boş bırakılır veya silinir.” Hükmü getirilmiştir. Şeriat devletini isteyen veya çok hukukluluğu savunan bir parti bunu savunabilir mi?
Sonuç olarak; AK PARTİ, yaklaşık altı senelik iktidar döneminde; milletimize ve devletimize yaptığı hizmetlerle, laikliğe aykırı eylemlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine, cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerine ve milletimize hizmetin odağı olmuştur. Ak Parti ile hem devletimiz, hem cumhuriyetimizin nitelikleri ve hem de milletimiz daha da güçlenmiştir. Bunun tanığı, Türk milletidir.
i) İddia makamının şeriat devleti ve çok hukukluluk iddiasını ispat için gösterdiği delillerin hiç birisi, iddia makamını doğrulamamaktadır, aksine hepsi iddia makamını tekzip etmektedir. İddia makamı, subjektif yorumlarıyla gerçeği değiştiremez. Bunlardan af ve ulema konusundaki açıklamalar ile AK PARTİ Genel Başkanı ve Başbakan hakkındaki 2 ve 50 numaralı iddialara bireysel cevaplarda ayrıntılı cevap verildiğinden burada ayrıca değinilmeyecektir.
Ancak daha önce açıklanmamış bulunan Devlet Planlama Teşkilatının 9. Kalkınma Planı kapsamında oluşturulan özel ihtisas komisyonu raporunda, zekat sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu maksatla zekat mağazalar zinciri oluşturulması iddiası üzerinde kısaca durulacaktır.
İddia makamının bu iddiası da diğerleri gibi asılsızdır.
Çünkü:
- AK PARTİ Hükümetlerinin böyle bir çalışması ve önerisi olmamıştır.
- Devlet Planlama Teşkilatı’nın 9. Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında oluşturulan “Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu” taslak raporu yayınlanmıştır. Bu raporda “zekat” sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla “Zekat Mağazalar Zinciri” oluşturulması önerisi yoktur.
- Bu hususu, komisyonun bir üyesi dile getirmiş; ancak komisyon tarafından kabul görmeyip reddedilmiştir. Komisyon üyesi birinin sunduğu öneriyi AK PARTİ aleyhine delil olarak sunan iddia makamının, komisyonun öneriyi reddetmiş olmasına değinmemesi ve bunu da AK PARTİ lehine delil olarak kullanmaması, açık bir çelişkidir.
- Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı da, kamuoyunda çıkan yanlış haberler üzerine, bir basın duyurusu ile yanlışlığı düzeltmiştir.
11) AK PARTİ HİÇ BİR ZAMAN ŞİDDETİ BENİMSEMEMİŞ, ŞİDDETİ SAVUNMAMIŞ, ŞİDDETİ TEŞVİK ETMEMİŞTİR
AK Parti, terör ve şiddeti kesin biçimde reddeden, bunu da eylem ve söylemleriyle açık biçimde ortaya koyan bir partidir. Partimiz demokratik özgürlükçü ortamı şiddet ve terörün en büyük düşmanı olarak görmektedir. AK Parti, bunun için çoğulcu demokrasiye sahip çıkılmasını, iktidara gelmede ve onu koruma yolunda şiddetin değil demokratik seçimlerin geçerli olduğunu savunan ve bunu eylem ve söylemlerine de açıkça yansıtan bir partidir.
Terör ve şiddete karşı gerek içeride ve gerekse dışarıda yürütülen kararlı mücadele kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. AK Parti Genel Başkanı değişik konuşmalarında ısrarla “terörün dini, ırkı, milleti, vatanı yoktur.” Nereden gelirse gelsin terörizmin içinde olan, terörizmin hedeflerini benimseyen herkes teröristtir. Buna karşı mücadelemizi sonuna kadar vermeye devam edeceğiz” diyerek, terörle hem içeride hem de dışarıda sonuna kadar mücadele edileceğini vurgulamıştır. (AA. 28.12.2007)
İddianamede partimiz mensupları ile ilgili delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddia makamının bu konudaki iddiasının delili olarak sunduğu konuların hepsi, ilk cevabımız ve esas hakkındaki cevabımızda detaylı bir biçimde cevaplandırılmıştır. Onun için tekrarı yapılmayacaktır. Ancak iki konuyu tekraren ve özetle dile getirmek istiyoruz.
Birincisi, Danıştay saldırısıdır. İddia makamının, Danıştay saldırsını gerçekleştiren gözü dönmüş katil teröristler ile AK PARTİ arasında bağ kurma gayretleri, beyhude bir çaba olup, abesle iştigaldir. AK PARTİ, bu saldırıyı da, bu saldırıyı yapanları da ve bunun arkasında olanları da lanetlemiştir.
Toplumda infial uyandıran ve herkes tarafından lanetlenen Danıştay saldırısı ile AK PARTİ arasında dolaylı bir bağ kurma çabaları ve bu olayın faillerinin kullandığı bazı sözlerin partinin yaklaşımlarına bağlanmaya çalışılması son derece tehlikelidir.
Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgahladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, partimiz arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadeler, en hafif tabirle, iftiradır.
İddianamede olduğu gibi, esas hakkındaki görüşünde ve sözlü mütalaasında da iddia makamının “bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır” demek suretiyle adeta bu iftira kampanyasına iştirak etmektedir.
Partimizin herhangi bir yargı organına karşı “tehdit ve hakaret” içeren en ufak bir açıklaması olmamıştır. Kamu adına görev yapan bir yargı mensubunun böyle bir iddiada bulunurken, açık ve somut “tehdit ve hakaret” örnekleri vermesi gerekirken, bunun yerine genel ve soyut kategorik ifadelerin arkasına sığınarak yargıda bulunması kabul edilemez. Ayrıca, her siyasi parti gibi, AK Parti de savunduğu temel ilkelere aykırı bulduğu yargı kararlarını eleştirmiştir. Demokratik rejimlerde, yargı kararlarına uymak farklı bu kararları eleştirmek farklıdır. Unutulmamalıdır ki, eleştirinin olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı vardır.
İddia makamının bu nedensellik mantığı bizi kabul edilemeyecek sonuçlara götürür. Sözgelimi, hakkımızda düzenlenen ve partimizi laikliğe aykırı eylemlerin odağı ve demokrasiye yönelik bir tehdit olarak gösteren iddianameden sonra partimiz mensuplarına karşı bir saldırı olduğu takdirde bunu iddia makamının cesaretlendirdiği söylenebilir mi?
Yine İddianamede “Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen ‘ılımlı İslam’ modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür” denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
İktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: “Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur” (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları hukuka uygun olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:
“Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını’ çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir” (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
İkincisi, Binali Yıldırım’a atfedilen “Reformlar sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var.” (İddianame, s. 85) sözleridir.
İddia makamının bu iddiası da asılsızdır.
Çünkü:
Bu ifadeler, Binali Yıldırım’a ait değildir.
İddianamede bahsedilen konuşmanın metni, İstanbul Valiliği ve İçişleri Bakanlığının resmi kayıtlarından olan “Toplantı zabıtları”nda vardır. Bu zabıtlar incelendiğinde Binali Yıldırım’ın; “… Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak istiyoruz.” dediği açıktır. Bu konuşmanın ses kaydı da vardır.
Görüldüğü üzere Binali Yıldırım’ın konuşmasında; “… Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz. Devam ederken de gerekenler yapılacak.” ifadeleri, yoktur (EK-36).
Binali Yıldırım’ın zabıtlarda yer alan konuşması, bir derneğin genel kurulunda herkesin yaptığı mutat konuşmalardan biridir. Konuşmasında; İlim Yayma Cemiyetini ve hizmetlerini övmüş ve AB sürecinde yapılan reformlardan bahsetmiştir. Binali Yıldırım’ın konuşmasında geçen “Reform” kelimesini, kendi görev alanına giren haberleşme ve ulaştırma alanlarında ve AB sürecinde yapılan köklü değişiklikleri ifade için kullanmıştır. Konuşmanın hiçbir yerinde “Bu konuşmanın, Anayasaya aykırı bir yönü olmadığı gibi laiklikle irtibatlandırılması da mümkün değildir.
Kaldı ki AK PARTİ, her zaman şiddeti her zaman reddetmiştir. Nitekim iddianamede yer alan başörtüsü sorunuyla ilgili Ordu milletvekili Eyüp Fatsa’nın; “Bu iş sokakta değil, ancak uzlaşmayla çözülebilir.”(İddianame, s. 77) Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın; “Hiçbir eylemi desteklemem. Haklılar, ama sokak çözüm değil.” (İddianame, s. 78) sözleri, şiddet konusunda iddiayı ve iddianameyi tekzip etmektedir
12)DELİL SERBESTLİĞİ, “NE BULURSAN KOY SERBESTLİĞİ”DEĞİLDİR
Esas hakkındaki cevabımızda da ifade ettiğimiz gibi, bu dava tarihe “google davası” olarak geçebilecek niteliktedir. Elbette, iddia makamı “delil serbestliği” ilkesi gereğince internet kaynaklarından yararlanabilir. Buna bir itirazımız yok/ Ancak, delil serbestisi, internet gibi bilgi kirliliğinin en yoğun olarak yaşandığı bir ortamda, arama motorlarına bazı terimler girmek suretiyle karşınıza çıkan her şeyi araştırmadan, delil olarak dosyaya koymak anlamına gelmemektedir. Bu yöntemle, her siyasi parti hakkında kolayca dava açabilirsiniz.
İddia makamının delil anlayışı problemlidir. Sözlü açıklamalarda ifade edilen “hukukta bilinenin ispatı da gerekmez” sözü de bu problemli bakış açısını yansıtmaktadır. Esasen, bu söz hakkımızda açılan davanın delil hukuku yönünden taşıdığı zaafiyetin bir itirafı gibidir. İddia makamı, adeta partimizin laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiğinin “bilindiğini”, dolayısıyla ispata da gerek olmadığını ileri sürmektedir. Halbuki, iddia makamının kafasında “odak” olma ile, gerçekte laikliğe aykırı fiillerin odağı olma arasında fark vardır. Bu davanın açılması da bu farklılıktan kaynaklanmaktadır.
İddia makamı, davada ileri sürülen ve dava tarihine takaddüm eden vakıalarla bağlıdır. İddia makamı, dava sonrasındaki eylemleri, -koşulları varsa- ancak yeni bir dava konusu kılabilir. Bu, dava teorisinin de kaçınılmaz sonucudur. Yüksek Mahkememizin içtihadı da aynı doğrultudadır (Prof.Dr. Kanadoğlu, Korkut, Anayasa Mahkemesi, İst.2004 t, s.277 ve dev.dn.769,770. ANYMK.22.6.2001 t, 2/2 Parti kapatma. ANYMKD, S. 37/2, s.1304).
Kaldı ki iddia makamının yollama yaptığı milletvekillerinin dava tarihinden sonraki söz ve görüşleri, Anayasa Mahkememizin HAKPAR (29.1.2008 t, 1/1- kapatma) kararında vurgu ile belirttiği gibi düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olup Anayasamızın ve İHAS. nin teminatı altındadır.
13) ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ YASAMA TASARRUFLARI OLUP, PARTİLERİ BAĞLAMAZ
İddia makamının sözlü açıklamalarındaki çelişkili noktalardan biri de AK Partinin “gerginlik” politikasının bir örneği olarak, “mutabakat süreçleri” yöntemiyle Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yaptığını ileri sürmesidir. Birincisi, “gerginlik” kavramıyla “mutabakaf’ı yan yana getirmek mümkündür. Toplumda “gerginlik” yaratmak isteyen bir siyasi partinin “mutabakat” araması çelişkidir. Eğer bir sorunun çözümlenmesi için “mutabakat” aranıyorsa, bu “gerginlik” politikasının dışlanması anlamına gelir. Nitekim, 10 ve 42.madde değişiklikleri konusunda da yaşanan budur. AK parti iktidara geldiği andan bu yana yükseköğretim kurumlarındaki başörtüsü meselesinin toplumsal ve kurumsal mutabakatla çözülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu konuda toplumsal mutabakatın bulunduğu, her kesimden saygın kuruluşlarının yaptıkları kamuoyu araştırmalarında ortaya çıkmıştır. Meclis içinden diğer siyasi partilerin de bu meselenin çözümlenmesi gerektiğine dair görüş belirtmeleri “kurumsal mutabakat”ın da doğduğunu göstermiştir.
Bu düzenlemelerin tamamen yükseköğretim kurumlarıyla sınırlı olmasına ve parti yetkili organlarının bunu defalarca açıklamış olmalarına rağmen; iddia makamının başörtüsü serbestisinin ilköğretim, ortaöğretim ve diğer kamu kurumlarına da taşınacağını iddia etmesi ancak “niyet okuyuculukla” izah edilebilir.
Diğer yandan, 10 ve 42.maddelerde yapılan değişikliklerin laiklik ilkesine aykırı olduğu görüşüne katılmıyoruz. Bu değişiklikler, üniversite düzeyinde eğitimde fırsat eşitliğini ve anayasal bir hak olan din ve vicdan özgürlüğünü pekiştirme amacını gütmekteydi. Bu anlamda, söz konusu değişiklikler, laiklik ilkesinin bir gereği olarak kabul edilebilir. Ayrıca, demokratik ülkelerde siyasi partilerin yargı kararlarına uyma yükümlülüğü vardır, ancak onlarla aynı şekilde düşünme yükümlülükleri bulunmamaktadır.
Son olarak, Anayasadaki bu değişikliklerden hukuken AK Partinin sorumlu tutulması mümkün değildir. Bu değişiklik, diğer siyasi partilerin ve bağımsız milletvekillerinin de katıldığı bir yasama tasarrufudur. Kaldı ki, bu değişiklikler eğer iddia makamının ileri sürdüğü gibi, partimizin demokrasiye
yönelik “açık ve yakın tehlike” olduğunun temel göstergesi ise, Anayasa Mahkemesinin bu değişiklikleri iptali söz konusu tehlikenin ortadan kaldırıldığını göstermektedir. Bizim esas hakkındaki cevabımızda söylediğimiz budur. Asıl bunun aksini’ ileri sürmek, akılla ve hukuk mantığıyla bağdaşmamaktadır. “Açık ve yakın tehlike”nin tamamen varsayımlara dayanan hayali bir tehdit olmadığı ortadadır. Nerdeyse, sözde tek somut “delil” olarak sunulan bu anayasa değişiklikleri, Başsavcımn mantığıyla artık “tehlike” teşkil etmekten çıkmıştır.
14) HUKUK DEVLETİNDE “MASUMİYET KARİNESİ” ESASTIR
Başsavcılık, bu davada ısrarla masumiyet karinesini hiçe sayan beyanlarda bulunmuştur. Bunun örneklerini daha önceki cevaplarımızda ayrıntılı olarak vermiştik. Buna rağmen, iddia makamı sözlü açıklamalarında da hukuk devleti anlayışıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan bu tutumunu sürdürmüştür. AK Partinin “devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapı” oluşturduğuna dair soyut iddialar bu tutumun bir örneğidir. İddia makamı, iktidarımız döneminde devlet kadrolarına atanan kişilerin “siyasi İslamcı” olduğuna dair hiçbir delil ortaya koyamamıştır.
Ayrıca, iddia makamına göre “Eğitim-Bir-Sen” isimli sendikanın Cumhuriyet devrimlerine aykın faaliyetleri olduğu, (a) bu sendika hakkında yazılı ve görsel basında çıkan haberlerden ve (b) sendikanın bazı yöneticileri hakkında dava açılmış olmasından bellidir. Aslında bu yaklaşım, iddia makamının kişileri ve kurumlan itham ederken delillere ihtiyaç duymayan yaklaşımına tipik bir örnektir. Böyle bir hukuk devleti anlayışı olamaz. Bir sendikayı, basında çıkan haberlerden hareketle Cumhuriyete aykın faaliyetleri ile bilinen bir kuruluş olarak nitelemek, masumiyet karinesinin ihlalidir. Bu sendikanın bazı yöneticileri hakkında iddianame düzenlenmiş olması da yeterli değildir. Masumluk karinesi, bilindiği gibi, suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşinceye kadar herkesin suçsuz olduğunu kabul etmeyi gerektirir.
15) AK PARTİ YETKİLİ ORGANLARI VE ÜYELERİ DIŞINDA HİÇ KİMSENİN EYLEM VE SÖYLEMİNDEN DOLAYI İTHAM EDİLEMEZ
AK PARTİ; sadece yetkili organlarının ve belli şartların varlığı halinde üyelerinin eylem veya söylemlerinden dolayı sorumludur(Anayasa, m. 69).
Ancak iddia makamı, hem iddianamesinde, hem esas hakkındaki görüşünde ve hem de sözlü mütalaasında tarihteki pek çok hadise ile partimizi irtibatlandırmaktan geri kalmamıştır. İddia makamına göre; “Zihniyetleri ve birikimleri Humeyni sevgisi ve Atatürk düşmanlığından öteye gitmeyen, dünyevi kurtuluşu Kanada hükümetine ilticada, ilahi kurtuluşu İngiliz Mandasına teslimiyette bulmuş, depremde ölen on binlerin acısı bütün insanlarımızın kalbinde henüz çok taze iken, açtıkları “7,4 yetmedi mi?” gibi pankartlarla havsalaya sığmayacak acımasızlı örnekleri sergileyebilen, bu uğurda üç beş yaşındaki kız çocuklarını meydanlara sürmekten çekinmeyen…” (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Sözlü Mütalaa, s. 6) biçimindeki anonim bir yaklaşımla, bu olaylarla partimiz arasında da ilişki kurmaya çalışmıştır. Halbuki bahsedilen olayların hiç biri, AK PARTİ ile ilgili ve irtibatlı değildir. Çünkü o tarihlerde AK PARTİ yoktur.
Ayrıca sözlü mütalaasında iddia makamı; partimizle hiçbir ilişkisi olmayan gazetelerdeki muhabir ve yazarların haber ve yorumlarından, televizyonlardaki kişilerin konuşmalarından, insanların değişik olaylara verdikleri her türlü tepkiden de partimizi sorumlu tutmaktadır.
Kişiyi doğuştan suçlu kabul eden ve hatta ilgisi ve irtibatı olmadığı kişilerin eylem veya söylemlerinden sorumlu görüp tecziyesini talep eden bir hukuk mantalitesi karşısında, bizim tek sığınağımız hukuktur. Çünkü hukukun ortaya koyduğu “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” ve “cezaların şahsiliği” ilkeleri, partimizle hiçbir ilişkisi olmayan kişilerin eylem ve söylemlerine karşı partimizi korumaktadır. İddia makamının bu ilkeleri yok sayan yaklaşımı, bu gerçeği değiştirmez.
SONUÇ VE TALEP
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde iddianame, toplumsal talepleri dile getirme görevi olan siyasilerin, toplumsal ve siyasi sorunlar karşısında adeta duyarsız ve dilsiz olduğu bir partiler düzeni istemektedir. İddianamede “delil” olarak sunulan beyan veya eylemlerin özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu söylenemez.
Aksine, bu sözde “deliller”le bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi, Türkiye’de demokrasiyi teksesli ve yasakçı bir boyuta taşıyabilecek bir tehdit niteliğindedir.
İlk cevabımız, esas hakkındaki cevabımız ve sözlü olarak yaptığımız ayrıntılı açıklamalar ve sunduğumuz deliller dikkate alındığı takdirde, ortada AK PARTİ’ye isnat edilebilecek nitelikte laikliğe aykırı hiçbir eylem yoktur. Ve partimiz hiçbir konuda Anayasa dışı bir yönteme başvurmamıştır. İddianamede yer alan beyanların ise hiç biri laiklik ilkesine aykırı değildir. İddianamedeki beyanlar, Düşünce ve kanaat hürriyeti(Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, demokratik hukuk devletinin teminat altındadır(Anayasa, m. 2). Her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadeler, bir milyon defa tekrarlansa bile, bir partiyi Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline getirmez.
AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline gelmiştir.
Sonuç olarak, ilk cevabımızda, esas hakkındaki cevabımızda ve sözlü olarak ifade edip aynı zamanda da yazılı sunduğumuz cevaplar ve Yüksek Mahkeme tarafından re’sen gözetilecek diğer hususlar dikkate alınarak AK PARTİ’nin kapatılması için açılan davanın reddine karar verilmesi hususunu Anayasa Mahkemesinin takdirlerine saygıyla sunarız. 03.07.2008”
VI- İNCELEME
İDDİANAMENİN KABULÜ
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8. maddesi gereğince Haşim KILIÇ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın katılımlarıyla 31.3.2008 gününde yapılan ön inceleme toplantısında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü, SP.Hz.2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin ön inceleme raporu, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
A- İddianamenin Abdullah GÜL dışında kalan bölümünün kabulüne OYBİRLİĞİYLE,
B- Abdullah GÜL yönünden de kabulüne, Haşim KILIÇ, Sacit ADALI, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyuyla OYÇOKLUĞUYLA
karar verildi.
Azınlıkta kalan üyelerin karşıoy gerekçesi şöyledir:
Kapatma davasının parti tüzel kişiliğine karşı açılmış olmasına karşın, yargılama sonucunda davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan ilkelere aykırı eylemlerin kapatılmayı gerektirecek düzeyde odağı haline geldiğinin saptanması durumunda, partinin kapatılmasına neden olan üyelerinin Anayasanın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrası uyarınca kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamayacağı dikkate alındığında, Abdullah GÜL’ün halen Cumhurbaşkanı olması Anayasa’nın 105. maddesi gereği görev süresi içerisindeki sorumsuzluk halleri ve ancak sınırlı yargısal sorumluluk hali dikkate alındığında ve ayrıca Anayasanın öngördüğü sistemin mantığı ve Anayasal kurallar bütünü ile birlikte değerlendirildiğinde, göreviyle ilgili olmayan ve görev öncesi döneme ilişkin iddiaları içeren eylemlerin yargılamaya dâhil edilmesinin mümkün olmadığı, dolayısıyla davalı parti hakkında verilecek nihai kararın sonucuna göre yargılamanın görev süresinin sonuna ertelenmesi ve iddianamenin Abdullah GÜL yönünden tefriki gerektiği görüşünde olduğumuzdan çoğunluk kararına katılmadık.
ÖN SORUNLAR ve USULE İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER
Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarında ifade edildiği gibi siyasi parti kapatma davası ceza niteliği ağır basan kendine özgü davadır. 2949 sayılı Yasanın 33. maddesine göre bu davalar Ceza Muhakemesi hükümleri uygulanarak karara bağlanmaktadır. Muhakemenin yürütülmesi, hükmün tesisi ve oylamalara ilişkin hususlarda Anayasada ve 2949 sayılı Yasada özel hükümler bulunmadığı sürece 5271 sayılı Ceza Muhakemesi hükümleri uygulanacaktır.
a- Davalı parti üyelerinden Burhan KUZU, Mehmet Zafer ÜSKÜL, Ahmet Faruk ÜNSAL, Mehmet ELKATMIŞ ve Resul TOSUN Anayasa Mahkemesine yaptıkları başvurularda kapatma davasının parti tüzel kişiliğine karşı açılmış olmasına karşın, kendileri hakkında da Anayasanın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrasında öngörülen siyaset yasağı talep edilmesi nedeniyle, Anayasanın 36. maddesi ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan adil yargılanma hakkı gereğince yazılı ve sözlü savunma talebinde bulunmuşlardır.
Anayasanın 149. ve 2949 sayılı Yasanın 33. maddeleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan işleri dosya üzerinden inceleyip karara bağlayacağı, siyasi parti kapatma davalarında da sözlü savunmanın ancak siyasi parti genel başkanlığının veya tayin edeceği bir vekil tarafından yapabileceği gözetildiğinde, beyan ve eylemleri nedeniyle kapatma davasında adı geçen parti mensuplarının yazılı savunmalarını Anayasa Mahkemesine sunulmak üzere Davalı Parti’ye ulaştırmalarına bir engel bulunmadığı sonucuna varılmış ve dilekçe sahiplerine 31.3.2008 günlü tensip zaptıyla gerekli tebligat yapılmıştır.
b- Kanıtların değerlendirilmesi aşamasında yapılan oylamalarda karar yeter sayısının ne olacağı tartışılmıştır. 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa ile Anayasanın 149. maddesinde yapılan değişiklikle siyasi parti kapatma davalarında kapatılmaya karar verilebilmesi için beşte üç oy çokluğu şartı getirilmiştir. Anayasanın 69. maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin kapatılmasını Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin odağı haline gelme koşuluna bağlamaktadır. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin yoğunluğu ve ağırlığı partinin kapatılması ya da devlet yardımından yoksun kılma yaptırımının temelini oluşturmaktadır. Her bir eylemin gerçekleşip gerçekleşmediğinin ve Anayasaya aykırı olup olmadığının saptanması, uygulanacak yaptırımı doğrudan doğruya etkilemektedir. Bu nedenle nihai karar öncesi aşamalardaki oylamaların salt çoğunlukla yapılarak bir siyasi partinin Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin saptanması uygulanacak yaptırımı doğrudan etkileyeceğinden Anayasanın 149. maddesinde belirtilen nitelikli çoğunluk şartının işlevselliğini engeller. Açıklanan nedenlerle kanıtların değerlendirmesi dâhil olmak üzere, davanın sonucuna etki edecek tüm oylamalarda Anayasanın 149. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen beşte üç oy çoğunluğun aranması gerekmektedir.
c- Davalı parti, Başsavcılıkça kapatma nedeni olarak ileri sürülen söylemlerinin bir kısmının yasama çalışmaları sırasında ifade edildiğini belirterek bunların, Anayasanın siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin 68. ve 69. maddeleri karşısında özel hüküm niteliği bulunan 83. maddesinde öngörülen yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunduğu ve parti aleyhine delil olarak kullanılamayacağını ileri sürdüğünden, bu hususun değerlendirilmesi gerekmiştir.
Anayasa’nın 83. maddesinde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerinden, o oturumdaki Başkanlık Divanı’nın teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.” denilmektedir. Yasama sorumsuzluğunu öngören bu düzenleme ile Meclis çalışmalarında ulusal istencin en iyi biçimde yansıtılması ve milletvekillerinin görevlerini hiçbir etki altında kalmadan yapabilme olanağının sağlanması amaçlanmıştır.
Anayasanın 84. maddesinin son fıkrasında ise “Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer…” denilmektedir. Bir partinin milletvekilleri parlamento çalışmalarında da Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında ifadesini bulan temel ilkelere aykırı eylem ve söylemleri yoğun biçimde gerçekleştirebilirler. Meclisteki beyan ve eylemleriyle özgürlükçü demokratik düzeni ortadan kaldırma amacı açıkça saptanabilen ve bu amacı gerçekleştirmeye dönük anayasa dışı yöntemleri savunan bir milletvekilinin yasama sorumsuzluğundan yararlanması Anayasanın 84. maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Belirtilen her iki Anayasa kuralı birlikte değerlendirildiğinde, Milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki beyan ve eylemlerinin Anayasanın 83. maddesinde öngörülen yasama sorumsuzluğu kurumunun anlam ve önemi ışığında değerlendirilmesi, ancak demokratik özgürlükçü düzeni ortadan kaldırma amacını açıkça ortaya koyan beyan ve eylemlerin ise parti kapatma davalarında gözetilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır.
d- Davalı parti üyelerinin parti kurulmadan önceki eylemleriyle, daha önce kapatma davalarına konu olmuş eylemlerinin hükme esas alınıp alınmayacağı tartışılmıştır. Anayasanın 69. maddesinin altıncı fıkrasında davalı partinin üyelerinin ya da adı geçen parti organlarının eylemlerinden söz edildiğine göre, davalı parti kurulmadan önce gerçekleşmiş eylemlerin partiye isnat edilmesi ve parti üyelerinin daha önce yargılamaya esas alınarak kapatılan bir siyasi partiye üyelikleri döneminde işledikleri eylemlerin mükerrer yargılamaya konu olması mümkün görülmemiştir.
e- Davalı parti, gazete kupürlerine ve internetten indirilen haber ve yorumlara dayanan isnatların davaya esas alınamayacağını ileri sürmüştür. Gazetelerde ya da diğer haber kaynaklarında yer alan yorum veya haber-yorum biçimindeki belgelerin kanıt niteliği olmadığı açıktır. Ancak gazete ve internet haberlerinde yer alan ifadelerin farklı ve karşıt yayın organlarında aynı biçimde yer aldığı ve bu haberlerin, ifadenin sahibi ve parti tarafından reddedilmemesi durumunda kanıt olarak değerlendirilebilir. Buna karşın parti üyelerine isnat edilen beyanlarla ilgili kuşkudan uzak kanıtlar sunulmadığı durumda, söz konusu kişilerin bu beyanları savundukları ve kabul ettikleri bireysel savunmalarında ya da davalı parti savunmasından anlaşılamadığı sürece, yalnızca bu beyanların basında yer alması ve davalı partinin isnat edilen eylemi savunmuş olması beyanın sübutu için yeterli görülmemiştir.
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılması istemini, iddianameye ek olarak sunduğu 17 klasörde yer alan ve bir kısmı ses ve görüntü kayıtlarıyla desteklenen gazete ve internet sitelerinde yer alan bilgilere ve birtakım belgelere dayandırmaktadır. Bilgi ve belgelerde ağırlıklı olarak düşünce açıklamalarının konu edildiği, bir kısmında ise yasama ve yönetsel tasarruflar ile yerel yönetim uygulamalarının yer aldığı görülmektedir. Yapılan tasnifte kimi kamu personelinin eylem ve söylemlerini konu edindiği 7 klasör ile davalı parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin yer aldığı 10 klasörde toplam 400’ü aşkın iddia yer almıştır.
Usule ilişkin açıklamalarda belirtilen temel ölçütler uygulanmakla;
haklarında siyaset yasağı istenen Ahmet Şükrü KILIÇ ile Ali TEKİN’in eylem tarihinde parti üyesi olmadıkları tespit edilmiştir.
üye olmadıklarından dolayı eylemleri davalı partiye isnat edilmesi olanaksız olan kamu personeliyle ilgili iddiaların “üye eylemi” olarak dikkate alınamayacağı kabul edilmiş, ayrıca söz konusu eylemlerle parti üyeleri ya da organları arasında bir nedensellik ilişkisi kurulamadığından, değerlendirmeye de esas alınmamıştır.
Geriye kalan eylemlerden
bir kısmının hukuksal inceleme konusu olmayan öznel yorumlardan oluştuğu ve iddianamede yer almayan kitapların esas alınarak düzenlendiği,
bir kısmının yalnızca belirli bir yayın politikası olan gazete ve/veya internet sitelerinde yer aldığı, herhangi bir ses veya görüntü kaydıyla desteklenmediği, farklı ya da karşıt gazete ve/veya internet sitelerinde de yer almadığı,
bir kısmının farklı gazetelerde farklı içerik ve uzunlukta yer aldığı ve davalı parti tarafından da kabul edilmediği,
bir kısmının gazetelerde veya internet sitelerinde yer aldığından farklılaştırılmış biçimde iddianameye alındığı ya da eksik ve parçalı biçimde aktarılmış olduğu,
bir kısmının vaki olmadığı ya da sübut bulmadığı,
bir kısmının ise düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğu,
görülmüştür.
Nitelikli çoğunluk sağlanan aşağıdaki eylemlerin ise Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında kaldığı sonucuna ulaşılmıştır:
1- Recep Tayyip ERDOĞAN Hakkında
1 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 29.05.2004 tarihinde Oxford Üniversitesinde yaptığı konuşma sonrası verdiği demeçte imam hatip liselilerin önünü açan YÖK Yasası’nı laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle veto eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’e, “Bu okullar çok partili dönemden beri var. Dün laikliğe aykırı değildiler, bugün niye aykırı oldular? Bunun laiklikle alakası yok” …”Normal liselerde okutulan birçok ders İHL’de de okutuluyor. Ayrıca din dersi için de bir yıl fazla okuyorlar. Bu tür bir eğitim almak laikliğe aykırı mı?” diye söylediği, “Son 5 yılda bu yasağı koymak hangi adalet duygusuyla bağdaşır?, “ “Sizin için ılımlı İslamcı deniyor. Biz Avrupalılar bu tanıma şaşırıyoruz. Hem İslamcı hem laik birbiriyle nasıl bağdaşır?” sorusuna “Ilımlı denilince, ılımlı olmayanı varmış gibi oluyor. Sadece bir İslam vardır. Önüne bir şey konulamaz. Bu İslamı zedelemeye yönelik bir tezdir. Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” yanıtını vererek laikliğe aykırı davrandığı ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddianın Başbakanın; 13.05.2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca Meclise geri gönderme gerekçelerine karşı yaptığı değerlendirme ve eleştirileri içerdiği, Cumhurbaşkanının görüşlerinin eleştirilebilir olduğu, katsayı sorununun yalnızca İmam Hatip Liselerini değil, diğer liseleri de ilgilendirdiği ve bakışlarının eşitlikçi olduğu, devletin kurduğu, denetlediği, programını belirlediği bu resmi okullarda okuyanların dışlanması ve tehlike gibi gösterilmesinin laiklikle bağdaşmadığı, iddia makamının bu yaklaşımıyla Anayasayı ihlal ettiği, katsayı uygulamasının 1998’e kadar bulunmadığı gerçeği, Türkiye’yi 1998 yılına kadar laikliğe aykırı bir ülke haline getirmediği, uygulamanın kaldırılmasının bugün de aynı sonucu doğurmayacağı, katsayı adaletsizliğinin pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, sivil toplum örgütleri ve partiler tarafından dile getirilmesine rağmen, kendi partileri hakkında dava konusu edilmesinin, ifadelerin değil, bu ifadelerin kimin tarafından söylenmiş olduğuna önem veren hukuk dışı bir tutumu kanıtladığı ve eşitlik ilkesine, Anayasaya aykırı olduğu, kişilerin dindar olabilmesine karşın devletin laik olduğu, dindar insanların laiklik karşıtı olarak suçlanmasının yanlış olduğu, dindarlık ve laiklik kavramların alternatif olarak düşünülemeyeceği, dolayısıyla kanıt olarak belirtilen ifadenin esasında laikliği savunmak adına sarf edildiği ve laikliğe aykırı herhangi bir yönü bulunmadığı, hukuk devletinde iddia makamının, somut gerçeklikten hareket etmesi gerektiği, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramayacağı görüşlerini dile getirmiştir.
2 Numaralı Eylem
RP İstanbul İl Başkanı olarak Ümraniye’de 1994 tarihinde yaptığı konuşmanın kasedinin Kanal D’de yayınlanması üzerine Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 22.08.2001 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan açıklamasında, söz konusu konuşmayı günün şartları içinde, üyesi bulunduğu partinin söylemleri ve disiplini gereği gerçekleştirdiğini ifade ederek, “Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.” dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddia makamının açıklamanın bütününü sunmayıp kendi yorumunu destekleyen bir kısmı iddianameye almasının hukuka aykırı olduğunu, başbakanın beyanların laiklik ve Anayasa ile uyumlu olduğunu, hem dindar olmanın hem de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin uygulanmasına karşı olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu, bu nedenle başbakanın söylediğinin Anayasa Mahkemesi ve doktrindeki görüşlerin farklı üslupla tekrarlanması niteliğinde olduğunu,
Ayrıca söz konusu kasetin 1994 yılına ait olduğu, Başbakan’ın bu düşüncelerinden yargılanıp beraat ettiği, aynı ifadelerin basın organlarınca tekrarının aleyhe kullanılamayacağı, parti kurulmadan önceki eylemlerin partiye isnat edilmesinin hukukun evrensel ilkeleri, Anayasa ve yasaların açık hükümleriyle çatıştığı dile getirilmiştir.
1994 yılında yapılan konuşmanın partiye isnat edilmesi mümkün olmamakla birlikte, sorular üzerine bugünkü yaklaşımını belirten beyanları bağımsız olarak değerlendirmeye esas alınmıştır.
3 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında Beyrut’tan İstanbul’a dönerken, uçakta gazetecilere, açıklamalarda bulunan Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, Kur’an kursları için yaş sınırı konulmasına karşı olduğunu söylerken, kendisinin de 7 yaşında Kur’an kursuna gittiğini hatırlatarak, “Çok açık net bir şey söylemek istiyorum. Bir defa eğitimin kanuna aykırılığının tartışılması lazım. Adı üzerinde eğitim kurumu. Burada eninde sonunda eğitim yapılıyor. Bu kişileri silahlı eyleme götüren bir olaysa, zaten başka maddelerde bu var. Nedir eğitim? Çünkü bugüne kadar bizim en büyük sıkıntımız madde konur, kelime orda durur, ama nedir diye geldiğinizde tanımda yok. Orada biz arkadaşlara dedik ki bu eğitim kurumunun gerekçede tanımını yapalım. Bu tanım orada açıkça yapılıyor. Bu kadar açık ve net olduğuna göre, bunu başka bir yere saptırmak gerçekten de çirkin. Kaldı ki Kuran öğrenecek. Kuran’ın eğitimi olmaz. Kuran’ın öğrenimi olur. Yani bir taraftan kalkacağız diyeceğiz ki, yani işte misyonerler geldi şunu bunu yapıyor, İncil dağıtıyor, Tevrat dağıtıyor, ama öte yandan geleceksin Kuran’ı öğrenmeyi yasaklayacaksın. Bir şey söyleyeyim. Çeşitli yazılarınızda mesela Orhan Pamuk un kitabında (Sütlüce Kaymakamı’nın kitabın toplatılması isteği) ne yaptınız, hep beraber isyan ettiniz. Öbür tarafta şiir okuyan bir çocukla ilgili bir durum oldu. Hepiniz dediniz ki böyle bir şey olmaz. Peki bir Müslüman’ın kendi arzusuyla, Kuran’ı öğrenmesine niçin karşı çıkıyoruz… Kuran öğrenimi konusundaki tartışmalar gerginliğe yol açıyor. Ondan sonra bunun sorumluları kimse bunları aramaya başlıyor. Bir çocuğun Kuran’ı öğrenmesinin ona getireceği olumsuz ne olabilir? Burada bir yaş sınırı getirildiği zaman öğrenme kolay olsun diye değil, tam tersine bunun önünü nasıl keseriz; bu anlayışla getirildi. Şu anda Diyanet konu üzerinde çalışıyor. Milli Eğitim de çalışıyor. Birisinde 12 yaş, diğerinde 15 yaş. Diyor ki bu yaşlardan önce öğretemezsin. Bırakılım kitabını, Kuran’ı öğrensin. Bu durumdan niye rahatsız olalım. Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks-Teksas okumaya hiç kimse mani olmuyor ama kendi kitabını öğrenmesine niye mani oluyoruz.”… “Benim tezgâhımdan geçmiş olanların, ülkeme ne zararı var ki. Bunu öğrenenlerin ülkelerine ne zararı var. Varsa üzerinde duralım. Ben, ülkeme zarar verecek bir şeyi niye yapayım? Deli miyim?...” Din kültürü, ahlâk bilgisi dersinde Kur’an öğrenmiyorlar ki. Ben biliyorum, sûre ezberleme problemi olan çocuklar aradı. Şimdi bakın, burada namazla ilgili bahislerde, namazla ilgili bazı sureleri öğretmenler öğretebilir. Ama, bu, Kur’an öğretmek değil. Orada birkaç tane sûreyi öğretmişsin; başka bir şey değil. Kur’an dersi dediğimiz zaman bunda tecvid var, tilavet var, tefsir var; bunlar ayrı şeylerdir” dediği,
Başörtüsü konusunda ise “Ülkenin bir gerçeği olduğuna inanıyorum”…”Toplumda mutabakat olduğuna göre, kurumlar arasındaki, kuruluşlar arasındaki uyumsuzluğu anlamak mümkün değil. Ülkede toplumsal mutabakatı tesis etmişsin. Kurumsal mutabakat da tesis edilsin ki, birbirine şüpheyle bakan bir ülke olmayalım” dediği, Başbakan, “türban sorunu”nu nihai kertede aşmak için referanduma gidilmesi gereğinin de “zaman zaman kendi düşünce dünyasına girdiğini” söylerken, “Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli. Olayın sosyal boyutu var, siyasal boyutu var. Bütün bunların değerlendirmesini, analizini aramızda hükümet olarak, parti olarak yapmamız lazım. Diğer partilerle bunu değerlendirmemiz lazım. Ben yaptım oldu, şeklinde olmaz” diye söylediği, ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, bu açıklamaların, Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinin değiştirilmesi nedeniyle kamuoyunda yaşanan tartışmalar ve kanunla ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunurken, Kur’an öğrenimi üzerinde duruyor, ayrıca türban konusunda çözüm için toplumsal ve kurumsal mutabakatın gerekliğini ve şu anda da kurumsal mutabakat olmadığından çözümün zaman alacağını ifade ettiğini, Başbakanın beyanlarının, laiklik ve Anayasa ile uyumlu olduğunu, zira din ve vicdan özgürlüğünün, evrensel temel hukuk metinlerine girmiş ve Anayasa’nın 24’üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış bir insan hakkı olduğunu, her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altında olduğunu, devletin bu konuda pozitif bir yükümlülüğünün bulunduğunu, Diyanet İşleri Başkanlığının bunu karşıladığını, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunu olduğunu, bu sorunun çözümünde değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereği olduğundan, bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayışın savunulamayacağını kaldı ki Türk Ceza Kanunu’nun 263’üncü maddesinde yapılan değişiklik, Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmiş olup, ne Cumhurbaşkanı ve ne de Anamuhalefet Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmediğini, şu anda yürürlükte olan bir kanun maddesi nedeniyle, partinin itham edilmesi kabul edilemeyeceğini dile getirmiştir.
4 Numaralı Eylem
9 Temmuz 2004 tarihinde Kanal D isimli yayın kuruluşunun “Teke Tek” isimli programına katılan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, NATO Zirvesinde yaşanan türban gerginliğini değerlendirerek, “Kamusal alan sadece bizde var.(…) Sivil toplum örgütleri vakıf üniversitelerinde başörtülü eğitime ilişkin bir dayanışma ortaya koyarlarsa, burada hazır bir hükümet var. Bunu zorlayamam.(…) Özel üniversitelerde türbanla eğitimi serbest bırakalım. Devlet’te görev verilmesin. Özel sektörde çalışsınlar.”…’’Türkiye’de kavramlar kargaşası var. İşimize geldiği zaman sahipleniyoruz, işimize gelmediği zaman sahiplenmiyoruz. Bu konunun Türkiye’de uzmanları var. Önüne gelen, ağzı olan konuşuyor. İlgisi alakası olan, olmayan, din, diyanet bilmeyen konuşuyor. Bir toplumun dini değerlerle ilgili ihtiyacı var. Yok mu?. Anayasamızın 24. maddesi çok açık, bütün bunlara rağmen bütün bunları işine geldiği gibi yorumlayanlar var. Bir ülkede devletin en önemli görevlerinden bir tanesi de o ülke halkına dini eğitimi, öğretimini vermektir. Ama diyorlar ki yapmayın. Siz bunu vermediğiniz zaman illegal yapanlar devreye girer. Sizin yasak koyduğunuz o yapılar kendileri için müşteri bulmaya başlar, yeraltına girer.’’…”Bizde ülkenin ileri gelenleri caminin semtine uğramazlar. Uğradığı zaman bazı değerlerini kaybettiğini düşünür veya elden gidiyor diye düşünür. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın cenaze töreninde ABD’nin en büyük katedralinin içindeydik. Herkese dağıtılan ilahi kitabı vardı, ilahilere katılarak, okudular. Hiçbir kutsalları veya değerleri kaybolmadı, ellerinden gitmedi. Bizde ise bu endişe niye, niçin biz bu noktada rahat olamıyoruz. Bu değerlerimizi kaybetmek mi iyi, yoksa yakalamak mı iyi. Doğru, gerçek olduğu şekilde yakalamak.’’…’’Biz de ortada yönetim tarzını icra ediyoruz. O dediğimiz zihniyetler aynı şeyi bizim için de söylüyorlar. Yahu kardeşim ben senin yaşadığın gibi yaşamaya mecbur muyum, değilim ya...”diye beyanda bulunduğu, Konuşmasında ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyası sırasında yaşadığı ilginç bir olayı anlatarak, genç kızların okula gönderilmesini istediklerinde bir kızın “Okula gideyim; ama başörtüm var!” cevabını verdiğinden söz ederek; “Başörtülüyü devlet okuluna sokmuyorsun, bari bırak özelde okusun. Gelin bunun önünü açalım. Sen yarın yine bu çocukları devlette işe alma, özel sektörde çalışsın. Şimdi bunların mantığı şöyle; ‘Sen başörtünle tarlada çalış, çapa yap; ama sosyolog olma, psikolog olma.’ Bunu artık aşmamız lazım.” diye söylediği ileri sürülmüştür.
Davalı Parti savunmasında, Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunu ve çözümü bağlamında; “Kamusal alan”, “Vakıf Üniversitelerinde başörtüyle eğitime devama imkan tanınması”, “Başörtülülere devlette görev verilmemesi, özel sektörde çalışması” ve “Din eğitimi ve öğretimi” konularında açıklamalarda bulunduğunu, siyasi ve fikri çoğulculuğun egemen olduğu demokratik sistemlerde iktidarda olsun veya olmasın hiçbir siyasi parti, toplumda yaşanan sorunları görmezlikten gelemeyeceğini, çözüm taleplerine karşı de kayıtsız kalamayacağını, aksine bu sorunları topluma faydalı bir biçimde çözmenin yöntemlerini üretip bunu kamuoyu ile paylaşıp, çözümü için milletten yetki istediğini, demokrasinin ve demokratik işleyişin gereğinin bu olduğunu, demokratik bir ülke olan Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorununun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti olmadığını, bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazılarının milletvekillerine kanun teklifi verdirdiğini ve bazılarının ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yaptıklarını, Türkiye Büyük Millet Meclisinin de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurduğunu, demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatı olduğunu, sorunun, demokraside, laiklikte veya hukukta olmadığın, birilerinin laiklik anlayışında, kendi yorumlarını laiklik, demokrasi ve hukuk yerine ikame edişlerinde yattığını, AK Parti’nin ve onun Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının bu sorunu görmezlikten gelmesinin, yok saymasının, çözümüne dair bir arayış içinde olmamasının beklenemeyeceğini, aksinin ülkenin demokratik niteliğine gölge düşüreceğini, ülkede yaşanan genç kızların aleyhine ayrımcılığa neden olan, hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik ve laiklikle örtüşmeyen bir yasağın kaldırılmasına, sorunun çözümüne yönelik düşünce açıklamaları niteliğinde olduğu belirtilmiştir.
5 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, 2004 yılı Ocak ayında New York’taki Dış İlişkiler Konseyi’nde “Türkiye’nin dış politikası” konulu bir konuşma yaptıktan sonra “Fransa’daki başörtüsü yasağını hatırlatan bir katılımcının, Türkiye’deki durumu sorması” üzerine; “Başörtüsü, yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’de gerek millet ve gerekse kurumların ortak sorunu. Biz bunu toplumsal mutabakatla çözmek istiyoruz. Ama sonuçta şunu da söylemek zorundayım ki, bu sorun Türkiye’de vardır.”…”Farklı olan bu yaklaşımın, Avrupa Birliği’nin (AB) temel ilkesi olan Kopenhag kriterleriyle, yani din ve vicdan özgürlükleriyle, inanç özgürlüğüyle açıklanması nasıl olur, merak ediyorum?” dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakanın başörtüsü sorunun varlığına ve çözümüne dair bir değerlendirme ve durum tespiti yaptığını dile getirerek, 14 nolu kanıta ilişkin savunmasını tekrarlamıştır.
6 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2004 yılı Nisan ayında Ukrayna ziyareti sırasında kaldığı otelde bu ülkede okuyan ikisi türbanlı Türk öğrencilerinin denklik sorununu gündeme getirmesi üzerine; “Bu soruyu her yerde soruyorlar, ama artık sormayın. Ben bu konuyu iyi biliyorum. Benim çocuğum Boğaziçi’ni kazandığı halde imam hatip lisesi mezunu olduğu için puanı düşürüldü, buraya gidemedi. Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı. Biz ailece bu konunun mağduruyuz. Bu tip ayrımlara karşıyız. Ama sizin bu sorunlarınızın çözümü sadece bizim isteğimizle değil tüm siyasi partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla çözülmeli. Bunu tek başımıza getirmek istemiyorum, çünkü o durumda gerginlik çıkıyor. Ben ülkede gerginlik yaratmak istemiyorum… Kızlarım başını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı” dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında Başbakan’ın kendi ailesinden örnekler vermek suretiyle yaşanan sorunu bildiğini, bizzat ailecek bu sorunu yaşadıklarını; ancak sorunun çözümü için uzlaşmanın gerekliliğini, aksinin gerilime yol açacağını ve gerilim olmadan sorunun çözümünden yana olduğunu ifade ettiğini belirterek, önceki savunmayı tekrarlamıştır. Ayrıca Başbakan’ın gerginlik yaratılmasına karşı olduğu ifadeleriyle çoğulcu ve uzlaşmacı siyasal bir tutum içinde olduğunu, bunun yanında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamede açıkça ortaya çıkan olumsuzlayıcı yaklaşımının, metne, metinde olmayan cümleyi ekleme marifetiyle de pekiştirildiğini, nitekim Başbakana atfedilen 17 numaralı iddiadaki “Kızlarım başını örttükleri için Türkiye’de okuyamadı” son cümlesinin, son cümle olarak konuşmanın yer aldığı 17 numaralı Hürriyetim internet ekinde olmadığını, Başbakan’a atfedilen metnin içinde var olan bu cümlenin, metnin sonuna, sanki orada da söylenmiş gibi eklenmesinin kabul edilemez bir keyfilik ve hukuk dışılık olduğunu, iddia makamının keyfi davranarak, Anayasa ve yasaların dışına çıkamayacağını dile getirmiştir.
7 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında resmi ziyaret için Washington’da bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Amerikan CNN International televizyonundan Wolf Blitzer’ın; “Başörtülülerin kamu okullarına ve kamu binalarına girmeleri yasak. Buna mukabil, eşiniz başının örtüsüyle Beyaz Saray’a davet edildi. Amerikalılar Türkiye’de dini hoşgörünün bulunup bulunmadığı hususunda endişe ediyorlar. Türkiye’de değiştirilmesi gereken bir kanun mu var?” şeklindeki sorusuna; ‘‘Bunu yasaklayan bir konu yok ki. Sıkıntı burada. Sadece şu anda buna yönelik olarak bir algılama var, yorumlama var. Ama biz özellikle ülkemizde bir toplumsal gerilim olmasın diye sabırlı hareket ediyoruz. Ve diyoruz ki bir toplumsal mutabakat olsun. Bakın benim kızlarım ABD’de okuyor. Burada o özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde yok. Şu anda ben bu acıya sadece ülkemde bir toplumsal gerilim olmasın diye katlanıyorum. Halkımın arasında böyle bir sıkıntı yok. Ama kurumların yaklaşımı toplumun yaklaşımıyla örtüşmüyor. Onun için biraz sabredeceğiz. Biraz daha bu işin çilesini çekeceğiz gibime geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini bulacaktır.’’ şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür
Davalı parti, Başbakanın başörtüsü sorununa dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş ve zamanla bu sorunun çözüleceğini ifade ettiğini belirterek önceki savunmalarını tekrarlamıştır.
8 Numaralı Eylem
2005 yılı Haziran ayında AB büyükelçileri onuruna Başbakanlık Konutu’nda verdiği yemekte Belçika Büyükelçisi Mark Van Rysselberghe’nin Türkiye’de dini azınlıkların özgürlükleri kapsamında Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın misyonerlik faaliyetlerine yönelik eleştirilerini anımsatması üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Bu sorunu sadece azınlıktaki gayrimüslümler değil çoğunluktaki Müslüman kesim de çekiyor. Bu konu bizim için de zor” demiş, türban yasağı konusundaki rahatsızlığını da “Bu sorunu bizzat ben yaşıyorum. Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu’nda takabiliyor, karşıda (Cumhurbaşkanlığı’nı işaret ederek) takamıyor. Bu konularda bir toplumsal ve kurumsal mutabakat henüz sağlanmadı.” diye konuştuğu ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın Türkiye’de laikliğin yorumundan kaynaklanan ve her dinin mensuplarının da yaşadığı bazı sorunlar olduğunu, bu meyanda Türkiye’de yaşanan başörtüsü sorununun çözümü için toplumsal ve kurumsal mutabakatın gerektiğini; ancak bunun henüz sağlanamadığını ifade ettiğini belirtmiş; ifadelerin laikliğe ve Anayasaya aykırı olmadığını önceki savunmalarına atfen dile getirmiştir.
9 Numaralı Eylem
2005 yılı Kasım ayında Danimarka Avrupa Hareketi tarafından Kopenhag’da düzenlenen “Medeniyetler arası ittifak: Türkiye’nin rolü” konulu toplantıya katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu (başörtüsü yasağı) 8 yıllık bir süreçtir. Bu süreç içerisinde üniversiteye giden kızlarımız, başları örtülü olarak devlet üniversitelerinde ve vakıf üniversitelerinde başörtülü olarak derslere girememektedir. Bu, bana göre din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM’nin son kararı var. Ben bu kararlara şaşıyorum. Bazı hukuki yorumlara, bazı köşe yazarlarına baktığımız zaman, bizim yaklaşım tarzımızı ‘Bunların hukuka saygısı yok’ diye değerlendiriyorlar. Bu bir dosya kararıdır. Ben cezaevine girdiğim zaman gazeteler ‘Artık muhtar bile olamaz’ diyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan TC’ye Başbakan oldu. Neyle oldu? Gene yargıyla, değişen, gelişen yasalarla oldu. AİHM’nin verdiği bu karara ben yargı kararı olarak uyarım, ama haklar, özgürlükler noktasında doğru bakmam. Niye? Çünkü nasıl olur da bir insan başını örtüyor diye eğitim, din ve vicdan özgürlüğü ortadan kalkar? ‘İnanç hiçbir zaman yasanın önüne geçemez’ diyor. Benim bu kızımın böyle bir iddiası yok ki... İnancı böyle olduğu için başını örtüyor, o halde saygı duymak lazım. Mahkemenin de bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır. Açarsın o dinin mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hıristiyansa o dinin mensubuna sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı? Varsa saygı duymak zorundasınız. Yoksa ayrı bir konudur, o zaman siyasi, ideolojik olur. O farklı bir olay. Dinde bunun yeri varsa saygı duymak zorundasınız. Ben diyorum ki dinde bunun yeri var. Biraz bu alanda mürekkep yaladık. Bu alanda hiç alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan böyle bir kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermek yanlıştır Bu bir sorundur ve er veya geç çözülmelidir. Okula gidemeyen yüz binlerce kızımız var. Bu aşıldığı anda gidebileceklerdir. İmkânı olanlar Avrupa’ya, Amerika’ya gidiyor, okuma fırsatını buluyor, olmayan kaderiyle baş başa kalıyor. Kurumlar arası mutabakat sağlandığı anda bu sorun aşılacaktır.” diye konuştuğu,
Açılışlara katılmak üzere gittiği Denizli’de “ulema” tartışmalarına değinen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Cehalet içinde konuşuyorlar. Açsınlar Türk Dil Kurum lugatını, Milli Eğitim Ansiklopedisi’ni, diğer lugatları açsınlar. Ulemanın ne anlama geldiğini okusunlar. Bunlar şecaat arzederken sirkatlerini de ortaya koyuyorlar. Yani kendilerini överken açıklarını da ortaya koyuyorlar. Ulema, alimin çoğuludur. Bugünkü söyleyişle bilginin çoğuludur. Ulema ise bilginler anlamına gelir.(…)Danimarka’da yaptığımız konuşmada, AİHM’nin Müslümanlara ait örtü ile ilgili karar verirken bu konuda bilirkişi olarak İslam’ın din bilginlerine sorması gerekirdi. Bu örtü ideolojik mi, sosyolojik mi, dinin gereği mi? (…) Sorduktan sonra kararını yine orası versin. Biz onların kararına uyarız. Türkiye’de de kimse bunu saptırma yoluna gitmesin.” Dediği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, mahkeme kararlarının eleştirilemez olmadığını, yalnızca otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararlarının olabileceğini, mahkeme kararlarının bağlayıcılığının ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğunun farklı bir şey olduğunu, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemenin farklı şeyler olduğunu, uyma zorunluluğunun eleştirme yasağı anlamına gelemeyeceğini, anayasal güvence altında bulunan eleştiri hakkının İddia makamında yok sayılamayacağını, böyle bir yetkisinin olmadığını, mahkemelerin kararlarının yasalara ve Anayasa kurallarına dayanması nedeniyle bu kuralların değişmesiyle içtihatların da değişmesinin olağan olduğunu, ulema ile Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapıldığını, başörtünsünün dini bir emir olup olmadığı konusuna mahkemelerin karar veremeyeceği ve bu konuda karar oluşturabilmek için o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliğini ifade için “Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” Dendiğini ve bu konuda AİHM’in bilirkişi görüşü almadan karar vermesinin eleştirildiğini, bu ifadelerin basın ve yayın organlarınca çarpıtılarak verilmesi üzerine Başbakanlık sözcüsünün, “Başbakan’ın dünyevi hukuk alanına giren bir düzenlemenin, din bilginlerine bırakılması gerektiğini söylemesi söz konusu değildir, olmamıştır da” açıklamasını yaptığını belirtmiş, bununla birlikte Başbakan’ın görüşlerini içeren bir yazılı açıklamayı sunmuştur. Ayrıca başörtüsüne ilişkin önceki savunmalara atıfta bulunulmuştur.
10 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, 2006 yılı Şubat ayında partisinin Mersin Merkez İlçe İkinci Olağan Kongresi’nde Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç KILINÇ’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; Bu kararı hukuk ilkeleri içerisinde tanımlayamıyorum. Tarif edemiyorum. Kalkıp da bir anaokul öğretmenine, öğretmenlik yaparken başını açtın, dışarda da başın açık olarak gezeceksin deme hakkına kimse sahip değildir. Hangi makamda olursa olsun. Bu anlayış, hiçbir hukuk anlayışı içerisinde tanımlanamaz. Türkiye’de kendilerine göre alanlar belirlemek suretiyle vatandaşımızın din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu böyle biline. Özgürlüklerin egemen olduğu bir ülkede alınan bu kararı ben bu ülkenin bir başbakanı olarak, evladı olarak,-bu karar alındığı için bu yorumu yapıyorum, yapmak zorundayım- doğrusu kınıyorum. Bunu hiçbir yere sığdıramıyorum. İnsanın bir özel alanı vardır, kamusal alanı vardır bir de kamu alanı vardır. Bu alanlara hükmetmeye kimsenin hakkı yoktur. “Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar. Şöyle şöyle davranacaksınız diyecekler. Kusura bakmayın. Türkiye yolgeçen hanı değil. Herkes yerini belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz. Birileri nemalanmasın diye sabrediyoruz. Ancak hukuk adına yargı makamını işgal edenler, bu ülkede böyle bir zemini hazırlama gayreti içine girmesinler. Ben milletin vekili olarak konuşuyorum, konuşmak zorundayım. Ben yargı makamı değil, yürütme makamıyım. Sorumluluğum ne ise onu yapıyorum. Yargıdan da adil yaklaşmalarını bekliyorum”…”Meslek liseleriyle ilgili biz üzerimize düşeni yaptık. Meslek liselilere bizim dönemizde olduğu gibi fark derslerini vererek düz liseden mezun olma hakkı verdik. Ancak YÖK bu konuyla ilgili Danıştay’a gitti. Danıştay da maalesef bunu reddetti. Bunu anlamak mümkün değil. Düz lise mezunu meslek lisesine başvurarak fark dersleri vererek mezun olma hakkına sahip. Meslek liselilerin düz liseyi bitirme hakkının önünü niye kesiyorsunuz? Danıştay’ın kararını anlamakta zorlanıyorum. Bu eğitimde nasıl bir eşitliktir? İster meslek, ister düz liseli olsun ÖYS imtihanına hepsi eşit gitsin. Kazanan devam eder, kazanamayan da mesleğine devam eder. Dünyanın gelişmiş ülkelerine bakıyorsunuz yüzde 70’i meslek lisesi, yüzde 30’u düz lise. Bizimkiler de ama inadına düz lise diyorlar. Bunlar ne yapıyorlar? İmam hatipten çekindikleri için diğer meslek liselerini de mahrum ediyorlar. Ama ne kadar imam hatipli var, yüzde 3. Ne kadar meslek liseli var, yüzde 27. İnsaf edin ya. Bunu niye bu kadar engelliyorsunuz? İHL’nin önünü kesmek için. Diğer meslek liselilerin de yazık ediyorlar. Ama bu noktada herhalde eninde sonunda bir gün aklı selim hakim olacaktır.” …”Şimdi çıkmışlar dürüstlük adına dolaşıyorlar. Bunların hedefi, ‘Çamur at, tutmazsa iz bırakır’. Güneşi balçıkla sıvamaya uğraşmasınlar. İşimiz var. Yolumuza devam ediyoruz. Böyle bir kaba gürültüye de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? Musalla taşına yatırıldığınız zaman ‘Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı’ veya ‘Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine’ demeyecekler. “Er kişi niyetine’ diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler’e şunları söylüyorum: Mütavazı ol”…”Sınıf öğretmenliğinden alan öğretmenliğine geçiyoruz. Yani artık din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları verecek. Uygun olan odur. Ama ‘Din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilahiyat mezunları niye versin’ diyenler olabilir. Niye, Çünkü bunlar ideolojik yaklaşımlardır. Halen ilahiyat fakültelerine öğrenci almamak suretiyle adeta ilahiyat fakültelerini kapatma gayreti içerisindeler. Kimse, bu konularda belli mevkilere, makamlara gelmiş olanlar bana laf yetiştirmeye kalkmasınlar. Ülkede din kültürü dersi öğretmenine ihtiyaç var mı, yok mu? Diyanet İşleri 16 bin camimizin boş olduğunu belirtiyor. Bazıları da çıkıp 2 yıllıklar var, şu var bu var diyorlar. Efendi bak. Bu senin işin değil. Diyanet İşleri’nin işi. Benim ihtiyacım var diyor. Eskilerin dediği gibi ‘yarım imam dinden, yarım doktor candan’ etmesin. Camilerde dinimizi hakkıyla bilenler olsun. Köyden gelen birine Cuma hutbelerini verirsen farklı İslam dini olur.” şeklinde konuştuğu ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Danıştay’ın muhtelif kararlarını eleştirdiğini ve meslek liseleri ile düz lise arasındaki katsayı sorununu ile ülkedeki İmam Hatip açığına değindiğini belirterek, önceki kanıtlardaki savunmalarını tekrarlamıştır. Öte yandan “Efendi bu senin değil Diyanetin işi” ifadesinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel ihtiyacıyla ilgili olarak sarf edildiği, “Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi? Musalla taşına yatırıldığınız zaman ‘Falanca cumhurbaşkanıydı, falanca başbakandı’ veya ‘Cumhurbaşkanı niyetine ya da başbakan niyetine’ demeyecekler. “Er kişi niyetine’ diyecekler. Bu makamlar, bu mevkiler gelip geçici. Bunlar bizleri şımartmasın. Ben tüm Adalet ve Kalkınma Partiler’e şunları söylüyorum: Mütavazı ol” ifadelerinin tevazuya çağrı olduğu ve Anayasaya aykırı bir tarafının bulunmadığı savunulmuştur.

Hiç yorum yok: