10.30.2008

AKPARTİ KAPATMA DAVASI GEREKÇELİ KARAR- BÖLÜM 5

47) İddianamenin 49’uncu sayfasında yer alan 47 numaralı iddiada (EK-47) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Türkiye’de yaşanan başörtüsü sorununun, bir insan hakkı ve özgürlük sorunu olduğuna vurgu yapan, kimi çevrelerin “siyasi simge” nitelemelerinin, sorunun karakterini değiştirmediğini belirten, kaldı ki simge ve sembollerin bile yasaklanamayacağını dile getiren bir değerlendirme ve tespittir.
a) İddia makamı, Başbakanın sözlerinde “Türban” kelimesi geçmediği halde, iddianamedeki 47 numaralı iddia metninde yer alan “Velev ki” kelimesinden sonra parantez açıp içine (Türban) kelimesi yazmak suretiyle, tırnak içinde verilen Başbakanın sözüne bir ilave yapmıştır. Görüldüğü üzere iddia makamı, konuşma metninde “Başörtüsü” tabiri kullanıldığı halde bunun yerine “Türban” kelimesini ikame ederek, türbanın “siyasi bir simge olması” ve sadece AK Parti tarafından kullanılıyor gibi gösterilerek kapatma kurgusu desteklemeye çalışmaktadır. Bu, hukuken kabul edilemez. Hukuk devletinde iddia makamı, tırnak “…” içinde verilen sözlere parantez açıp izahat getiremez. Orijinal konuşma metinlerini istediği gibi değiştirip anlamlandıramaz. Orijinal metin ne ise onu aynen vermek zorundadır.
b) Başörtüsü siyasi bir simge değildir. Başörtüsü kullanan bayanlar, başlarını inançları gereği örttüklerini ifade etmektedirler. Ancak buna rağmen başörtüsünün kullanılmasına karşı olanlar, başörtüsünün siyasi bir simge olarak kullanıldığını iddia etmektedirler.
Başörtüsü kullanmak, herhangi bir siyasi partiye mensubiyeti veya siyasi tercihlerde yeknesaklığı göstermez. Bugün bütün siyasi partilerin hem üyeleri ve hem de oy verenleri arasında başörtülü bayanlar vardır. Bu, tartışmadan uzak bir gerçeklik olup, bunun aksini savunan da bugüne kadar çıkmamıştır. Bu tespitin doğruluğu, başörtüsünün siyasi bir simge olduğu iddiasını da çürütmektedir.
c) Başbakan da konuşmasında, başörtüsünün siyasi bir simge olduğunu kesinlikle söylememiştir. Aksine Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını açıklıkla ifade etmiş, bunun delili olarak ta her partide başörtülü bayanların olmasını göstermiş ve başörtüsünün siyasi simge olduğu yönündeki iddiaların gerçeği yansıtmadığına dikkat çekmiştir.
İddianamedeki konuşma incelendiğinde görülecektir ki Başbakan; “… Dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana” ve neden örttüğünü de açıklayan bayanlara, “Sen bunu siyasi simge olarak takıyorsun” diye diretilmesini, inancı gereği başını örten bayanların da bu ısrarlı itham ve itiraza karşı; “Hayır ben bunu siyasi simge olarak takmıyorum” demeye devam etmesine rağmen, siyasilerin ve bu itham sahiplerinin bu açık beyanlara itibar etmeleri gerekirken, bunu yapmayıp kendi bildiklerini okumaya devam etmelerini eleştirmektedir. Çünkü, başörtüsü siyasi bir simge değildir.
Kamuoyunda konunun Başbakanın iradesi dışında tartışılması ve basında farklı yansıması üzerine Başbakan; ‘‘Bir defa şimdi, bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti’nin çatısı altında, başörtüsü veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP’ye oy verenlerin arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP’de yok mu? DP’sinde, ANAP’ında yok mu, DTP’sinde yok mu? Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyuyor. Ama başörtülülerin içinde çok değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden AK Parti’ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor? Veyahut da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri, niçin rahatsız eder? Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz. Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.’’ açıklamasında bulunmuştur. Ancak iddia makamı, bu açıklamaya da itibar etmemiştir.
Konuşmanın bütünlüğünde, başörtüsü yasağı taraftarları ile bizzat bu pratiği gerçekleştirenler (başörtülüler) arasındaki diyalog verilmektedir. Bu diyalogda, başörtülüler bunu dini gerekçelere dayandırırken, karşı taraftakiler, bir anlamda onların kafasının içini biliyormuş gibi, siyasi simge olarak taktıklarını iddia ederek yasağı savunmaktadırlar.
Başbakanın soru biçimindeki değerlendirmesi ise bu noktada, başörtüsünü siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceği, simgelere ve sembollere yasak getirilemeyeceği; özgürlükler noktasında dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yasağın olmadığıdır.
d) İddianın ekleri arasında CD var; ama deşifresi yok.
Ayrıca CD izlendiğinde, 22 Temmuz seçimleri öncesi NTV’de yapılan programın CD’si olduğu ve iddianamede tırnak içinde yazılı metinle ilgisinin bulunmadığı açıktır.
47 Numaralı iddiada, 22 Temmuz seçimlerinden önce yapılmış bir konuşma, Ocak 2008’de yapılmış bir konuşma olarak sunulmuştur. Bu, iddianamenin Türk yargılama hukukuna önemli bir katkısıdır.
48) İddianamenin 49’uncu sayfasında yer alan 48 numaralı iddiada (EK-48) yer alan konuşma; Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın; yükseköğrenimde kılık kıyafete dayalı olarak Türkiye’de yıllardır yaşanan hak mahrumiyeti sorununun çözümünde, parlamentoda oluşan mutabakat üzerine Başbakanın yaptığı bir değerlendirmedir.
a) Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik hukuk devleti olan bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye’de, ne demokrasi, ne laiklik, ne hukuk başörtülü öğrencilerin yükseköğrenim hakkına manidir.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan ve herkesin konuştuğu bir sorunu konuşması ve çözümüne dair değerlendirmede bulunmasının ve beraberce bu sorunu aşarız demesinin neresi Anayasaya aykırıdır?
b) Başbakanın; “Yeni Anayasayı beklemeye gerek yok, onun çözümü çok kolay. Oturup beraber mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür.(…)bizim kafamız gayet nettir. Karmaşıktır diyenler, kendi kafalarının durumunu düşünsünler.(…) Türkiye hala bu sorunu çözemiyorsa bu özgürlükler noktasında ciddi sıkıntıdır. Bunu beraber aşarız.” ifadeleri, muhalif siyasi partilerin bu konuda yaptıkları eleştirilere cevaptır.
Aynı zamanda AK Parti Genel Başkanı olan Başbakanın, şahsına ve partisine dönük olarak siyasi partilerin yaptıkları eleştirilere cevap vermesi veya onları eleştirmesi, demokratik hukuk devletinin gereği olup Anayasanın teminatı altındadır.
İddia makamının, Başbakanın başka partilere dönük eleştirisinin ve cevabını, laiklik karşıtı veya Anayasa ihlali sayması, açık bir Anayasa ihlalidir. Hukukumuzda “Ak Parti, muhalifi siyasi partileri eleştiremez, eleştirirse laikliğe veya Anayasaya aykırı olur ve kapatılır.” diye bir Anayasa hükmü veya yasa hükmü de yoktur.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
49) İddianamenin 49’uncu sayfasında yer alan 49 numaralı iddiada (EK-49) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Anayasa’nın 10’uncu ve 42’inci maddelerinin değiştirilmesi konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde oluşan siyasal mutabakat ve bu mutabakat çerçevesinde başlatılan Anayasa değişikliği girişimi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Danıştay Başkanının ve Yargıtay Başkan Vekili’nin bir birlerini izleyen basın açıklamaları nedeniyle değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) İddia makamı, Başbakanın konuşmasını tam vermemiş, bazı bölümlerini kırpmıştır. Başbakanın konuşmasının ilgili bölümünün tamamı aşağıdaki gibidir: ‘‘Onların işi gücü başörtüsü; şu, bu... Türkiye nereden nereye geldi, bunu yazsana kardeşim. Bu ülkede, milletin kılığıyla kıyafetiyle kimsenin uğraşma hakkı yok. Olmamalı... Bu, insanların, vatandaşların bireysel tercihidir. Bırak, bireysel tercihi olarak nasıl giyiniyorsa öyle giyinsin. Sen ne karışıyorsun buna. Bu ‘din ve vicdan özgürlüğü’ne girmezmiş. Ne özgürlüğüne girer? Bizim önümüze ikide bir Anayasa’yı çıkartmasınlar. En az onlar kadar Anayasayı biz de biliriz.
Bu ülkede eğer kuvvetler ayrılığı varsa, bu ülkede yasama, yürütme, ve yargı erki birbirine müdahale etmeyecekse, herkes yerini, konumunu gayet iyi bilmeli. Kimse yasama, yürütme organının üstünde kendini göremez, bulamaz. Özellikle de kimse ihsası reyde bulunamaz. Yargı makamı ihsası rey makamı değildir. Onlar da görevini, Anayasanın tayin ettiği şartlar içerisinde yapmaya mecburdur. Demokratik hayatın temel unsurları olan siyasi partileri, baskı altına almaya kimse gayret etmesin.
Bizim gayemiz, Atatürk’ün ifade ettiği, muasır medeniyet seviyesine Türkiye’yi çıkarmak.’’
b) Anayasaya göre; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. (Anayasa, m. 6)
“Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” (Anayasa, m. 7)
“Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (Anayasa, m. 8)
“Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”( Anayasa, m. 9)
“Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek; bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilânına karar vermek; milletlerarası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilânına ve Anayasanın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmektir.” (Anayasa, M. 87)
“Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.
Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir.” (Anayasa, m. 88)
“Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür.
Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tâbidir.
Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir.
Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır.
Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir. Halkoylamasına sunulmayan Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun veya ilgili maddeler Resmî Gazetede yayımlanır.
Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların yürürlüğe girmesi için, halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların kabulü sırasında, bu Kanunun halkoylamasına sunulması halinde, Anayasanın değiştirilen hükümlerinden, hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını da karara bağlar.
Halkoylamasına, milletvekili genel ve ara seçimlerine ve mahallî genel seçimlere iştiraki temin için, kanunla para cezası dahil gerekli her türlü tedbir alınır.” (Anayasa, m. 175)
“Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” (Anayasa, Başlangıç, 3-4’üncü paragraf)
“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” (Anayasa, m. 11)
Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Başkanvekili ve Danıştay Başkanı hem bu kurallara uymak ve hem de uygulamakla yükümlü olduğu halde, kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğneyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yasama yetkisine müdahale sayılabilecek açıklamalarda bulunmuşlardır.
Halbuki yukarıda verilen Anayasa hükümlerinde de açıkça görüleceği gibi Anayasa’yı değiştirme (Tali kurucu iktidar) yetkisi, mutlak şekilde siyaset kurumuna ve bu kurumun doruğundaki yasama organına tanınmıştır. Bu yetki, monopol bir yetkidir ve paylaşılamaz. Değişiklik sırasında vatandaşların ve kurumların görüş bildirmelerinden doğal bir şey olamaz. Ancak, girişimi önlemeye yönelik ve kendini kurucu iktidar yetkisinin üstünde gören anlayışa dayalı açıklamalar ve yönlendirmeler, kimden ve hangi kurumdan gelirse gelsin hiçbir normatif değeri olamaz. Demokratik hukuk devletinde, kurucu iktidarın üzerinde hiçbir güç ve kurum yoktur.
Başbakan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı ve Yargıtay Başkanvekiline Anayasa’nın bu hükümlerini farklı bir üslupla hatırlatarak eleştiride bulunmuş ve herkesi Anayasal sınırlar içerisinde görevini yapmalarını istemiştir. Başbakanın bu tavrı, siyasete emsal olabilecek bir tavırdır. Bu itibarla, yüksek yargı organlarımız dahil, hiçbir dinamik Anayasayı değiştirme iktidarı konusunda kendisine özel bir misyon biçemez.
b) Anayasa veya yasalarımızda “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya Yargıtay Başkanvekili ve görüşleri eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin ve görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi onların ve de görüşlerinin eleştirisi de mümkündür.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş, kurum veya makam yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş, kurum veya makam olabilir.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya Yargıtay Başkanvekilinin veya mensubu oldukları kurumun görüşlerine katılmamak veya gerektiğinde onları eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başkanı veya Yargıtay Başkanvekili’ni eleştirdi veya onların görüşlerine katılmadı diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, hakkında iddianame düzenlediği kişilerin açıklamalarını söylendikleri yer, zaman ve neden bağlamından koparıp, muhatabını görmezlikten gelip, daha da vahimi söyleneni veya yapılanı söyleyen veya yapanın iradesi dışında kendi anlayışına göre değerlendirip, söyleyenin veya yapanın hiç kastetmediği ve hatta aklına bile getirmediği anlamlar yüklemesi ve bundan dolayı sorumlularının tecziyesini talep ve dava etmesi söz konusu olamaz. Aksinin kabulü ve yapılmaması, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır.
50) İddianamenin 50’inci sayfasında yer alan 50 numaralı iddiada (EK-50) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; laiklik ilkesi ile ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
a) Başbakan, laiklik ilkesinin hem Müslümanlar ve hem de diğer dinlere mensup olanlar için eşit davranmayı gerekli kıldığını, Müslüman’a farklı laiklik uygulaması, diğer din mensuplarına farklı laiklik uygulamasının yanlışlığını ifade için bu değerlendirmeleri yapmıştır.
Başbakanın bu değerlendirmeleri Anayasamızda ifadesini bulan laiklik ilkesiyle de uyumludur.
Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir: “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul – 1993, S. 3)
Nitekim Anayasamıza göre de laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’da yer alan; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrin dahil herkes laikliğin, her dine, her inanca ve her mezhebe eşit mesafede olmayı gerektirdiğini, din ve vicdan özgürlüğünün tam manada laikliğin teminatı altında olduğunu açıklıkla ifade etmiştir. Herkes laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını söylüyor, Başbakan da laikliğin din, inanç ve ibadet hürriyetinin teminatı olduğunu ve dindarlığa mani olmadığını, dindar bir kişinin de laiklik ilkesini benimseyebileceğini söylüyor.
Başbakan, “Bir taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defansı uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok” ifadelerini, laiklik ilkesiyle bağdaşmayan uygulamalar için söylemiş ve laikliğin doğru uygulanması gerektiğine vurgu için kullanmıştır. Özetle ifade etmek gerekirse Başbakanın söylediği, Anayasa, Anayasa Mahkemesi ve doktrinin söylediklerinin, farklı bir üslupla tekrar ve ifadesidir.
Başbakanın bu sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca iddia makamı, delillerin toplanmasında tarafsızlık ve ciddiyet ilkesine sadık kalsaydı, lehe delilleri de toplama konusundaki yasal yükümlülüğüne riayet etmiş olsaydı, Başbakanın o konuşmasında geçen ve gazetelerde de yer alan;
“ Halkı Müslüman, demokratik ve laik bir ülke olarak medeniyetler arasında iletişim kurulmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz gerçektir.”
“Partimizi kurduğumuzda programımıza yerleştirdiğimiz ilke şudur: bizim partimiz din eksenli bir parti değildir. Bizim partimiz muhafazakar demokrat bir partidir ve süreci bu şekilde çalıştırırken halkımızın da yaklaşık %99’u müslümandır.”
“Her dinin mensupları arasında aşırılar çıkabilir. Ama gelin biz bu aşırılıklara karşı çıkalım. Aşırılıkların karşısında hep birlikte beraber olalım. Dayanışma içinde olalım.”
Şeklindeki beyanlarını da görebilir ve daha sağlıklı sonuca varabilirdi. Başbakanın bu ifadeleri, iddia makamının iddiasını temelden çökertmekte, onu tekzip etmektedir. Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın gerçeği arama kaygısına dayanmayan hedefi ve önyargısı, bütün konuşmalarda olduğu gibi bu delilde de kırpma yöntemini uygulamıştır.
51) İddianamenin 50’inci sayfasında yer alan 51 numaralı iddiada (EK-51) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; mesleki ve teknik eğitime büyük önem verdiklerine ve meslek liselerine uygulanan katsayı sorunun çözüleceğine dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.
Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu” sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Dolayısıyla bu sözlerde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
Bir Başbakanın, hem de eğitimle ilgili bir kampanyanın başlatılması sırasında mesleki ve teknik eğitime verdiği önemi belirtmesinin ve de yaşadıkları katsayı sorununun çözümüne dair açıklamada bulunmasının neresi laiklik ilkesine aykırıdır? Laiklik ilkesine asıl aykırı olan, Başbakanın sözlerinden, onun iradesi dışında gizli anlamlar çıkarmak ve bundan da onun sorumluluğu cihetine gitmektir.
52) İddianamenin 50-51’inci sayfalarında yer alan 52 numaralı iddia (EK-52), İdarenin düzenleyici bir işleminin seyrine dair haberlerden ve Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN konuya dair bir açıklamasından oluşmaktadır.
a) Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa’nın 136’ıncı maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanuna göre; “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal ve yasala görevlerini yerine getirirken, yasalardan aldığı yetkiye müsteniden yönetmelikler çıkarabilir. Nitekim pek çok yönetmelik çıkarmıştır.
b) Anayasa’nın 69’uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre; belli şartların varlığı halinde sadece siyasi partinin üyelerinin veya doğrudan ve kararlılık içinde siyasi partinin yetkili organlarının yaptıkları eylemleri, parti kapatma nedenidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, yürütmenin içinde yer alan ve yürütme görevi yapan bir Anayasal kuruluştur. AK Parti’nin üyesi değildir.
Yürütme içinde yer alan bir Anayasal kuruluşun iş ve işlemleri, AK Partiye bağlanamaz. Zira yürütme ayrı bir Anayasal organdır, AK Parti ayrı bir tüzelkişiliktir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının bu iddiası da açık bir Anayasa ihlalidir.
c) Başbakanın “Öğrencilerin önündeki eğitim engellerinin kaldırılması gerektiğini” ifadesi de laiklik ve Anayasa ile uyumludur. Zira din ve vicdan özgürlüğü, evrensel temel hukuk metinlerine girmiş ve Anayasa’nın 24’üncü maddesinde düzenlenerek teminat altına alınmış bir insan hakkıdır. Her Türk vatandaşının, inandığı dine ait kutsal kitabı öğrenme hakkı din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olup, laiklik ilkesinin de teminatı altındadır (Anayasa, m. 2, 24). % 99’u Müslüman olan Türk toplumu bakımından Kur’an öğrenim hakkı da evleviyetle böyledir. Ayrıca bu konuda devletin de pozitif yükümlülüğü vardır. Bir Anayasal kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (Anayasa, m. 136, özel yasa) normatif misyonlarından birisi de budur.
Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olan Kur’an öğreniminin, Tevhid-i Tedrisat Kanunun sınırları içerisinde nasıl gerçekleştirileceği sorunu, elbette ki bir eğitim politikası sorunudur. Bu sorunun çözümü de değişik partilerin değişik politika ve proje üretmeleri, siyasal çoğulcuğun ve siyasal düşünce özgürlüğünün gereğidir. Bu konuda farklı görüşlerin serdedilmesini Anayasaya aykırı sayan bir anlayış, savunulamaz.
Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı ve işlettiği Kur’an Kursları, yasal ve resmi Kur’an Kurslarıdır. Bunların işleyişi de yeni değil eskidir. Devletin gözetim ve denetiminde yapılan bir faaliyete dair Başbakanın açıklamada bulunması ve sorunlarının çözüleceğini söylemesinin neresi Anayasa ve laiklik ilkesine aykırıdır?
53) İddianamenin 51’inci sayfasında yer alan 53 numaralı iddiada (EK-53) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Yükseköğretim Kanunu ve Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunu’nun Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri gönderilmesinin ardından yeniden gündeme alınmamasıyla ilgili eleştirilere cevap vermiştir.
a) Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu” sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Başbakanın bu sözlerinde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
b) Başbakan konuşmasında; ‘‘Bugün çok şükür Türkiye’nin geleceğini masaya yatıracak, Türkiye’nin yarınları adına umutlarımızı tazeleyecek bir zihin ve ufuk açıklığı dönemini yaşıyoruz.
20 aylık bir iktidarın başı olarak, aldığımız bu pozitif mesafelerden ve eşiğinde olduğumuz bu yeni sıçrama noktasından, sıkıntılarıyla beraber de olsa büyük bir haz duymaktayız.
Her şeyden önce bakışımız tepki içerikli olmamalı, bakışımız aklın, ilmin, tecrübenin gerektirdiği neyse buna dayalı olmalıdır. Eğer tepkisel bakışlarla yarınların adımlarını atacak olursak, kazanımlarla değil her geçen gün kayıplarla yola devam ederiz. Sadece kişisel, kurumsal kayıplar değil, devlet, millet olarak kayıplar değil, tarih olarak da gelecek nesilleri bile kayba uğratırız. Burada çok hassas olmaya mecburuz. Aklı, ilmi, tecrübeyi, netice alacak şekilde değerlendirmemiz lazım… Hükümet olarak yönetim anlayışımızın anahtarı şeklinde nitelediğimiz değişim reformunun sadece biz ve sizlerin değil, bu toplumun tamamının ortak iradesi ve beklentisi olduğu aşikardır…Türkiye’nin aydınlık bir geleceğe yürümek adına vizyonunu belirlerken, bu ortak irade doğrultusunda rota izlemeyi görev bildiklerini’’ açıklıkla vurgulamıştır. Ancak iddia makamı, Başbakanın konuşmasının bu kısmını iddianameye almamıştır.
Bir Başbakanın ülke sorunlarını konuşurken, “Bakışımız tepki içerikli olmamalı”, “Bakışımız aklın, ilmin, tecrübenin gerektirdiği neyse buna dayalı olmalıdır”, “Eğer tepkisel bakışlarla yarınların adımlarını atacak olursak, kazanımlarla değil her geçen gün kayıplarla yola devam ederiz. Sadece kişisel, kurumsal kayıplar değil, devlet, millet olarak kayıplar değil, tarih olarak da gelecek nesilleri bile kayba uğratırız.”, “Burada çok hassas olmaya mecburuz. Aklı, ilmi, tecrübeyi, netice alacak şekilde değerlendirmemiz lazım…” ve “Hükümet olarak yönetim anlayışımızın anahtarı şeklinde nitelediğimiz değişim reformunun sadece biz ve sizlerin değil, bu toplumun tamamının ortak iradesi ve beklentisi olduğu aşikardır…Türkiye’nin aydınlık bir geleceğe yürümek adına vizyonunu belirlerken, bu ortak irade doğrultusunda rota izlemeyi görev bildiklerini’’ ifade etmesinin neresi laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırıdır? Bu ifadeler, çoğulcu demokratik bir toplumda kınanacak değil takdir edilip alkışlanacak sözlerdir.
b) Başbakanın iddianamede geçen “Şunu hatırlatmak isterim, biz bunun ikincisini de yaparız, yapardık. Ama bunun bedelini siz ödemeye hazır mısınız? Bunun bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Çünkü daha önce ödenen bedeller var. Biz şimdi bu meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli ödetemeyiz. Bunun için de bu adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu adım atılır.’’ sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. Halka açık bir toplantıda alenen yapılan konuşmadan alınmış bu sözleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Başbakanın bu sözleri, toplum huzurunu, istikrarını ve toplumsal barışı koruyucu niteliktedir.
Ayrıca bu sözler, Başbakanın, kendisinden önce konuşanların eleştirilerine cevap mahiyetindedir ve muhatapları da eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere cevap verme hakkı, Anayasa’nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale dönüşmez.
c) İddia makamı, iddiasını verirken, Cumhurbaşkanının geri göndermesine özenle vurgu yaparak, adeta Cumhurbaşkanın geri göndermesini ve buna dair değerlendirme yapmayı laiklik ilkesine aykırı imiş gibi gösterme gayreti de görülmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği kanunları bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermesi, Anayasa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük’üne uygun usuli bir işlemdir (Anayasa, m. 89; İçtüzük, m. 81). Anayasa ve İçtüzük’e uygun iş ve işlemlerden Anayasaya aykırılık üretilemez.
Cumhurbaşkanı ve geri gönderme gerekçeleri, eleştirilemez değildir. Bütün demokratik hukuk devletlerinde bunun aksi varit değildir. Nitekim Anayasa’nın 89’uncu maddesinin üzerine oturduğu mantık ve anlamda bu doğrultudadır.
54) İddianamenin 51-52’inci sayfalarında yer alan 54 numaralı iddiada (EK-54) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; meslek liseleri, katsayı sorununa değinmiş ve başörtüsü sorununa ilişkin durum tespiti yapmakta ve çözüm yollarına değinmekte ve YÖK sisteminin bilim ve performans ekseni dışında kalan ideolojik uygulamalarını eleştirmektedir.
a) Başbakan konuşmasının bir kısmında; İmam hatip ve meslek liseleriyle diğer düz liseler arasında üniversiteye girişte uygulanan katsayı farkını doğru bulmadığını, YÖK’ün bu konuda ayrımcılık yaptığını, YÖK’ün ayrımcılık yapma hakkı olmadığını, dünyanın hiçbir ülkesinde düz liseli meslek liseli ayrımı olmadığını, Türkiye’de böyle bir ayrımcılığın yanlış olduğunu, İmam Hatip Liselerini bahane ederek diğer meslek liselerinin de mağdur edildiğini, katın adil bir yaklaşım olmadığını ve Türkiye’nin bu sorunu aşacağını … ifade etmiştir.
YÖK’ün uygulamaların eleştirilmesi, katsayı sorununa dair tespitler ve eleştiriler yapılarak zamanla bu sorunların aşılacağının Başbakan tarafından söylenmesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Kaldı ki Meslek Liselerinde yaşanan katsayı sorunu, Türk eğitimimin ortak sorunudur. Bizim konuya yaklaşımımız, İmam-Hatip Liseleri özelinde değildir, genel bir yaklaşımdır. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderdiği tasarı da sadece İmam Hatip Liselerini değil bütün mesleki ve teknik eğitimi kapsamaktadır. Ancak bu sorunda taraf olanlar, her vesile ile “Meslek liselerindeki katsayı sorununu” sadece İmam-Hatip Lisesi sorununa indirgemişlerdir. Biz, bizim dışımızda yapılan bu değerlendirmelere karşı olduğumuzu her defasında ifade ettik. Eşitlikçi bir bakışı benimsedik.
Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir. Laikliğin toplumdaki herhangi bir insanı, üstelik resmi bir okulda okumasından ötürü dışlayan ve tehlike gösteren bir gereği varmış gibi gösterenlerin asıl olarak laikliğe zarar verdiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım laikliğe karşıtlık değil, laikliğin gerçek anlamı ile kullanılmasına yöneliktir.
İmam Hatip Liseleri de diğer liseler gibi Devletin kurduğu, giderlerini karşıladığı, öğretmenlerini atadığı, yönetimi icra ettiği, program ve kitaplarını tespit edip uygulattığı, öğrencisini devletin kaydettiği ve mezununa diplomasını verdiği, kısaca devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet gösteren bir okuldur. Bir yandan bu okulların faaliyetini sürdürmeyi Anayasaya uygun bir devlet görevi sayarken, diğer yandan bu okulların ve burada okuyan öğrencilerin sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmayı ve sorunların giderilmesi için çaba sarfetmeyi Anayasaya aykırı saymak ve işin vahimi bu kabulün dayanağı olarak Anayasayı göstermek, hakla, hukukla ve Anayasa ile izahı kabil olmayan yaman ve temel bir çelişkidir. Devlet, kendi eğitim-öğretim kurumlarına ikircikli bakmaz ve bakılmasına da müsaade etmez. Ne gariptir ki iddianame, bu okullara ikircikli yaklaşmamayı Anayasa ihlali ve parti kapatma nedeni sayan, hukuk dışı bir yaklaşıma sahiptir.
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmak ve bu yönde çalışma yapmak, Anayasaya kesinlikle aykırı değildir. Bunun aksinin kabulü, 1998 senesine kadar böyle bir uygulama olmaması nedeniyle, bütün hükümetlerin ve idarenin Anayasayı ihlal ettiği anlamına gelir ki bu doğru değildir. Zira meslek liseleri, 1998 yılına kadar üniversite sınavlarında farklı katsayı uygulamasına tabi değildi. Farklı katsayı uygulaması, 1998’de başladı. 1998’e kadar Anayasaya ve laikliğe aykırı olmayan üniversiteye giriş sistemindeki puan hesaplama usulü, meslek liseleri bakımından hem de Anayasa değişmediği halde 1998’den sonra Anayasaya aykırı hale gelmesi veya getirilmesi ve daha da kötüsü bunun bir siyasi partinin kapatılmasının nedeni gösterilmesi, Anayasadan kaynaklanmamakta, Anayasaya rağmen yapılan uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti tarafından dile getirilen Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken, aynı sorunları AK Parti’nin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69’uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması ve hakkında dava açılması, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. Bu, bir çifte standarttır. Anayasaya aykırılığın, söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğinin ispatıdır. Hukuk devletinde sözler veya fiiller, söyleyene göre adalet terazisinde tartılmaz.
Kişilerin dindar olmasından veya resmi okulda din eğitimi ağırlıklı okumayı tercih etmiş olmasından hareketle laik olmamakla suçlanması doğru değildir. Kişi dindar olabilir; ama devlet laiktir. Kişi bakımından sırf dindar diye laik olmamakla suçlamak haksızlıktır.
Başbakanın bu sözlerinde laikliğe karşı bir anlam ve laiklik ilkesine yönelik bir saldırı yoktur. Tam tersine laiklik ilkesinin kuvvetlendirmeye ve onu istismar edenlerin ellerinden kurtarmaya çalışarak laiklik ilkesinin hiç kimseyi dışlamadığına dair bir değerlendirme ve tespittir.
Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, kendince anlam yükleme veya anlamı başkalaştırma yoluyla delil uyduramaz.
b) Başbakanın, “Katsayı adil bir yaklaşım değil. Bir defa üniversiteye girecek olan öğrencilerin önüne böyle bir katsayı zulmünü koymak çok büyük bir adaletsizlik.” ve “…Şu anda bir zulme dayalı olarak maalesef devam ediyor…” ifadelerinde geçen “Zulüm” kelimesi, uygulanan haksızlığın derecesini ifade için kullanılmıştır.
Konuşmada geçen “Zulüm ve adaletsizlik” kavramlardan hareketle Başbakanın sözlerinden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. Halka açık bir toplantıda alenen yapılan konuşmadan alınmış bu sözleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Başbakan da konuşmasında, başörtüsünün siyasi bir simge olduğunu kesinlikle söylememiştir. Aksine Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını açıklıkla ifade etmiş ve “Diyorlar ki, bu bir siyasi simge. Ne siyasi simgesi, ne alakası var? Bu siyasi simge ise bu başörtülü vatandaşım sadece Adalet ve Kalkınma Partisi de mi var? Diğer siyasi parti mensupları arasında başörtülü yok mu? Milleti bölme yoluna gitmeyiniz. Bu ülkede başı açık olan da örtülü olan da benim canım, ciğerim, kardeşimdir’’ ifadelerini de başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını açıklamak için kullanmıştır
Başbakan, başörtüsünün siyasi bir simge olmadığını başkaca konuşmalarında da açıklıkla ifade etmiştir. Nitekim 47 numaralı iddianın cevabında da verildiği üzere bir konuşmasında Başbakan; ‘‘Bir defa şimdi, bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti’nin çatısı altında, başörtüsü veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP’ye oy verenlerin arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP’de yok mu? DP’sinde, ANAP’ında yok mu, DTP’sinde yok mu? Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyuyor. Ama başörtülülerin içinde çok değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden AK Parti’ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor? Veyahut da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri, niçin rahatsız eder? Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz. Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.’’ açıklamasında bulunmuştur. Ancak iddia makamı, bu ve benzeri açıklamalara da itibar etmemiştir.
d) Başbakanın, YÖK’ün katsayı uygulamasını eleştirmesi, bu uygulamanın haksızlığını dile getirmesi, üniversitelerimizin dünya üniversiteleri arasındaki konumunu değerlendirmesi, başörtüsü ve katsayı sorununa değinmesi ve bu konuların hepine ilişkin eleştiri ve tespitlerde bulunup, zamanla çözüleceğini ifadesi de ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır.
Anayasa ve yasalarımızda, “YÖK ve uygulamaları ile üniversiteler eleştirilemez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.” veya “Siyasiler ülke sorunlarını konuşamaz, bunlara dair çözümlerini söyleyemez, eleştirilerde bulunamaz; aksi laiklik ilkesine aykırıdır” diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da YÖK’ü, YÖK’ün uygulamalarını, üniversiteleri, başörtüsü ve katsayı gibi ülke insanlarının sorunlarını konuşmak, bunlara dair eleştiri, tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu veya bazı kurumları eleştirdi diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
Ayrıca Başbakanın sözlerinin muhatabı YÖK, üniversiteler ve halktır. Sözlerin muhatabı Anayasal düzen veya laiklik ilkesi değildir. İddia makamı, yapılan konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
55) İddianamenin 52’inci sayfasında yer alan 55 numaralı iddiada (EK-55) yer alan konuşmasında Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; AK Parti’yi laiklik karşıtı gösterenleri eleştirmekte; AK Parti’nin laiklik karşıtı gösterilemeyeceğini ifade etmekte; sürekli irticanın gündeme getirilmesinin ve dinin siyasete alet edilmesinin yanlışlığını ve dindar insanların da siyaset yapma hakkı olduğunu belirtmektedir.
Başbakanın bu değerlendirmeleri, ne laiklik ve ne de Anayasa aleyhinedir. Aksine bu konuşma, laiklik konusundaki hassasiyete bir örnektir.
a) Anayasa’ya göre “Türkiye Cumhuriyeti,… lâik … bir … Devletidir.” (Anayasa, m. 2)
“Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” (Burhan Kuzu, Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul – 1993, S. 3)
Anayasa’nın benimsediği laiklik anlayışının gereği olarak; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; Anayasa’nın kabul ettiği laik devlet niteliğine bağlı olup, yine Anayasa’nın 24’üncü maddesinde açıklıkla ifade edildiği üzere; “Herkesin, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğuna”, “Anayasanın koyduğu sınırlamalar hariç olmak üzere ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest olduğuna”, ““kimsenin ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağına”, “kişilerin dinlerini öğrenmelerinin laikliğin gereği ve laikliğin teminatı altında olduğuna”, “Kimsenin, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağına ve bunları yapmasının yanlışlığına”, “laikliğin dindar olmanın da teminatı olduğuna” inanmakta ve bu inancını da kararlı bir biçimde uygun her platformda tekrar edip kamuoyu ile açıklıkla paylaşmaktadır.
Nitekim iddianamede delil olarak sunulan pek çok konuşma da bunu açıkça göstermektedir:
“Laiklik çok farklı bir konudur. Laik olduğumuz Anayasa’da belirtilmiştir. İnsanlar dini gereklerini böylece yerine getirebilir. İslam ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” (İddianame, s. 28, ek- 4 )
“Bazıları laikliği din gibi algılıyor. Laiklik din olursa aynı anda Müslüman olunamaz. İnsan iki dine mensup olamaz. Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur. Dine mensupluksa ferdi bir tasarruftur. O manada söyledim.” (İddianame, s. 28, ek- 5 )
“Laikliği din haline getirirseniz halkı üzersiniz”…”Bizim laiklikle derdimiz yok. 1982 Anayasası’nın laikliği düzenleyen maddesinin gerekçesinde bir tanım mevcut. Gerekçe, ‘bütün dinlere eşit mesafede olmak’ diyor. İnançlar, devlet güvencesinde. Tekrar ediyorum: Ben insan olarak laik değilim; devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm. Ama siz laikliği bir din gibi takdim ederseniz, bu ülkenin halkını üzersiniz. Türkiye iyiye gidiyor, hükümet başarılı, laikliği gündeme getirip, bundan nemalanmak isteyenler var. Türkiye’de ‘niyet okuyucuları’ haksız isnadlar ortaya atıyor” (İddianame, s. 30, ek- 10 )
‘‘Laik toplumda din, laik yönetimin güvencesindedir. Laiklik, tüm inanç gruplarına eşit mesafede olmak şeklinde tanımlanmıştır ve zaten bu temin edildiği içindir ki, laiklik bizim için bir yerde sigortadır.” (İddianame, s. 36, ek- 19 )
Bunlar, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, laiklik ilkesinden yana olduğunu gösteren iddianameden bir kısım delillerdir. Ayrıca Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, laiklik ilkesi ile ilgili başkaca sayısız açıklaması da vardır(EK-2).
b) Başbakan ve AK Parti Genel Başkanın karşı olduğu şey, laiklik değil, birilerinin laikliği yanlış yorumlayarak, laikliğin bütün toplum kesimleri tarafından tam anlamıyla benimsenmesine mani olucu tavır, davranış ve söylemleridir.
Hangi saikle olursa olsun birilerinin AK Partiyi laiklik karşıtı göstermesi, hem AK Parti’yi ve hem de AK Partiye oy vermiş milyonlarca kişiyi rencide eder ve onlar sanki laiklik karşıtı imiş gibi haksız bir algıya yol açar. Bu haksız eleştiri ve tutum karşısında AK Parti Genel Başkanının; “Bu yanlıştır. 14 milyon kişinin oyunu almış ve iktidar olmuş bir parti, laiklik karşıtı olarak bu sahneye çıkmadı…” demek suretiyle haksız ithama karşı çıkıp kendisini, partisini ve partisine oy vermiş milyonlarca seçmenin hak ve hukukunu savunması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Bu söylemiyle AK Parti Genel Başkanı; kendisi, partisi ve partisine oy verenler hakkındaki bu haksız yaklaşım ve ithama ve laiklik ilkesini kullanarak birilerinin yürüttüğü haksız mücadeleye karşı çıkarak, laiklik lehinde ve laiklik ilkesi yanında tavır koymuştur. Bu tavrın yanlış anlaşılıp, iddianameye alınması ise ayrı bir hukuk ve Anayasa ihlalidir.
c) Anayasamıza göre laiklik; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ayrılmaz ve değiştirilmez bir vasfı (Anayasa, m.2,4) olup, hiçbir zaman dinsizlik değildir ve kişilerin dinini yaşamasına veya dindar olmasına da mani değildir. Aksine laiklik; bütün dinlerin, inançların ve ibadetlerin teminatı, bu konulardaki hürriyetin ifadesidir. Bu husus, Anayasanın 2’inci maddesinin gerekçesinde de açıkça ifade edilmiştir: “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din ve vicdan özgürlüğünü bir hak olarak tanımış ve teminat altına almıştır. Anayasa’da yer alan; “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” (Anayasa, m. 24/1-3) ifadeleri, bunun delilidir.
Anayasanın bu açık ve amir hükümlerine rağmen, kimileri; kişileri dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınamayı veya suçlamayı adeta laikliğin bir gereği gibi yansıtmaktan vazgeçmemişlerdir. “İrtica ile dindar insanı bir tutma”, “Dinin gereklerini yapan birinin siyaset yapmasını, dini siyasete alet etme” ve “Dindar bir kişinin laik devlet yapısını benimsemeyeceği” gibi sakat, temelsiz yaklaşımlar, Anayasaya aykırıdır.
AK Parti Genel Başkanı; ; “…Önce irticanın bir tanımını yapın? Eğer irtica dini siyasete alet etmekse, Türkiye’de dini siyasete kimlerin alet ettiği bellidir. Ama eğer siz dindar insanları siyasetten alıkoymak için bunu konuşuyorsanız, bu millet de sizi affetmez. Bunu böyle bilin. Bu ülkede dindar insanların da siyaset yapma hakkı vardır. “ demek suretiyle “İrtica” ile “Dindar insanın” karıştırılmasına, “Dindarlık” ile “Devletin laik niteliğini kabul etmenin” bir arada olamayacağı anlayışına ve dindar kişinin siyaset yapmasını dini siyasete alet etmek olarak kabul ve takdim eden yanlış anlayışlara karşı çıkmıştır. Bu açıklamalar, laikliğin doğru anlaşılması bakımından yapılmış değerlendirmeleri içermektedir.
d) Bu değerlendirmelerden Anayasa veya laiklik karşıtı bir anlam çıkarmak da hukuken mümkün değildir. İddianame metninde geçen bu ifadeleri, niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekmek veya buna gizli anlamlar yüklemek, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. İddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder, söylenilen sözü, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandıramaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
e) AK Parti Genel Başkanının konuşmasında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ismi hiç geçmemiş ve ona dönük bir eleştiri de yapılmamıştır.
Konuşma ile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in açıklaması arasında bağ kurulması, tamamen basın mensupları tarafından yapılmış, iddia makamı da bunun doğru olup olmadığını araştırmadan olduğu gibi iddianameye almıştır. Bu açık bir hukuka aykırılıktır.
Kaldı ki Anayasa ve yasalarımızda, “Cumhurbaşkanı ve görüşleri eleştirilmez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.” diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
56) İddianamenin 52-53’üncü sayfalarında yer alan 56 numaralı iddiada (EK-161) yer alan konuşma; AK Parti’ye dönük haksız isnatlarda bulunan bir medya grubuna ve “Akibeti Menderes gibi olacak” diye bizzat Başbakana karşı imalı tehditte bulunan CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL’a verilmiş, demokrat bir cevaptan ibarettir. Ancak konuşmada herhangi bir medya grubunun ismi anılmamıştır.
a) İddianamedeki;”Bunların derdi laiklik değil, menfaat hesabı. Bunlar köşeye sıkıştırma metotları. Tehditle bizden bir şey alamazsınız. Bunların istediği düzen demokrasi değil, diktatoryal düzen” ifadeleri, ‘basında yer alan bir kısım haber ve eleştirilere dönük cevap ve eleştirilerdir. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, bazı basın yayın organlarının laiklik derdinde olmadığını ve menfaat hesabıyla haber ve yorum yaparak hükümeti sıkıştırdıklarını ifade etmiştir. Bir Başbakanın “Bunların derdi laiklik değil, menfaat hesabı…” demesinin, kendisine ve hükümetine ve partisine dönük eleştirilerde bulunanlara cevap vermesinin, neresi laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırıdır. Olabilir mi böyle bir şey veya böyle bir kabul? Elbette ki olamaz. Aksi, basının siyasiler tarafından eleştirilmesinin Anayasaya aykırılığı noktasına bizi götürü ki bu, açık bir Anayasa ihlalidir.
b) İddianamede geçen; “İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız. Bu konuda rahatız.” (iddianame, s. 53) ifadelerinin muhatabı, CHP Genel Başkanıdır. Bu husus konuşmanın ilgili bölümünün tam metninde daha açık görülmektedir. Şöyle ki: ‘‘İşte buyurun daha şimdiden, daha Cumhurbaşkanı değerlendirmesini yapmadan hemen bakıyorsunuz anamuhaletin başı, şimdiden ahkam kesmeye başladı. Şimdiden yargıya akıl vermeye başladı, şimdiden yönlendirme yapmaya başladı. İstikamet veriyor ve idam sehpasının yolunu gösteriyor. Sen nasıl demokratsın ya...Sen nasıl demokratsın, sen nasıl demokratsın? Ama biz şuna inanıyoruz; biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık, biz bu konuda bedel ödemeye hazırız, bu konuda rahatız.’’ (Anadolu Ajansı, 12.02.2008) ( EK-)
Bu açıklama; demokrat olmayan, hukuku hiçe sayan ve demokratik siyasi çoğulculuğun gerekleriyle bağdaşmayan bir üslupla imalı bir biçimde AK Parti Genel Başkanını bizzat idam ile tehdit eden CHP Genel Başkanına, AK Parti Genel Başkanının verdiği, demokrat bir cevaptır. Bu cevap, demokrat bir yaklaşım olup, cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif edilemez “Demokratik … bir… devlet” (Anayasa, m. 2) niteliğine sahip çıkma ve onu savunmadır.
Türk demokrasi tarihinde, “Bayramlık elbise - idamlık elbise” ifadesi, Başbakanlar tarafından bir demokrasi savunusu olarak sürekli kullanılagelmiştir. Bu, bir demokrasi retoriğidir.
Kendisini ölümle tehdit eden, kendisine haksız isnatlarda bulunan anamuhalefet liderine Başbakanın verdiği cevabı laiklikle ilişkilendirmek ve daha da ileri giderek, konuşmada muhataplar açıkça ifade edilmiş ve iddianameye konulan metinde de yer almasına rağmen iddia makamının; “…Başbakan bu söylemiyle de yetinmeyerek partisinin grup toplantısında yaptığı bir konuşmada, “…Biz şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız…” demiş, kefen veya idam gömleğiyle özdeşleşen “beyaz çarşaf” betimlemesiyle devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığını ve bu uğurda neleri göze aldığını vurgulamış, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavrını sürdürmüştür.” (Sayfa: 135, paragraf :3) değerlendirmesinde bulunması, anlamı yoruma gerek kılmayacak derecede açık olan bir beyandan; “Beyaz çarşaf” kelimelerinden hareketle “Devleti ve toplumu dönüştürme”, “Laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır” hüküm veya isnadını üretmesi, tam bir çarpıtma ve delil başkalaştırması olup, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasanın açık bir ihlalidir.
Halka açık bir toplantıda alenen yapılan ve laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, “Devleti ve toplumu dönüştürme” ve “Laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavır” hükmüne varması, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, açık bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca bu sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere cevap verme hakkı, Anayasa’nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, “Basın veya anamuhalefet lideri eleştirilemez ve bir başbakan kendine dönük eleştirilere cevap veremez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.” diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
d) Ayrıca bu konuşma, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ve AK Parti Grup Genel Kurulunda yapılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Partilerin Grup Genel Kurullarında yapılan konuşmalar ve aksi kararlaştırılmadıkça bunların basında yer alması ve dışarıda tekrarlanması mutlak yasama sorumsuzluğu kapsamında olup, Anayasa’nın 83’üncü maddesinin teminatı altındadır.
57) İddianamenin 53’üncü sayfasında yer alan 57 numaralı iddiada (EK-162) yer alan konuşmada; AK Parti’nin ayrımcılık yapmadığı ve yapmayacağı, insanımıza eşit gözle baktığı ve hizmet ettiği, CHP ve basında bazılarının bunu farklı göstermelerinin yanlışlığı anlatılmakta, laikliğin önemi vurgulanmakta, CHP Genel Başkanı ve basın eleştirilmektedir.
a) İddia makamı, konuşmayı bütününden koparıp, sadece bir kısmını vermiştir. Konuşma metninin kendince aleyhe olduğunu kabul ettiği kısmını almış, kendince lehe olduğunu düşündüğü kısmı almamıştır. Bu, yasal olarak lehe ve aleyhe delilleri toplamakla yükümlü ve görevli iddia makamının bu yükümlülük ve görevini yapmaması, subjektif bir yaklaşım olup, iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz. Konuşmanın bir bütünlük içinde değerlendirilmesi için, Anadolu Ajansında çıkan konuşma metnini aynen veriyoruz: “ANKARA (A.A) - 13.02.2008 - AK Parti Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘‘Bizim ilkelerimizde başı örtülü, başı açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı açık olan kardeşim, kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim’’ dedi.
‘‘(Bizi çarşafa sokacaklar) diyorlar. Ya insaf... Affedersiniz, gazetelerinin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz. Basıyorlar mı? Basıyorlar. Affedersiniz, ilavelerinizde her şey tamamıyla ortada. Bugüne kadar ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı, yasama ve yürütme olarak?’’ diyen Erdoğan, vatandaşa, ‘‘Halkımızı seviyoruz. Onun için bunların ‘başı açık olanların geleceği garanti altında olmaz’ gibi safsatalarına asla uymayın’’ diye seslendi.
“Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada, AK Parti’nin siyasete sadece yeni bir soluk değil, yeni bir siyaset tarzını da getirdiğini ifade etti. Erdoğan, ‘‘biz ve diğerleri’’ şeklinde ayrım yaparak, marjinal kalıplarına çekilen bir siyasetin doğurduğu olumsuz sonuçları iyi bildiklerini söyledi. Bu işin içinde pişe pişe geldiklerini belirten Erdoğan, şöyle konuştu:
‘‘Tespitlerimiz, teşhislerimiz oradan geliyor. Çözüm önerilerimizi bu hassasiyet içinde ortaya koyuyoruz. Bu yüzden toplumumuzun her kesiminin her sorununu siyasetimizin konusu yaptık. Her kesimi aynı samimiyetle kucakladık, her soruna aynı duyarlılık ile yaklaştık.
1994’te İstanbul gibi bir kentin belediye başkanlığını yaptım ve arkadaşlarımızla beraber orada tüm İstanbullulara hizmet verdim. Aynı dönemde Melih Bey Ankara’da belediye başkanıydı. O belediye başkanlığımız döneminde halkımızın hangi katmanları bizden olumsuz bir yaklaşım gördü? Acaba onların yaşam tarzlarına yönelik olarak biz hangi olumsuz yaklaşımı ortaya koyduk. Bunu bize ispatlayabilirler mi? Cımbızlaya cımbızlaya kenarda köşede bulabildikleri birçok olaylarla kendilerine göre gazetelerinde haberler yapmaya çalıştılar ama tutmadı. Bunu neye dayanarak söylüyorum, çünkü halkımız bizi büyüttükçe büyüttü ve bugünlere geldik. AK Parti de böyle iktidar olmuştur.
Dün de söyledim, Antalya CHP’nin kalesi... Şu anda AK Partili bir belediye başkanı var. Acaba kimin yaşam tarzına biz orada dokunduk? AK Parti zihniyeti orada ne yaptı? Orada tüm halka hizmeti götürmüyor mu? Antalya’nın tarihinde acaba böyle bir hizmet Antalya’ya verilebilmiş midir? Baykal, dikili ağacın var mı senin Antalya’da? Bunu bize göster. Allah aşkına, Baykal yatıyor, kalkıyor, laiklik, laiklik, laiklik... Başka bir şey konuştuğu yok. Laiklik, laiklik diyerek bu ülkede laikliği yozlaştırdı Baykal. Laiklik bu değil. Laiklik bu değil ki. Laiklik toplumun tüm katmanlarına, inanç gruplarına aynı mesafede olmak, eşit mesafede olmak, onları güvence altına almaktır. Ama Baykal akşam yatıyor başka, sabah kalkıyor başka. Sen hizmet için ne yaptın bu ülkede, Allah aşkına bunu söyle. İnsanlar arasında ayrım yapmak varsa bu senin kitabında var. Senin yaşam tarzında var. Ama bizim yaşam tarzımızda bu yok. Biz bütün vatandaşlarımıza aynı mesafedeyiz. Aynı hizmeti verdik, vermeye de devam edeceğiz. Eksiklerimiz olabilir, yanlışlarımız olabilir ama ben size somut örnek veriyorum. İşte İstanbul’da, Ankara’da, Antalya’da, Adana’da, Gaziantep’te, Samsun’da, Bursa’da, Erzurum’da, Konya’da, Kayseri’de AK Partili belediye var. Ne gördünüz ayrımcılık adına soruyorum?’’
İrili ufaklı bin 800’e varan AK Partili belediye bulunduğunu anlatan Erdoğan, ‘‘Somut olarak ne gördünüz vatandaşlarımız arasında ayrımcılık olarak, hizmetten başka, insanları sevmekten başka? Hizmet sevgiyle olur, lafla olmaz. Hizmet saygıyla olur, lafla olmaz. İşte bunu biz başardık’’ diye konuştu. Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:
‘‘Ben yine sesleniyorum: Bizim ilkelerimizde başı örtülü, başı açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı açık olan kardeşim, kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim. Biz yaratılanı yaratandan ötürü sevme anlayışıyla bu yolda hizmete devam ediyoruz. Kusura bakmasın, Baykal ve benzerleri gibi değil. Bunu böyle bilin. Ve onlarla aynı istikameti de paylaşan kusura bakmasınlar, medya gruplarıyla da aynı düşünmüyoruz.
Ne yazarlarsa yazsınlar, ne resmederlerse etsinler, halkımız her şeyi gayet iyi biliyor. ‘Bizi çarşafa sokacaklar’ diyorlar. Ya insaf. Affedersiniz, gazetelerinin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz. Basıyorlar mı? Basıyorlar. Affedersiniz, ilavelerinizde her şey tamamıyla ortada. Bugüne kadar ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı, yasama ve yürütme olarak? Bizim yaptığımız veya yapacağımız herhangi bir şey mi var? Yaptık mı, hayır. O zaman nedir bu feryat? Biz ne diyorduk? Ne haliniz varsa görün. Halk zaten sizi nereye getirecekse getirir, ne kadar gazetenizi alacaksa alır. Beğenirse alır, beğenmezse almaz. Daha ne istiyorsunuz? Yoksa gazetelerinizi toptan biz mi satın alacağız? Bunu mu bekliyorsunuz?’’
Şu anda bu hizmeti kararlı bir şekilde, sadece halkın hizmetkarı olma anlayışı ile sürdürdüklerini ifade eden Erdoğan, ‘‘Halkımızı seviyoruz. Onun için bunların ‘başı açık olanların geleceği garanti altında olmaz’ gibi safsatalarına asla uymayın’’ dedi. Erdoğan, şunları kaydetti:
‘‘Bu tuzağa benim halkım düşmez biliyorum ama sakın bu oyuna gelmeyin. Biz ilk defa bu ülkede iktidarda değiliz. 1994’te yerel yönetimlerde görev yaptık. 2002’de 58 ve 59. hükümetleri kurduk. Şimdi 60. Hükümet olarak varız. Merkezi yönetimde varız, yerel yönetimlerde varız. Nasıl şu ana kadar hiçbir başı açık kardeşim bu ülkede bizden olumsuz bir şey görmediyse bundan sonra da görmez, göremez. Çünkü onların yaşam şekli de bizim güvencemiz altındadır.
Kimse bizi bu tuzağa düşürme gayreti içine de girmesin. Bu konuda hassasiyetlerimiz var. Çok açık konuşuyorum. AK Parti grubu ortada. Bizim yüzde 10’a yakın kadın milletvekilimiz var. CHP’nin yüzde kaç? Parmak sayısını geçmez. Hani kadına değer veriyordun, ispat et. Bizim her şeyimiz ortada uygulama ile ispat ediyoruz. Şu anda böyle. Önümüzdeki dönemde çok daha farklı konuma geleceğiz. Bunların kadın hakları anlayışına da inanmayın. Bunların kadın hakları noktasında da böyle bir hassasiyetleri yok. Onun için kısa kısa geliyorlar, asıl kesenler onlar. Yani başı örtülü olarak bu ülkede eğitim-öğrenim hakkının önünü kesme... Bunun laiklikle yakından uzaktan ne alakası olabilir? Bunu gündeme getirenler bunlar. Ne alakası var? Dünyada laiklik bir bizde mi var arkadaşlar? Batı ülkelerinin bir çoğu laik sistem. Amerika da laik ama Anglosakson laiklik uyguluyor, İngiltere öyle uyguluyor. Ama laikliği uyguluyor. Var mı bir sıkıntı? Yok.
Şimdi bakıyorsunuz, ‘batı gazetelerinden haberler’ diye köşe yazıları alıyorlar. Bir incelettim, arkadaşlar büyük bir çoğunluğu yalan, yalan ve uydurma haberler. Şu anda arkadaşlarım onların üzerinde de çalışıyorlar. Arkadaşlarımız orijinalini de koyarak bunları ilan edecekler. Çünkü Türkiye’de bir ayrımcılığı ortaya koymak suretiyle kafaları bulandırmaktan başka bir dertleri yok.’’
Öfkeli olduğu yönünde eleştiriler bulunduğuna da işaret eden Erdoğan, ‘‘Öfkeli olduğumu söylüyorlar. Öfke bir hitabet sanatıdır. Çünkü ben zulmü alkışlayamam, zalimi de asla sevemem. Kusura bakmasınlar, yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz. Bunu da bilmeleri lazım’’ diye konuştu.
Erdoğan, şu ana kadar politikalarını böyle sürdürdüklerini, bundan sonra da böyle sürdüreceklerini vurgulayarak, ‘‘Biz karşımızdakilere saygı gösterirken karşımızdakilerin de bize saygı göstermeleri gerekiyor’’ dedi.
‘‘Bir yanağına vur, öbür yanağını çevirirsin’’ anlayışına da sahip olmadıklarını ifade eden Erdoğan, ‘‘Kusura bakmasınlar, öyle yanak bizde yok. Böyle yanak bizde yok. Çünkü adalet bu değildir’’ dedi. Başbakan Erdoğan, onun için adaleti, kalkınmayı, özgürlükleri, demokrasiyi sadece kendileri için istemediklerini, Türkiye’nin her bölgesine, her şehrine, toplumun tüm kesimlerine aynı samimiyetle kucak açtıklarını söyledi. Erdoğan, ‘‘Enerjimizi belli bazı sorunlara yoğunlaştırıp umumun sorunlarına kayıtsız kalmadık. Adalet isteyeceksek herkes için istemek, özgürlükleri genişleteceksek herkes için genişletmek durumundayız. Bizler Türkiye’nin sorunlarının sağlam bir siyasi iradeyle çözülebileceğini iyi biliyoruz’’ diye konuştu.” (Anadolu Ajansı, 13.02.2008)
Bu sözlerden hangisi, laiklik ilkesine veya Anayasaya aykırıdır? “Bu yüzden toplumumuzun her kesiminin her sorununu siyasetimizin konusu yaptık. Her kesimi aynı samimiyetle kucakladık, her soruna aynı duyarlılık ile yaklaştık.” demesi mi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı?
Yoksa “1994’te İstanbul gibi bir kentin belediye başkanlığını yaptım ve arkadaşlarımızla beraber orada tüm İstanbullulara hizmet verdim. Aynı dönemde Melih Bey Ankara’da belediye başkanıydı. O belediye başkanlığımız döneminde halkımızın hangi katmanları bizden olumsuz bir yaklaşım gördü? Acaba onların yaşam tarzlarına yönelik olarak biz hangi olumsuz yaklaşımı ortaya koyduk. Bunu bize ispatlayabilirler mi? Cımbızlaya cımbızlaya kenarda köşede bulabildikleri birçok olaylarla kendilerine göre gazetelerinde haberler yapmaya çalıştılar ama tutmadı. Bunu neye dayanarak söylüyorum, çünkü halkımız bizi büyüttükçe büyüttü ve bugünlere geldik. AK Parti de böyle iktidar olmuştur.” açıklaması mı Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı?
Veya “Allah aşkına, Baykal yatıyor, kalkıyor, laiklik, laiklik, laiklik... Başka bir şey konuştuğu yok. Laiklik, laiklik diyerek bu ülkede laikliği yozlaştırdı Baykal. Laiklik bu değil. Laiklik bu değil ki. Laiklik toplumun tüm katmanlarına, inanç gruplarına aynı mesafede olmak, eşit mesafede olmak, onları güvence altına almaktır. Ama Baykal akşam yatıyor başka, sabah kalkıyor başka. Sen hizmet için ne yaptın bu ülkede, Allah aşkına bunu söyle. İnsanlar arasında ayrım yapmak varsa bu senin kitabında var. Senin yaşam tarzında var. Ama bizim yaşam tarzımızda bu yok. Biz bütün vatandaşlarımıza aynı mesafedeyiz. Aynı hizmeti verdik, vermeye de devam edeceğiz. Eksiklerimiz olabilir, yanlışlarımız olabilir ama ben size somut örnek veriyorum. İşte İstanbul’da, Ankara’da, Antalya’da, Adana’da, Gaziantep’te, Samsun’da, Bursa’da, Erzurum’da, Konya’da, Kayseri’de AK Partili belediye var. Ne gördünüz ayrımcılık adına soruyorum?’’ değerlendirme ve eleştirisi mi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı?
Yoksa ‘‘Ben yine sesleniyorum: Bizim ilkelerimizde başı örtülü, başı açık diye bir ayrım yoktur olamaz. Bunu böyle bilin. Başı açık olan kardeşim, kardeşim. Başı örtülü olan kardeşim, o da kardeşim. Biz yaratılanı yaratandan ötürü sevme anlayışıyla bu yolda hizmete devam ediyoruz. Kusura bakmasın, Baykal ve benzerleri gibi değil. Bunu böyle bilin. Ve onlarla aynı istikameti de paylaşan kusura bakmasınlar, medya gruplarıyla da aynı düşünmüyoruz.” demesi mi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırı?
Veya ‘‘Bu tuzağa benim halkım düşmez biliyorum ama sakın bu oyuna gelmeyin. Biz ilk defa bu ülkede iktidarda değiliz. 1994’te yerel yönetimlerde görev yaptık. 2002’de 58 ve 59. hükümetleri kurduk. Şimdi 60. Hükümet olarak varız. Merkezi yönetimde varız, yerel yönetimlerde varız. Nasıl şu ana kadar hiçbir başı açık kardeşim bu ülkede bizden olumsuz bir şey görmediyse bundan sonra da görmez, göremez. Çünkü onların yaşam şekli de bizim güvencemiz altındadır.” açıklaması mı Anayasa veya laikliğe aykırı?
Bu açıklamanın hangi kelime veya cümlesi Anayasa veya laiklik ilkesine aykırıdır? Cevabı bizce net ve tartışmasız: Hiç biri, Anayasa ve laikliğe aykırı değildir. Anayasa ve laikliğe aykırı olan Başbakanın değerlendirme ve tespiti değil, iddia makamının laiklik yorumudur.
Başbakanın bu açıklamalarından ayrımcılık, laiklik karşıtlığı, Anayasaya aykırılık ve parti kapatma gerekçesi asla çıkarılamaz.
Aksine Başbakanın bu beyanları, iddianameyi açıkça tekzip etmektedir.
b) “Zira bize de inanan, güvenen bir kitle var. O kitle, sessiz yığınlar olarak yıllar yılı bekledi. O dille tercüman olacak siyasetçiler olarak bizi buraya gönderdi.” ifadeleri, laiklik karşıtı ve gizli anlam yüklü ifadeler değildir.
Demokrasilerde her siyasi parti, tüzük ve programıyla milletin karşısına çıkar ve milletten oy ister. İnsanlar; tüzüğünü, programını ve projelerini beğendikleri partilere oy verirler. Her partiye güvenip oy veren insanlar olduğu gibi AK Partiye oy veren ve güvenen insanların olması çoğulcu demokrasinin gereğidir. Demokrasilerde, bir partiye oy verenleri, diğer partiye oy verenlerin karşısına dikecek bir anlayış ve yaklaşımı benimsemek veya insanların farklı siyasi partilere oy vermesine şüphe ile bakmak ve onları potansiyel bir tehlike gibi kabul etmek ve böyle göstermek, demokrasinin ruhu ile bağdaşmaz. Aksine demokratik hukuk devletlerinde milletin tercihleri kıymetli olup, siyasi partilerin iktidara gelmesinde ve iktidardan ayrılmasında tek belirleyici kriterdir.
1961 Anayasası ve 1982 Anayasası’nın 2’inci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik … bir … devlettir…”
“Demokratik devlet, egemenliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından, belli sınıflar yararına kullanılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldığı… bir idare biçimidir.” (Anayasa Mahkemesi, 1963/173 E., 26.09.1965 Tarih ve 1965/40 K., AMKD, S. 4, S. 301)
“Hürriyetçi demokratik rejimin özellikleri, ülkeden ülkeye bazı değişiklikler göstermekle beraber, bu rejimin vazgeçilmez, asgari şartı olarak kabul edilmesi gereken bazı unsurlar da vardır. Bunların en önemlileri, siyasal sistemdeki temel siyasal karar organlarının genel oya dayanan serbest seçimlerle oluşması, serbestçe örgütlenen siyasal partiler arasında eşit şartlarla yürütülen iktidar yarışması ve tüm vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin tanınmış ve hukuki güvence altına alınmış olmasıdır…” (Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı, Ankara – 2002, S. 82)
Bu bilimsel, Anayasal ve yargısal gerçeklik karşısında AK Parti Genel Başkanının kendi partisine oy veren ve güvenen bir kitlenin olduğunu söylemesi, demokrasilerde yadırganmaz ve bu ifadelerin altında gizli anlamlar aranmaz. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
“Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatı. Çünkü ben zulmü alkışlayamam, zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz…” ifadeleri de, laiklik karşıtı ve gizli anlamlar yüklü ifadeler değildir. Bu sözler; AK Parti’ye veya icraatlarına karşı haksız veya saygı sınırlarını aşan eleştiriler karşısında sessiz kalınmayacağını belirtmek için kullanılmıştır. Haksızlık karşısında susmanın yanlışlığını ifade eden, “Çünkü ben zulmü alkışlayamam, zalimi de sevmem. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz…” sözü ile saygının karşılıklı olduğunu vurgulayan ‘‘Biz karşımızdakilere saygı gösterirken karşımızdakilerin de bize saygı göstermeleri gerekiyor’’ cümlesi, bunu açıkça göstermektedir.
Ayrıca halka açık bir toplantıda alenen yapılan ve laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca bu sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere cevap verme hakkı, Anayasa’nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, “Basın veya anamuhalefet lideri eleştirilemez ve bir başbakan kendine dönük eleştirilere cevap veremez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.” diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
58) İddianamenin 53’üncü sayfasında yer alan 58 numaralı iddiada (EK-163) yer alan konuşma; başörtüsü sorunu ve çözümüne yönelik bir değerlendirmedir.
a) Konuşma, başörtüsü sorunu ve çözümüyle ilgili bir değerlendirmedir.
Türkiye’de, yükseköğrenimde yaşanan başörtüsü sorunun varlığını kabul etmeyen ve çözümüne dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayan hiçbir siyasi parti yoktur. Bazı siyasi partiler sorunun çözümünü parti programına koyarken, bazıları milletvekillerine kanun teklifi verdirmiş ve bazıları ise sorunu çözmek amacıyla yasal düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu sorunu incelemek üzere bir Araştırma Komisyonu kurmuştur.
Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütleri, üniversiteler, hukukçular, öğrenciler, yazarlar, gazeteciler ve pek çok kişi de bu soruna dair değerlendirme ve tespitlerde bulunmuş, çözüm önerileri sunmuştur. Hatta bu sorun, Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı’da dava konusu olup, mahkemelerce de tartışılmıştır. Bu dava dahi, böyle bir sorunun varlığının delilidir.
Herkesin varlığını kabul edip çözümünü tartıştığı bir sorunu Başbakanın dile getirmiş olması, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ve 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki demokratik bir ülkede demokrasi, hukuk devleti olan bir ülkede hukuk ve laik devlet yapısına sahip bir ülkede laiklik, öğrenim hakkının teminatıdır.
Bir Başbakanın, ülkesinde yaşanan ve herkesin konuştuğu bir sorunu konuşması ve çözümüne dair değerlendirmede bulunmasının ve beraberce bu sorunu aşarız demesinin neresi Anayasaya aykırıdır?
b) Konuşmada geçen; “Ben ülkemde üniversiteye gidemiyorum, neden?’ ‘başörtüm olduğu için gidemiyorum’ işte bunu aşabilmenin gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere yönelik olarak Türkiye’de yasalar zaten belli. (…) Kurumsal mutabakatı yüzde yüz bekleyenler bir defa yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz olur diyemezsiniz. (…) Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (…) 5 yıl başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (…) Din İşleri Yüksek Kurulu 1980’de Kuran-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.” ifadeleri de, laiklik karşıtı ve gizli anlamlar yüklü ifadeler değildir.
Laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı yasaklamıştır. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) Ayrıca bu sözler, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın kendisine, politikalarına ve icraatlarına dönük eleştirilere cevap mahiyetindedir ve muhatapları da eleştirenlerdir. Yani konuşmanın muhatapları bellidir. İddia makamının muhatabı belli olan bir konuşmaya, laiklik ilkesini muhatap kılması hukuken kabul edilemez. Çünkü iddia makamı, yapılan bir konuşmayı, konuşulan yer, zaman, neden ve muhatap bağlamından koparıp, söyleyenin iradesine rağmen anlamlandırıp, sonra da bu anlamdan dolayı konuşanı itham edip hukuki sorumluluğunu talep ve dava edemez. Bunun aksi, hukukun evrensel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan ve teminat altına alınan hukuk devleti ilkelerinin alenen çiğnenmesidir. Maalesef iddia makamı burada, bu ilkelerin tamamını ihlal etmiştir.
Kaldı ki bir kişinin kendisine dönük eleştirilere cevap vermesi, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Aksine eleştirilere cevap verme hakkı, Anayasa’nın teminatı altındadır. Başbakanın, Anayasanın teminatı altında bulunan bir hakkı kullanması, Anayasaya aykırı değildir. İddia makamının iddiasıyla da Anayasaya uygun bir şey, Anayasaya aykırı hale gelmez.
Anayasa ve yasalarımızda, “Bir başbakan kendine dönük eleştirilere cevap veremez, aksi halde laiklik ilkesi ihlal edilmiş sayılır.” diye herhangi bir kural yoktur. Aksine demokratik bir hukuk devleti (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak “Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ile “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi AK Parti Genel Başkanı da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, AK Parti Genel Başkanından esirgediği düşünülemez. Herkes gibi AK Parti Genel Başkanı da ülke gündeminde ki sorunları dile getirmek, kendisine, partisine ve politikalarına dönük eleştirilerle ilgili tespit ve değerlendirmelerde bulunarak düşüncelerini açıklamak ve cevap vermek hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemez.
c) Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasal bir kuruluştur. Anayasa’nın 136’ıncı maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Anayasanın bu hükmüne müsteniden kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanuna göre; “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (22.06.1965 Tarih ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, m. 1)
Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığının bir görüşünün AK Parti Genel Başkanı tarafından okunup dile getirilmesi, ne Anayasaya ve ne de laiklik ilkesine aykırıdır. Aksinin kabulü, Anayasa’dan aldığı yetkiye göre görev ifa eden ve yetkisini kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı, hukuk dışı hale getireceği gibi, hukuk sınırları içinde bu kurumun görevlerini yerine getirmesi imkansız hale gelir ve vatandaşların bu kurumun görüşünü istemesi veya olan görüşünü okuması da hukuk dışı olur. Bu, Anayasada ifadesinin bulan hukuk devleti ilkesinin ve laiklik ilkesinin açık bir ihlalidir.
59) İddianamenin 53-54’üncü sayfalarında yer alan 59 numaralı iddiada (EK-164) yer alan “Sizin üniversitelerinizin rektörleri de ÜAK Üyesi. Ancak bildiriye imza atanlar oldu. Bu konuda daha ilkeli tavır bekliyoruz. Bu bildiriye niye karşı çıkmıyorsunuz? Tavır göstermenizi beklerdik.” sözleri, Başbakan ve AK Parti Genel Başkanına ait değildir.
Başbakan ile Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyeleri arasında yapılan görüşmede, başörtüsü konusu hiç görüşülmemiş ve konuşulmamıştır. İddianın delili olarak sunulan gazete, bu hususu açıklıkla ifade etmektedir. Başbakan ve görüşmeye katılan Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyelerinden hiçbiri, böyle bir açıklama yapmamıştır.
Başbakanlık koridorunda böyle bir konuşmanın geçtiğine dair de ne Başbakanın ve ne de herhangi bir Vakıf Üniversiteleri Birliği Üyesinin açıklaması vardır. İddianamede yer alan cümlelerin söylendiğini, sadece gazete muhabiri iddia etmektedir.
İşin aslını araştırmak ve ona göre işlem yapmakla görevli iddia makamının, bu görevini yapmadan, aslı olmayan bir gazete haberini delil olarak sunması, Anayasa’da ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
Kaldı ki haberde geçen cümleler, ne laiklik ilkesine ve ne de Anayasaya aykırıdır. Olmayan bir sitemden, laiklik karşıtı anlamlar çıkarmak, izahı mümkün olmayan bir durumdur.
60) İddianamenin 54’üncü sayfasında yer alan 60 numaralı iddiada (EK-165) yer alan konuşma; af konusunda sorulan bir soruya verilmiş cevaptır.
Türk hukukunda affın kim tarafından çıkarılabileceği ve sonuçlarının ne olacağı, Anayasa ve yasayla düzenlenmiştir. Anayasaya göre, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilânına, Türkiye Büyük Millet Meclisi görevli ve yetkilidir (Anayasa, m. 87). Türk Ceza Kanununa göre affın hüküm ve sonuçları; “Genel af halinde, kamu davası düşer, hükmolunan cezalar bütün neticeleri ile birlikte ortadan kalkar (1). Özel af ile hapis cezasının infaz kurumunda çektirilmesine son verilebilir veya infaz kurumunda çektirilecek süresi kısaltılabilir ya da adli para cezasına çevrilebilir(2). Cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunlukları, özel affa rağmen etkisini devam ettirir(3). (Türk Ceza Kanunu, m. 65)
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetkisinde olan af yetkisinin, kişilere verilmesini hiçbir zaman savunmamıştır. Aksine AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan; “Cuma günü Uşak’ta yaptığı af ile ilgili konuşmasının farklı yönlere çekildiğini belirtti. Af konusunun hukuken, devletin ve Meclis’in iradesinde olduğunu, ancak kendilerinin bundan bahsetmediğini dile getiren Başbakan Erdoğan, … AK Parti iktidarı, bu tür bir affı, parlamentoda gücü yettiği sürece çıkarmaz, çıkaramaz.’’ (Anadolu Ajansı, 09.03.2008) açıklamasıyla, af yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu, parlamentodan af çıkarma gücüne sahip AK Parti’nin af çıkarmayacağını açıkça ifade etmiştir.
İddianamede geçen “… “Af yok mu?” diye seslenen bir vatandaşa, “..Af yok, suç işleyen cezasını çeker, Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir. Katili affetme yetkisi aslında maktulün varislerine aittir. Öyle olması lazım…” sözleri, laiklik karşıtı ve gizli anlamlar yüklü sözler değildir. Bu sözler, af konusunda bir hukuki düzenleme yaparken, bunun kamu vicdanına uyup uymadığına, toplumun yüreğini sızlatıp sızlatmadığına dikkat etmek ve tarafların hassasiyetlerini gözetmenin, devletin görevi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Hiçbir biçimde çok hukukluluğu veya şeriat hukukunu savunmak için söylenmemiştir.
Bu gerçekliğe rağmen konu, basın yayın organları tarafından çarpıtılmış ve sözler amacı dışında değerlendirilmiştir. Bunun üzerine Başbakan, basında çıkan haberleri tekzip etmiş ve kendi maksadını bizzat kendisi açıklamıştır. “Partisinin İzmir İl Kadın Kongresine katılan Başbakan Erdoğan, Cuma günü Uşak’ta yaptığı af ile ilgili konuşmasının farklı yönlere çekildiğini belirtti. Af konusunun hukuken, devletin ve Meclis’in iradesinde olduğunu, ancak kendilerinin bundan bahsetmediğini dile getiren Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu. ‘‘Kamu vicdanında bunun nasıl bir etki doğuracağı da önemlidir. Devlet düzenleme yaparken bunu da hesaba katmalıdır. Bir hukuki düzenleme yaparken, bunun kamu vicdanına uyup uymadığına, toplumun yüreğini sızlatıp sızlatmadığına dikkat etmek, tarafların hassasiyetlerini gözetmek, devletin görevidir. Biz bunu dile getiriyoruz, ama onlar onu başka yerlere çekiyor. Hangi insan, ailesinde en sevdiği babası, hanımı, evladı öldürülmüş olsa, bunlar affedilerek karşısına çıksa, buna katlanabilir mi? Buna dayanabilir mi, soruyorum sizlere? Neymiş? Devlet af çıkarmış... Olur mu böyle bir şey? AK Parti iktidarı, bu tür bir affı, parlamentoda gücü yettiği sürece çıkarmaz, çıkaramaz.’’ (Anadolu Ajansı, 09.03.2008) Bu açıklamalar, konunun çarpıtıldığını açıkça göstermektedir.
Görüldüğü üzere AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan, Anayasa’nın 32’inci maddesinin tanıyıp teminat altına aldığı “Düzeltme ve cevap hakkı”nı da kullanmıştır. Ancak iddia makamı, Anayasa ile tanınıp teminat altına alınan “düzeltme ve cevap hakkı”na (Anayasa, m. 32) istinaden yapılmış tekzip ve düzeltmeleri dikkate alması gerekirken bunu yapmamış, aksine gerçeğe aykırı gazete haber ve yorumlarına itibar etmiştir. Bunlar, açık ve tartışmasız bir Anayasa ihlali olduğu gibi hukukun temel ilkelerinin de ayaklar altına alınmasıdır.
Kaldı ki Türkiye, değişik zamanlarda muhtelif genel veya özel af kanunları çıkarmıştır. Pek çok kişi ve siyasetçi; mağdurun ve mağdur yakınlarının mağduriyetini ve hissiyatını gözetmediği gerekçesiyle çıkarılan af kanunlarını ve bunları çıkaranları eleştirmişler ve hatta AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın bu sözlerinin benzerlerini farklı üsluplarla tekrar etmişlerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanakları ve basın arşivleri buna dair açıklamalarla doludur.
“Soruşturulması ve kovuşturulması şikayete bağlı olan suç hakkında yetkili kimse altı ay içinde şikayette bulunmadığı takdirde soruşturma ve kovuşturmanın yapılmaması” ve “suçtan zarar görenin şikayetten vazgeçmesinin davayı düşürmesi” (Türk Ceza Kanunu, m. 73) ile soruşturma ve kovuşturma evresinde mağdur ve şikayetçiye yasanın tanıdığı haklar(Ceza Muhakemesi Kanunu, m. 233-243), dünyanın modern ceza hukuklarında olan ve Türk Ceza hukuku alanında da uygulanan müesseseler olup, bunların tamamı, mağdurun veya yakınlarının haklarına ve hissiyatına önem veren düzenlemelerdir. 1.3.1926 tarih ve 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu ve 4.4.1949 tarih ve 1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunlarında da olan bu müesseseler, bizim hukukumuzda da suç mağdurları ve yakınlarının hak ve hissiyatına önem verildiğinin açık birer delilidir. Hukukumuzdaki bu müesseseleri, İslam’ın öngördüğü müesseseler olarak görebilir miyiz? Göremeyiz. Bunları yasalaştıran ve uygulayanları şeriat devleti istedikleri için bunu yapıyorlar diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü, bu müesseseler, modern ceza hukukunun müesseseleri olup, nerdeyse bütün dünya ülkelerinde uygulanmaktadır.
b) İddia makamı, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan hakkındaki 2, 50 ve 60 numaralı iddiaları birlikte değerlendirerek (İddianame, s. 116-117) 60 numaralı iddia ile ilgili; “… ikinci söylemiyle de laik hukuk sistemini yok sayarak, adam öldürme suçuna şeriat hukukundaki ‘kısas’ uygulamasını ifade etmekte, “öyle olması gerekir” cümlesiyle de, sistemin şeriat hukukuna dönüşmesine olan özlem ve niyetini açığa vurmaktadır. Başbakanın bu yaklaşımlarına göre dini inancın bütün vecibeleri din ve vicdan özgürlüğü kapsamındadır ve kısıtlanamaz. Bu yoruma göre, özel ve kamusal yaşamın tümünü kapsama iddiasındaki İslam şeriatı için hiçbir kısıtlama öngörülemeyecek, ceza hukuku uygulamalarında da şeriat hukukunun kapıları açılacaktır. Bu bakış açısıyla türban bir dini vecibedir ve dini vecibelere kısıtlama getirilemez. Yine din kurallarının uygulanması dini vecibe (dini ödev) kabul edildiğinde, bu kuralların tüm özel ve kamusal alanlarında da (aile, miras, ceza, ticaret hukuku vb.) yaşanması talebi kendiliğinden ortaya çıkacak, aksini savunanlar yine İslam şeriatının yaptırımlarına maruz kalabilecektir…” sonucuna ulaşmaktadır. Bunlar, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözleri değildir. Bu sözler, iddia makamına aittir. Maalesef İddia makamı, somut bir delile dayanmak yerine, yorumlarını AK Partinin görüşü gibi takdim edip, aleyhimize delil olarak ikame etmektedir. İddia makamının bu tutumu, hukuk devleti anlayışını yok saymaktır.
Kaldı ki iddia makamının 2, 50 ve 60 numaralı iddiaları birlikte değerlendirmesi, ne hukuk metodolojisine, ne yorum metotlarına ve ne de bilimsel metotlara uygundur. İddia makamı, tamamen kendince ve subjektif bir yaklaşımla, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözlerinin; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki o söylemiş gibi takdim etmiş ve bu sözlerden dolayı onun sorumluluğunu talep ve dava etmiştir. Bu, hukukun evrensel ilkelerinin ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
Oysa ki bir Başbakanın veya bir partinin siyasetine bağlı olarak kesin sonuçlara ulaşabilmek için tablonun tümünü birden ele almak lazımdır. Parti ve Başbakan bütün söylemlerinde dinsel milliyetçiliğe karşı olduğunu vurgulamasına, hukukun din referansıyla temellendirilmesini mümkün olmadığını açıkça belirtmesine ve İslami devlet tanımlamasına karşı çıkmasına rağmen, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının “Şeriatçı” damgasını bu kimliğe yakıştırma gayreti, bu siyasi harekete karşı objektiviteden uzak subjektif ve iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımla hareket ettiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
61) İddianamenin 54’üncü sayfasında yer alan 61 numaralı iddiada (EK-178)yer alan konuşma; Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak verdiği karar hakkındaki eleştiri ve değerlendirmeyi içermektedir.
Anayasa veya yasalarımızda “Mahkeme kararları eleştirilemez” diye bir kural yoktur. Herkesin görüşünün eleştirisi mümkün olduğu gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir.
Demokratik hukuk devletlerinde; eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararı yoktur. Sadece otoriter veya totaliter rejimlerde eleştirilmez kişi, görüş veya mahkeme kararları olabilir.
Demokratik bir hukuk devletinde, ülkeyi ilgilendiren bir soruna ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararın tartışılması, değerlendirilmesi ve eleştirilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Anayasa Mahkemesi dahil, bütün mahkeme kararları eleştirebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanları, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş günlerinde açıkça ifade ettikleri üzere; yüksek mahkeme dahil mahkeme kararlarının eleştirilmesi pozitif bir hak ve katkıdır, bu hak siyasetçilerden esirgenemez.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı gerek siyasiler ve gerekse akademik çevrelerce yoğun şekilde ve çok yönlü eleştirilmiştir. Bu konudaki kısa eleştiri monografisi şöyledir: “Prof.Dr. Eroğul, Cem.2007 Cumhurbaşkanı Seçimi Bunalımından Çıkarılabilecek Dersler. (AÜSBFD.Yavuz Sabancu’ya Armağan Özel Sayısı.Temmuz-Eylül 2007.62/3. s.141 ve dev. Prof.Dr.Turhan,Mehmet. Anayasanın Hak Temelli Yorumu ve Anayasa Yargısı. Aynı Dergi.s.379 ve dev.), Yrd. Doç.Dr.Uluşahin, Nur. Cumhurbaşkanı Seçiminin Düşündürdükleri ya da Hukukun Siyasallaşması (Ankara Barosu Dergisi)(Bahar 2007.s.18 ve dev.) Prof.Dr. Arslan,Zühtü. Gerekçeli 367 kararının düşündürdükleri (Zaman Gazetesi). Dr. Ergül,Ozan. age.s.260 ve dev. Prof.Dr.Selçuk,Sami.2007’nin Hukuk Olayı Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı.Ank.2008 (eserin tamamı).
Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ve buna dayalı olarak uygulanma zorunluluğu farklı bir şeydir, ancak o kararın doğru olmadığını ya da hukukun uygun yorumuna dayanmadığını söylemek farklı bir şeydir. Herkes Mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Ancak mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemez ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklaması Anayasaya aykırı hale gelmez.
“Düşünce ve kanaat hürriyeti (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) Anayasamızın tanıyıp teminat altına aldığı, hak ve hürriyetlerdendir. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu gibi Başbakan da sahiptir. Anayasanın herkese tanıdığı bir hak ve hürriyeti, Başbakandan esirgediği düşünülemez. Herkes gibi Başbakanın da Anayasa Mahkemesi’nin kararına katılmamak veya gerektiğinde eleştirme hak ve yetkisi vardır. İddia makamının bu hak ve yetkiyi, yok sayma veya yok etme hak ve yetkisi yoktur.
Hiçbir hukuk devletinde iddia makamı, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelmesini talep etmez ve edemez.
b) İddia makamı, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın; “ Bu bitmedi, çok konuşulacak. Bu yargı için bir talihsizliktir, yüz karasıdır.(…) Açık net ortada olduğu halde zorlamayla, dayatmayla bu karar verilmiştir” sözlerinden hareketle, “Başbakan Erdoğan ve diğer partililerin laiklik ilkesini savunanlara ve Yargının laiklik ilkesini koruyan kararlarına karşı takındıkları sert üslup” ve “Çoğulcu demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmak” olarak nitelendirmiştir. Bunlar, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözleri değildir. Bu sözler, iddia makamına aittir. Maalesef İddia makamı, somut bir delile dayanmak yerine, yorumlarını AK Partinin görüşü gibi takdim edip, aleyhimize delil olarak ikame etmektedir. İddia makamının bu tutumu, hukuk devleti anlayışını yok saymaktır.
Kaldı ki iddia makamının iddia ettiği gibi Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle verdiği karar, laiklik ilkesinin korunmasıyla ilgili bir karar olmayıp, Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının ne olduğunu tespit eden (Anayasa’nın 102’inci maddesiyle ilgili) bir karardır. Bu kararın laiklikle ilgisini kurmak ve laiklik savunusu olarak bu kararı değerlendirmek, hukuken ve fiilen mümkün değildir. Ancak iddia makamı, fiilen ve hukuken mümkün olmayanı yapmış, Anayasa ve hukuk dışına çıkarak, Cumhurbaşkanı seçiminin toplantı yeter sayısıyla ilgili bir kararın laiklikle irtibatını kurmuştur. Bu, Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin ve hukukun evrensel ilkelerinin açık bir ihlalidir.
Bu eleştiriden iddia makamının, “Çoğulcu demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmak” sonucunu çıkarması da mümkün değildir. “Mahkeme kararına yanlıştır veya hukuka uygun değildir” demekle totaliter rejimi savunmak arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Bu eleştiri, bizatihi kendisi, totaliter rejimi reddeden bir anlayışın ürünüdür. Mahkeme kararlarını eleştirmek değil, mahkeme kararlarını eleştirilmez saymak totaliter rejimin özelliğidir.
İddia makamının bu değerlendirmesi, ne hukuk metodolojisine, ne yorum metotlarına ve ne de bilimsel metotlara uygundur. İddia makamı, tamamen kendince ve subjektif bir yaklaşımla, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanın sözlerini; söylenilen yer, neden, zaman ve muhatap bağlamından koparmış, söylenenleri söyleyenin iradesine rağmen kendince anlamlandırmış ve kendi verdiği anlamları sanki o söylemiş gibi takdim etmiş ve bu sözlerden dolayı onun sorumluluğunu talep ve dava etmiştir. Bu, hukukun evrensel ilkelerinin ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesinin alenen ihlalidir.
Ayrıca laiklik karşıtlığıyla açık veya gizli hiçbir ilgisi bulunmayan bir açıklamadan hareketle iddia makamının, açık bir ifadede gizli anlam araması veya niyet okumak suretiyle başka anlamlara çekilmesi mümkün olmayan açıklamalara gizli anlamlar yüklemesi, aleni bir anlam tahrifi ve delil tasnii olup, hem hukuken ve hem de fiilen mümkün değildir. Hukuken mümkün değildir, çünkü Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri, niyet okumayı menetmiştir. Fiilen mümkün değildir, çünkü iddianamedeki metinde bunun ne anlamda kullanıldığı yoruma ve tevile imkan bırakmayacak açıklık ve netliktedir. İddia makamı, niyet okuyucu değildir, olamaz da. Hukuk devletinde iddia makamı, somut gerçeklikten hareket eder. Aksinin kabulü, Anayasanın 2’inci maddesinde ifadesini bulan demokratik hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir.
c) İddia makamının bu konuşmayı iddianameye alırken, “Bu yargı için talihsizliktir, yüzkarasıdır.” ve “Her şey art niyetli.” Cümlelerini öne çıkararak vermesi, Anayasa Mahkemesi’ni etkileme ve mahkemeyi AK Parti Genel Başkanı ve AK Parti aleyhine etkileme gayretinden başka bir şey değildir. Yüksek Mahkeme üyeleri, bu gayreti görecek ve sezinleyecek tecrübeye sahiptir.”
- Davalı Partinin parti mensupları hakkındaki iddialara yönelik aynı tarihli savunması:
V- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI’NIN SÖZLÜ AÇIKLAMASI İLE DAVALI PARTİ TEMSİLCİLERİNİN SÖZLÜ VE YAZILI SAVUNMALARI
Anayasa Mahkemesinin Çalışma ve Yargılama Usûlü’nü belirleyen Anayasa’nın 149. maddesinin son fıkrası uyarınca 1.7.2008 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sözlü açıklaması, 3.7.2008 tarihinde ise davalı siyasî parti temsilcilerinin sözlü savunmaları dinlenmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın Sözlü Açıklaması
BAŞKAN – 1 Temmuz 2008 Salı, saat: 10.00
Adalet ve Kalkınma Partisinin temelli kapıtılması istemiyle açılan E. 2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı davanın 18.6.2008 gününde yapılan inceleme toplantısında, Anayasa’nın 149. maddesinin son fıkrası ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 4280 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesi gereğince Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının dinlenilmesine karar verilmekle; Başkan Haşim KILIÇ, Başkanvekili Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ’tan oluşan Kurul yerini aldı.
Raportör Osman Can yerinde.
Daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar Numan GÜNAY, Alaaddin AYTEN, Erhan KARA ve Doğan AYTOP ile ses teknisyeni Özer ÖZLER hazır.
Sayın Başsavcı, ses düzeni itibarıyla konuşmalar banda alındığından açıklamaların kürsüden yapılması gerekmektedir.
Buyurun Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman YALÇINKAYA.
YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI ABDURRAHMAN YALÇINKAYA – Çok Değerli Başkanım ve sevgili üyeler; hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Adalet Ve Kalkınma Partisi hakkında 14.03.2008 tarihli iddianame ile açmış bulunduğumuz temelli kapatma davasında sözlü açıklamalarda bulunmak üzere huzurlarınızdayım.
Yüce heyetinize davalı partinin kapatılmasını gerektiren Anayasa ve yasalara aykırı eylemleri hakkında İddianame ve esas hakkında görüşümüzde iddialar ve buna ilişkin ayrıntılı kanıtlar sunulmuş, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğundan bahisle Anayasanın 68/4, 69/6’ncı ve Siyasi Partiler Yasasının 101/b maddesi gereğince temelli kapatılması talep edilmiştir.
85 yıllık bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismara dayalı gerici ayaklanmalara tanıklık ettiği yüksek malumlarınızdır. Bu kalkışmalar Ulusumuzun Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkma azim ve kararlılığı sayesinde bastırılmış, Laiklik, Cumhuriyetin ve demokrasinin temel ve değişmez ilkeleri arasında yerini almıştır.
Tarih boyunca dini değerleri istismar edenlerin, insanlığı nasıl bir kan ve gözyaşına boğduklarını biliyoruz. Bugün bile yüksek bir medeniyetin temsilcisi olduklarını iddia edenler, yaşadığımız yer kürenin her yerinde, ama özellikle ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafyada acımasız uygulamalarını sergilemekte, ülkemize davalı partinin oluşturduğu hükümet ve onun uygulamaları sayesinde “ılımlı İslam’ın örnek ülkesi” rolü biçilmektedir. Davalı partinin genel başkanı ülkemizin de sınırlarının yeniden çizilmesini öngören “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesinin” eşbaşkanı olduğunu söylemekte, Dışişleri Bakanı da laik bir Cumhuriyetin bakanı olduğunu unutup, “Türkiye’de azınlıklar gibi Müslümanlar da dini özgürlüklerini yaşayamıyor’’, diyerek ülkesini dışarıda şikâyet etmektedir. Partinin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, katıldığı bir televizyon programında; “Dini her alandan kovan bir felsefi laikçi anlayışın temsilcisi değiliz”, diyerek dini kuralları yaşamın her alanına yaymakta ısrarlı ve kararlı olduklarını göstermektedir. Aynı kişi, yabancı bir haber ajansına, “Atatürk Devrimlerinin toplumda travma yarattığını” söylemekten kaçınmamakta, bir başka partili milletvekili Lütfi Çırakoğlu, Cumhuriyetin kurucularını “millet düşmanı” olmakla suçlayanlara Meclis kürsüsünden destek çıkmaktadır. TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya’nın Mahkemenizin kararlarının askıya alınması önerisi ile TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın 2005 yılında sarf ettiği Anayasa Mahkemesinin kaldırılmasına yönelik beyanları birlikte değerlendirildiğinde davalı partinin demokratik ve laik rejimin güvencesi olan kurumlar için neyi planladığı, rejimi ortadan kaldırmak için neleri göze aldığı açıkça anlaşılmaktadır.
Laik Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının 24. maddesinde; “kimsenin devletin sosyal, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağı” emredilmesine rağmen, uluslararası dâhil, tüm platformlarda bu temel kuralın çiğnenmesinden de sakınılmamıştır. Davalı partinin, İddianame, esas hakkındaki görüş ve yukarıda belirtilen beyan ve eylemleriyle; Cumhuriyet’e ve onun değerlerine, kazanımlarına ve kurucusu Atatürk’e saldırdığı, karaladığı ve yıprattığı, nihayetinde demokrasiyi ortadan kaldırmayı hedeflediği halde, Ülkemizde ve Dünya’da Türkiye’deki Anayasaya uygun hukuki girişimleri demokrasi taraftarları ile ona karşı olan statükocular arasında geçen bir iktidar mücadelesi gibi sunduğu da görülmektedir.
Tüm bunlar, dini ve dince kutsal sayılan değerleri istismar eden, kötüye kullanan, devlet işlerine ve politikaya karıştıran bir gelenekten gelenlerin, bütün siyasi sermayesi riya ve takiye olanların, demokratik ve laik Cumhuriyetle bazı sorunları olduğunu göstermektedir. Bütün saldırılarına, karalama kampanyalarına, baskılara, komplo ve tuzaklara rağmen Cumhuriyeti ve onun devrimlerini korumaya azimli ve kararlı anayasal kurumların direnci karşısında bocalamakta, yanlışlarını çoğaltmaktadırlar. Bu kurumların mevcudiyetini bile tartışmakta, bütün demokrasi dışı totaliter isteklerini yürürlüğe koymak için gayret göstermektedirler. İç ve dıştaki bütün olağanüstü destek ve ittifaklara rağmen Cumhuriyet kurumlarının direnişi, bu amansız ve çirkin saldırılara karşı yalnızca hukuka dayanarak karşı koyması, davalı parti ve yandaşlarının öfkesini arttırmaktadır. Emperyalizmin icadı ılımlı İslam rejimini bu ülkeye dayatacaklarını sananlar er veya geç hüsrana uğrayacak, evrensel ilkelere, akıl ve bilime dayanan Laik Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkemenin değerli üyeleri; tarihin kaydettiği en büyük trajedilerden olan İkinci Dünya Savaşına, “hukuksal denetim mekanizmaları bulunmayan bazı demokrasilerin açıklarından yararlanarak iktidara gelen, sonrasında ise iktidarın demokratik yöntemlerle el değiştirmesinin koşullarını ortadan kaldıran bazı faşist ve nasyonalist totaliter anlayışların sebep olduğu” herkesçe bilinmektedir. Batı demokrasileri İkinci Dünya Savaşının sebep olduğu büyük yıkım ve kıyımlardan ders çıkarmış, erkler ayrılığı, hukuk devleti ile temel hak ve özgürlükleri demokrasinin temel kuralları arasına yerleştirmişlerdir. Ülkemizde de, 1950 ile 1960 yılları arasında iktidarda bulunan bir siyasi partinin parlamento çoğunluğuna dayanarak oluşturduğu “tahkikat encümenleri” vasıtasıyla diktatörlüğe yönelmesi, erkler ayrılığı ilkesinin 1961 Anayasası ile demokrasimize kazandırılmasını sağlamıştır. Erkler ayrılığı ilkesi, egemenliği ulus adına kullanan üç erkin eşitliği ve işbölümü içinde işbirliği esasına dayanır. Bu ilke, yasama ve yürütmenin gücünün, çoğunluk diktatörlüğüne dönüşerek demokrasiyi sona erdirmemesi için sınırlandırılması, denetlenmesi ve bu yolla dengelenmesi esasını temel alır. Hukuk devleti kavramı da, hukukun üstünlüğünü gözeten erkler ayrılığının bir sonucudur.
Erkler ayrılığı ve hukuk devleti ilkeleri, 1982 Anayasasında da kabul edilmiştir. Anayasaya göre, egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Ancak Ulus, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin gereği olarak yasama ve yürütmenin tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı kılınmış; yargı kararlarının herkesi bağlayacağı kabul edilmiştir.
Bu bağlamda, Anayasanın başlangıç kısmında ve muhtelif maddelerinde belirtilen laiklik ilkesi de Cumhuriyetin ve demokrasinin vazgeçilmez ilkeleri arasında yer almıştır. Yüksek Mahkemeye sunduğumuz iddianame ve esas hakkındaki görüşümüzde, davalı partinin temelli kapatılması istemimize, gerekçe olarak, anılan partinin kuruluşundan dava tarihine kadar geçen süreçte laikliğe aykırı söz ve eylemlerini esas aldığımızı ayrıntılarıyla belirtmiştik. Anayasanın başlangıç kısmında, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; 2 nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik ve lâik bir hukuk devleti olduğu; 24 ncü maddesinde de, Devlet’in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin din kurallarına dayandırılamayacağı belirtilmiş, bu suretle davalı parti ileri gelenlerinin söylemlerinin aksine, laikliğin Anayasada işlevsel bir tanımı yapılmıştır.
Yüksek yargının istikrar kazanan kararları ile açıklanan Devletimizin temel niteliği olan laiklik ilkesi, dinsel inançlar arasında hiçbir fark gözetmeyen, toplumsal barışı ve düzeni sağlayan, ayrımcılığı önleyip eşitliği temin eden bir yaşam biçimidir. Laik devlet düzeninde kamusal düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması düşünülemez. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de (inanç ve ibadet çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden birisidir. Dinin siyasete alet edilmesinin yasaklanması da, laiklik ilkesinin doğal bir sonucudur.
Hâlbuki davalı parti, laikliği toplum içindeki inançlara göre tayin edip her inanca hak ve özgürlük tanınması biçiminde yorumlamıştır. Bu düşüncenin, ülkeyi, devleti yönetmek için iktidara gelenlere, mensup oldukları tarikatlara göre devleti, toplumu şekillendirme serbestîsi vermeyi amaçladığı açıktır. Bu parti ileri geleninin “dini her alandan kovan felsefi bir laikçiliğin temsilcisi değiliz” şeklindeki açıklamasının başka da anlamı yoktur.
Sayın başkan ve değerli üyeler; iddianamemize dayanak yapılan delillerden birisi, Anayasanın 4 ncü maddesi uyarınca değiştirilmesi ve değiştirilmesi için teklif verilmesi yasaklanmış bulunan laiklik ilkesine aykırı olarak Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılması ve buna bağlı olarak Yüksek Öğretim Kanunu’nun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesine ilişkin olarak yasa teklifi verilmesidir.
Söz konusu değişikliklere ilişkin gerekçelerin ve komisyon raporunun incelenmesinden, amacın yüksek öğretimde türban serbestîsinin sağlanması olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Türban ile yüksek öğrenim görmenin ve kamuda görev almanın kişi temel hak ve özgürlükleri kapsamında bulunmadığı ve laiklik ilkesi karşısında hukuken koruma göremeyeceği ulusal ve uluslararası yargı kararları ile sabit bulunması karşısında; davalı siyasi partinin yüksek öğrenimde türban serbestîsinin özgürlüklerin genişletilmesi niteliğinde olduğunu ileri sürmesi bütünüyle bir saptırmadan ibaret olup, hukuki değerden yoksundur.
Nitekim Yüksek Mahkemeniz Anayasa’nın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde yapılan değişikliği, yine Anayasa’nın 2 nci, 4 ncü ve 148 nci maddeleri uyarınca iptal etmiş ve yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir. Bu karar ile iddianamede laikliğe aykırılığın en somut delili olarak sunduğumuz eylem sübut bulmuş, kesinleşmiştir.
Kaldı ki, davalı siyasi partinin amacı, yalnızca türbanın yüksek öğrenimde serbest bırakılması değildir. Başta genel başkan olmak üzere davalı parti üyelerinin hedefledikleri din esasına dayalı bir sisteme adım adım, aşamalı bir biçimde geçme konusundaki politikalarını dışa vuran beyanları, kamuda türban serbestîsinin bir sonraki aşama olduğunu belirten açıklamaları birlikte değerlendirildiğinde; asıl amacın, Anayasal sistemin din kurallarına dayalı bir rejime dönüştürmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Davalı Parti esas hakkındaki savunmasında, Genel Başkan ve diğer parti üyelerinin eylem ve söylemlerinin laikliğe aykırılık içermediğini, iddianamede belirtilen sözlerin, konuşmaların bütünü içerisinden cımbızlandığını ileri sürmüştür. Beyanların tamamı incelendiğinde, bütünlülüğü ile de iddianameye alınan sözlerin anlamını değiştirmediği ve geçerliliğini koruduğu görüldüğü gibi, 178 başlık altında toplanan iddialar bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde; eylem ve söylemlerin Anayasal rejimi dönüştürmek için sistemli bir biçimde, ardışık olarak ifade edildiği ve ortaya konulduğu görülecektir. Bu söz ve eylemler davalı parti tarafından bir plan dâhilinde ve birkaç aşamalı olarak yürürlüğe konmuş ve uygulanmıştır.
Bu planın birinci aşaması, partinin bütün söylemlerinde ağırlıklı olarak dini söylem ve referansları kullanmasıdır.
İkinci husus, laikliğe aykırı bu söylemlerin düzeyinin, partinin kuruluşundan kapatma davasının açıldığı tarihe kadar yükselen bir ivme izlemiş olmasıdır.
Planın dikkati çeken üçüncü aşaması ise; laikliğe aykırı söylemlerle toplumun ve kurumların tepkisini ölçme ve bunlara göre tavır alma biçiminde gerçekleşen “gerginlik” politikasının sıklıkla kullanılmasıdır. Bu yöntem ile demokratik ve laik Cumhuriyetin kazanımlarına ilişkin bir konu, bilhassa partinin genel başkanı tarafından tartışmaya açılmakta, eğer güçlü bir muhalefet ile karşılaşılmaz ise, partinin diğer ileri gelenleri tarafından da işlenerek toplumda genel bir kabul oluşturularak yasal bir düzenleme ile sonuçlandırılmaktadır. Eğer yoğun bir tepki alınırsa konu beklemeye alınmakta, ileride uygun bir zamanda tekrar gündeme taşınmaktadır. Bu yöntem, laikliğe aykırı eylem ve söylemlerin dozu artırılarak sıklıkla uygulanmakta ve dönüştürülmesi istenen hususlar benimsetilmeye çalışılmaktadır. Davalı partinin türban konusunda “mutabakat süreçleri” olarak adlandırdığı yöntem de, bu planının uygulanmasına bir örnektir. Anımsanacağı gibi, davalı partinin genel başkanı türban konusunda başlangıçta yapılan tartışmalardan istedikleri sonucu alamayınca, Cumhuriyetin temel niteliklerinin hiçbir biçimde değiştirilmesinin mümkün olamayacağı gerçeği dışlanarak, önce “toplumsal mutabakatın sağlanması”, sonra da “kurumsal mutabakatın sağlanması” gibi müphem söylemlerle süreci zamana yaymış, nihayet iktidarlarının altıncı yılında Anayasanın 10 ve 42. maddelerinin değiştirilmesi noktasına taşımıştır. Böylece, Cumhuriyetin değiştirilmesi teklif edilemeyecek niteliklerinin toplumsal ve kurumsal mutabakatla değiştirilebileceği görüşü yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hiç şüphesiz, bu konuda bir başarı sağlanmış olsaydı aynı plan gereği türbanın, kamuda da serbest bırakılması noktasına taşınacağından bir kuşku bulunmamaktadır.
Davalı partinin demokratik ve laik rejimi değiştirme planlarında uyguladığı dördüncü yöntem; iktidar gücünü kullanarak temin ettiği medya gücünün desteği ile yürüttüğü çarpıtmadır. Bu bütünüyle, laik rejimi karalama, şimdiye kadar yaşanan her türlü olumsuzluğun suçunu laik Cumhuriyete yıkma, ona sahip çıkanları, “statükocu, laikçi, indirgemeci, siyasi dinozor” gibi kavramlarla karalayarak mahkûm etme, takiye mantığı ve uygulaması ile gerçek amacını gizleyerek işbirliği yaptığı bazı uluslararası çevrelerin özel amaçlı destekleri sayesinde ılımlı İslam ideolojisini çağdaş ve demokratik bir siyasi anlayış, bir hak ve özgürlük algısı olarak topluma sunma çabasıdır. Bu cümleden olarak; her fırsatta Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana uygulanan laiklik anlayışının sözüm ona demokratik eleştirisi yapılarak bu ilkenin içeriğinin boşaltılmasına özel bir gayret sarf edilmektedir. Esas hakkında savunmalarında yer alan “laikliğin bir yaşam biçimi olmadığına” ilişkin savunmaları da bu gayretin bir sonucudur.
Sayın başkan, sayın üyeler; laiklik ilkesi Anayasanın Başlangıç kısmı ile 2. ve 24. maddelerinde açıkça tanımlanmış, istikrar kazanan Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay kararları ile etraflı bir biçimde açıklanmış, İHAM kararlarıyla da bu ilkenin ve mevcut uygulamanın İHAS’a aykırı olmadığı saptanmış, Türkiye için taşıdığı özel öneme defalarca vurgu yapılmıştır. Davalı partinin laiklik ilkesinin içeriğini boşaltma gayretleri, esas hakkındaki savunmasına da yansımıştır. Laikliğin bir yaşam biçimi olamayacağına ilişkin görüşle, Cumhuriyetin laiklik anlayışı ve uygulamalarına saldırıya devam olunmuştur. Yukarıda açıklanan Anayasa hükümleri ile yargı kararlarında tanımlanan laiklik ilkesine dayanan iddianame ve esas hakkındaki görüşümüz, Sovyetler Birliğinin laiklik anlayış ve uygulamalarıyla eşdeğer gösterilmeye çalışılarak, sadece “kendilerine demokrat” olduklarını ikrar etmişlerdir. Davalı partinin ‘demokratik laiklik’ söylemiyle kamuoyuna sunduğu, sistemin uygulama şansı bulması hâlinde, ortada laiklik ilkesinin adından başka bir şeyin kalmayacağı çok açıktır. Bu durum, davalı partinin özlemle beklediği bir sonuçtur. Ancak bütün sözde bilimsel kurnazlıklara rağmen laikliğe aykırı söz ve eylemlerin bir hak ve özgürlük algısıyla topluma sunulması, bu fikirlerin çağın gerisinde kalan bir düşünce olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmeyecektir.
Davalı partinin rejimi İslami bir yapıya dönüştürürken uyguladığı planın beşinci ayağı, laik Cumhuriyetin ve demokrasinin güvencesi olan kurumlara yönelik sistemli hukuk dışı saldırılardan oluşmaktadır. Bu bağlamda, başta Yargı olmak üzere Cumhuriyet değerlerinin koruyucusu bütün kurumlar darbeci, statükocu gibi sıfatlarla karalanarak işlev ve etkinlikleri yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yaşanan süreci değerlendirdiğimizde; bu beş başlık altında uygulamaya konulan yöntem, ne yazık ki sonuç vermiş ve toplumun geriye doğru evrilmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İşsizlik, ekonomik kriz, kuraklık, çevre sorunları, katlanan dış borçlar ve büyüyen cari açık, tıkanan AB süreci, etnik ve bölücü terör gibi çözüm bekleyen onlarca temel sorun artarak büyürken, üniversiteye gidemeyen yüz öğrenciden sadece birisinin sorunu olduğu bilimsel araştırma ve istatistiklerle kanıtlanmış olan türban, son altı yılın en önemli sorunu olarak sunulabilmiş, bu uğurda Anayasanın 10 ncu ve 42 inci maddeleri bütün sağduyulu çağrılara karşın, değiştirilmiştir. Başsavcılığımızı ve partinin faaliyetlerini eleştiren herkesi “niyet okuyucu” olmakla suçlayanların, “gizli programları” olmadığını savunanların; bütün bu temel sorunlar ortada dururken bir siyasi simge olduğuna kuşku bulunmayan türban konusunda ısrarlı çabalarının gerekçesi ne olabilir? Aslında bu sorunun tek bir açıklaması vardır: Bilmektedirler ki, türban, laik Cumhuriyete bir seçenek olarak dayatılan ılımlı İslam’ın, din esaslı devlet sisteminin kapısını açacak bir anahtardır. Yakın zamanda bir televizyon programında 70 milyonun önünde Atatürk’e hakaret edip, Humeyni’ye övgüler yağdıran, tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamaktansa, İngiliz Mandası altında yaşamayı tercih edebileceklerini ifade edenlerin, neyin savunucusu oldukları ve bu ülkeyi nasıl bir geleceğin beklediği çok açık olarak görülmüştür.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkemenin değerli üyeleri; davalı partinin türban için bu kadar mücadeleyi göze almasının nedeni, türbanın siyasi simge, Cumhuriyete karşı açılmış karşı devrimin (yeşil devrimin) sancağı olmasıdır.
Yoksa ülkenin bu kadar temel sorunu varken, zihniyetleri ve birikimleri Humeyni sevgisi ve Atatürk düşmanlığından öte gidemeyen, dünyevi kurtuluşu Kanada hükümetine ilticada, ilahi kurtuluşu İngiliz Mandasına teslimiyette bulmuş, depremde ölen on binlerin acısı bütün insanlarımızın kalbinde henüz çok taze iken, açtıkları “ 7,4 yetmedi mi? “ gibi pankartlarla havsalaya sığmayacak acımasızlık örnekleri sergileyebilen, bu uğurda üç-beş yaşındaki kız çocuklarını bile kara çarşaflara büründürüp meydanlara sürmekten çekinmeyen, kendilerini ezen ailelerine, erkek kardeşlerine, babalarına, tarikat baskısına direnemeyen, ancak onları birey hâline getirip özgürleştiren Cumhuriyet Devrimlerine karşı çıkmayı akıl ve mantığa sığmayacak bir özgürlük zanneden, kadını eve kapatmaktan, köleleştirmekten başka bir zihniyeti olmayan bir siyasetin aracı olarak kullanılan kişilerin (burada mütedeyyin şahıslar hariç olmak üzere diye ilave ediyoruz) sorunları nasıl bu kadar önemli olabilir?
Şüphesiz, bu yolla üniversitelere nüfuz edildikten sonra, ortaöğretim, ilköğretim ve kamu kurumlarına giden yol açılacak, hedefledikleri siyasi İslam’ın şekilsel görüntüsü tamamlanmış olacaktır.
Ancak, takiye ile sonuca gideceklerini zannedenler bir kez daha yanılmıştır. Bu girişim, Yüksek Mahkemenizin Anayasal değerleri koruma konusundaki değişmez, sarsılmaz kararlığı ile engellenmiştir. Davalı parti söz konusu karar karşısında bile hiçbir akıl ve hukuk mantığıyla bağdaşmayacak bir savunma geliştirmiş, iptal kararının, yapılan Anayasa değişikliğinin, delil olma niteliğini ortadan kaldırdığını, bunun yanı sıra, siyasi iktidarın icraatlarının, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlendiğinden bahisle kapatma davasına konu edilemeyeceğini savunmuştur.
Esas hakkında görüşümüzde de belirttiğimiz üzere; yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi, idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile yasalar için yargısal denetim yolunun bulunması, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi nedeniyle hakkında dava açılmasını ve kapatma yaptırımı uygulanmasını gereksiz kılmaz. Tam aksine, kararlı ve ısrarlı eylem ve söylemleriyle Devletin ve demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik prensibine aykırı davranan iktidardaki siyasi parti hakkında, toplumsal barış ve anayasal düzen (demokrasi) için tehlike oluşturması nedeniyle her iki denetim mekanizmasının birlikte işlemesi ve özellikle kapatma yaptırımı uygulanması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle, siyasi iktidarın icraatlarının, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlendiğinden bahisle kapatma davasına konu edilemeyeceğine, anayasa değişikliklerinin iptal edilmiş olmasının davanın dayanağını ortadan kaldırmış bulunduğuna ilişkin ön savunma ile esas hakkındaki savunmaya itibar edilemez.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı partinin tüm savunmaları ve dava ile ilgili kamuoyuna yansıyan beyanları incelendiğinde bir husus hemen dikkati çekmektedir. Davalı parti hukuki bir savunma yapmak yerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını hedef alan; hiçbir hak, insaf ve nefaset ölçüsüne riayet edilmeden küçültücü sıfat ve tanımlamalarla saldırıya geçmiştir. Bu saldırılara bazı yabancı siyasetçi, bilim insanı ve kurumların katılımının sağlandığı kamuoyuna yansıyan yayınlardan açıkça anlaşılmıştır. Sadece bu durum bile gösteriyor ki Cumhuriyet, çok ortaklı büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Davalı parti saldırı eksenli savunmalarında, iddianamenin önyargı ve siyasi saikle düzenlendiğini iddia ederek hakkındaki isnadı ve kanıtları karartma, gölgeleme gayreti sergilemektedir. Oysa dava, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına Anayasanın verdiği yetki ve görev çerçevesinde, Anayasanın 69/6 ile SPK’nun 101. maddesinin (b) bendi uyarınca açılmıştır.
Davalı parti savunmalarında ağırlıkla, iddianameye konu söz ve eylemlerin ifade özgürlüğü ve yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunduğunu kabul ettirebilme çabasındadır. Oysa, isnat edilen bütün söylem ve eylemler birbiri ile ardışık ve uyumlu olup, belirgin bir hedefin gerçekleştirilmesine yöneliktir. Siyasi rejimi değiştirmeye yönelik bu fiillerin ifade özgürlüğü, yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunmadığı Refah Partisi ve Fazilet Partisi kararlarında Yüksek Mahkemenizce açıkça vurgulanmıştır.
Kapatılan bu partilerin siyasi mirasçısı olan Davalı partinin iddianamede yer alan eylemlerinde de bu partilerin amaçlarıyla bir uyum ve aynilik söz konusudur.
Yukarıda da belirtildiği üzere, davalı parti hakkında açılan kapatma davasında esas aldığımız hukuki dayanaklarımız Anayasa, SPK, İHAS hükümleri ve İHAM kararlarıdır. Davalı parti, sadece tavsiye niteliği bulunan Venedik İlkelerini gerekçe göstererek şiddet içermeyen, şiddeti teşvik etmeyen söz ve eylemlerin parti kapatmada esas alınamayacağını savunmaktadır. Bu savunma, Refah Partisi ile ilgili İHAM kararı karşısında hukuki dayanaktan yoksundur. Çünkü, İHAM’ın Refah Partisi kararında şiddet unsuru ikinci plandadır. Kararda esas alınan husus, partinin laikliğe aykırı söz ve eylemleri ile hedeflediği amacın demokratik bir toplum gerekleri ile bağdaşmamasıdır. Laiklik ilkesine aykırı davranışların İHAS’ın 9. maddesi karşısında koruma göremeyeceği açıktır. Nitekim, Refah Partisinin söz ve eylemleri ile şeriat ve onun bir sonucu olan çok hukukluluğun hedeflendiği saptanmış, kapatma kararının İHAS’ın 9 ncu maddesine aykırı olmadığı sonucuna varılmıştır. Bu bakımdan davalı partinin hedeflediği şeriatın, çok hukukluluğu da içerdiğinde kuşku bulunmamaktadır. Davalı siyasi partinin iktidarda bulunması, hedeflediği toplum ve devlet modelini sabırlı bir biçimde ve adım adım gerçekleştirme yönündeki politikası, istediği yasal ve Anayasal değişiklikleri zamanı geldiğini düşündüğünde gerçekleştirdiği olgusu birlikte değerlendirildiğinde; adı geçen partinin hedeflediği demokratik sisteme aykırı olan şeriata dayalı bir rejimi hayata geçirmesinin mümkün olduğunu göstermektedir.
Davalı siyasi partinin, iddianame ve esas hakkında görüşümüzde etraflı bir biçimde açıklandığı üzere şeriata ve çok hukukluluğa dayanan bir sistemi amaçladığı, devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir devlete dönüştürmeye çalıştığı başta genel başkan olmak üzere her kademedeki parti üyelerinin beyanları ve davalı partinin eylemleri ile ortaya çıkmıştır. Şeriat ve çok hukukluluğun demokrasi ve demokratik toplum ile bağdaşmadığı İHAM kararlarında vurgulanmıştır.
Katillere af yetkisinin maktulün varislerine ait olduğunun beyan edilmesi türban konusunda verilen yargı kararı üzerine mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı bulunmadığının, söz söyleme hakkının din ulemasına ait olduğunun ifade edilmesi, Devlet Planlama Teşkilatının 9. Kalkınma Planı kapsamında oluşturulan özel ihtisas komisyonu raporunda, zekât sisteminin özel kurum ve teşkilatına kavuşturulması, bu amaçla zekât mağazalar zinciri oluşturulması, davalı parti genel başkanı hakkındaki 2 ve 50 numaralı iddialar, davalı siyasi partinin şeriata dayalı bir sistemi amaçladığını ve bu nedenle çok hukuklu bir düzeni istediğini somut ve belirgin olarak ortaya koymaktadır.
İslami bir devlet yapılanmasının şeriatı ve bu boyutuyla cihadı da içerdiğinden şiddeti de kapsadığı ortadadır.
Kaldı ki; Başbakan ve davalı partinin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan BM’nin “küresel terörü destekleyenler” listesinde adı geçen Yasin El Kadı için “El Kadı’ya param kadar kefilim. Tanımadığınız, bilmediğiniz insan için terörist ifadesi kullanamazsınız”,
Adana Milletvekili Abdullah Çalışkan; “…Gençler devrim istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette devrimden yanayım. Ama devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde. Devrim ya kırmızıdır, ya da yeşildir. Ben yeşilden yanayım”…”Bu devrimci ateşinizin asla sönmemesini diliyorum…”,
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım;”…Reformlar sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var…”,
Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç; “…İnsanlar sokakta teneke çalmaya başladı. Yüzde 47 oy almış bir parti, mütevazı olacağım diye, teneke çalıp gürültü yapanların karşısında neredeyse mahcup durumda…”- türbanlı öğrencileri kastederek, “…Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz…”,
Şeklinde beyanlarda bulunmuşlardır.
Bu beyanlar ve davalı partinin diğer faaliyetleri ile “laikliğin yeniden tanımı yapılarak dinî simgelerin (türban) hak ve özgürlük olarak gösterilmeye, devletin ve toplumun şekillendirilmeye çalışılması, toplumun laik-anti laik diye saflara ayrılması, yüksek öğretimde türbanın serbest bırakılması için yasal düzenlemelere başvurulması ve bu yönde Anayasa değişikliği yapılması, kamusal alanda da türban serbestîsi istenmesi, oy çokluğu nedeniyle çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk anlayışıyla yapılan, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü prensibini dışlayan beyanlarda bulunulması” laik düzenden yana olan vatandaşlar üzerinde gerginlik, kaygı, panik yaratılmasına ve saflar arasında nefret duygularının oluşturulmasına sebebiyet vermiş, şiddet teşvik edilmiştir. Bu ortam, toplumda açıkça görülmektedir.
Nitekim, iddianamede de ayrıntılarıyla belirttiğimiz Danıştay 2. Dairesinin türban kararına ilişkin olarak; Başbakan ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın; “…Böyle bir kaba gürültüye de pabuç bırakma niyetinde de değiliz. Biz fani olduğumuzu aklından çıkarmayan bir anlayışın mensuplarıyız. Kalıcı değiliz. Bugün varız, yarın yokuz. Baki kalan bir hoş sada... Ölümün nerede ne zaman geleceği belli mi..” Sivas Milletvekili Selami Uzun’un “ancak dehşet denebilir”, Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan Kara’nın “Böyle bir karar toplumda infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya yol açar.” şeklindeki sözleriyle gösterdikleri tepkilerin ertesinde bir gazetede kararı veren Daire üyelerinin resimleri yayınlanmış, kısa bir süre sonra da, Danıştay’ın 2. Dairesine müzakere sırasında silahlı saldırıda bulunulmuş, Üye Mustafa Yücel Özbilgin öldürülmüş, diğer yargıçlar da ağır yaralanmıştır.
Suçu işlediği tespit edilenlerin yargılanmaları sırasında sanıklardan Alparslan Arslan’a son sözü sorulduğunda, “Genelkurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül’den, Başbakan Erdoğan’dan ve imanlı kişilerden Türkiye’de şeriatı ilan etmelerini istiyorum, yoksa kan dökülür.” Diğer sanık Osman Yıldırım’da Atatürk’ü kastederek, “O İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegâne görevim cumhuriyeti yıkıp 2 nci Osmanlı Devletini kurmak.” ve bunun gibi sözler ve hakaretlerde bulunmuşlardır.
Sanıkların son duruşmadaki sözleri bile eylemi hangi saiklerle yaptıklarını, toplum içinde yaratılan gerginlik, nefret ve şiddet ortamını ortaya koymaktadır.
Danıştay saldırısı, davalı partinin yarattığı gerginlik, nefret ve şiddet ortamının ürünüdür. TBMM Eski Başkanı Bülent Arınç’ın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını hedef alarak söylediği, “Ölüm en büyük gerçek. Bunu başsavcı da görmeli, tüm siyasetçiler de görmeli. Ölüm bize şah damarlarımızdan daha yakın. Hepimiz faniyiz. En büyük hatip musalla taşındaki cenazedir. Susar ama çok şey söyler” şeklindeki sözleri, Danıştay saldırısı da gözetildiğinde davalı partinin şiddet çağrısı niteliğindeki beyanlarını sürdürdüğünü göstermektedir.
Davalı partinin genel başkan ve üyelerinin gerginlik istemedikleri yönündeki beyanlar altında sürekli olarak gerginlik yaratmaya yönelik söylem ve eylemlerde bulunmaları, uyguladıkları takiye yönteminin bir göstergesidir.
Davalı partinin iddianamede belirtilen eylemleri ile Anayasanın 68/4, 69/6 ve SPK’nun 101/b maddeleri anlamında laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Bu eylemlerden büyük bir kısmı parti genel başkanına aittir. Ülkemizde siyasi partiler birer lider partisi niteliğindedir. Partinin siyasal figürü olan genel başkanının mutabakat süreçleri ile olgunlaştırıp, “velev ki” ile ivme kazandırdığı, Anayasanın 10 ile 42. maddelerinin değiştirilmesi sonucunu doğuran laikliğe aykırı eylemleri, odak olma ölçüsünde bir yoğunluk ve kararlılıkla işlenmiş, bu eylemlere partinin diğer merkez organlarından herhangi bir itiraz gelmemiş, benimsenmiştir.
Davalı partinin diğer üyelerinin, iddianamede yer alan ve partinin genel başkanının beyanları ile örtüşen söz ve eylemlerinin laiklik ilkesine aykırı olduğunda, aynı yoğunluk ve kararlılıkla işlendiğinde şüphe yoktur. Parti Genel Başkanından, genel başkan yardımcılarına, milletvekillerine ve yerel yöneticilerine kadar birçok partilinin belirli bir tarih içerisinde, birbiri ile uyuşan ve ortak temelde laikliği hedef alan çok sayıda söz ve eylemin münferit olduğu savunulamaz.
Değerli Başkan ve sayın üyeler; davalı partinin kapatmaya esas alınan söz ve eylemlerinin ceza hukuku anlamında suç oluşturması ve bunların ceza hükmü ile sonuçlandırılması gerektiği yönündeki ısrarlı savunmasının dayanaksız olduğu iddianame ve esas hakkındaki görüşümüzde ayrıntıları ile açıklanmıştır. Ayrıca, kapatılan Refah Partisi ve Fazilet Partisi davalarının karar gerekçeleri karşısında böyle bir savunmanın geçersiz olduğu açıktır. Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Bu nedenle, cezai sorumluluk veya cezai bir yaptırım gerektirmeyen fiiller, siyasi partilerin kapatılması nedenleri arasında yer alabilir. Suç olarak düzenlenmeyen eylemler ile suç olmaktan çıkarılan fiiller, siyasi partiler için yasak olma niteliğini ve varlığını sürdürebilirler. Anayasada parti kapatmaya ve odaklığa esas alınan, söz ve eylemlerin anayasal düzene ve temel ilkelere aykırılık oluşturmasıdır. Bu anlamda bir örnek vermek gerekirse, Fethullah Gülen’in faaliyetleri Anayasal düzene ve laikliğe aykırı eylemlerdir. Bu nitelikteki eylemlerin suç olmaktan çıkarılsa dahi siyasi partilere isnat edilebileceği İHAM Refah Partisi kararıyla da sabit bulunmaktadır. Bu bağlamda, Fethullah Gülen isimli tarikat liderinin yurt dışında kurduğu okulların bir ticari şirket olarak değerlendirilerek temas ve işbirliği yapılması yönündeki Dışişleri Bakanının genelgesi, ayrıca iddianamede 2/c-2,3,4,5,6,7,8,9 ve 10’uncu sırada belirtilen beyan ve faaliyetler, laik devlet ilkesine aykırı olup partiye isnat edilebilir niteliktedir.
Davalı partinin gazete haberleri ile sair medya organlarından elde edilen ses ve görüntü kayıtlarının delil olarak kullanılamayacağına ilişkin savunmasının da hukuki dayanağı bulunmamaktadır. SPK’nın 98 nci ve 106 ncı maddelerinden açıkça anlaşılacağı üzere; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilere ilişkin soruşturmalarda uygulayacağı yöntem “delil serbestîsi ilkesidir”. Bu nedenle delillerin gazete, televizyon, internet gibi iletişim araçlarından temin edilmesinin önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi, bu yöntem, siyasi faaliyetlerin izlenmesinin en etkili yoludur. Kaldı ki, davaya konu beyanlara ilişkin delillerin başka türlü elde edilme olanağı da bulunmamaktadır. Üstelik, bazılarına sizlerin de vakıf bulunduğunuz bu beyanların önemli bir kısmı ulusal radyo ve televizyonlarda yapılmıştır. Bu beyanlar kişilerin rızası ile yayınlanmıştır ve gizlilikleri yoktur. Zaten, bu tür siyasi demeçler, ilgililerince yayımlanması için verilmektedir. Hiçbir hukuk mantığı, kişinin kendi rızası ile ve yayımlanması için verdiği bir konuşmanın geçersizliğini savunamaz. Davalı partinin Genel Başkanı Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olduğunu, kendi rızası ile ve yayımlanacağını mutlak bildiği bir televizyon programında söylemiştir. Bu bilgi sadece televizyon programı ile de sınırlı kalmamış, başka televizyon, internet, yazılı basın vb. yayın organları tarafından da kopyalanıp yayımlanmıştır. Bu bağlamda, görsel ve yazılı basında yer alan bazı haber ve görüntüleri başka kanallardan teyit etmek için internet olanaklarından yararlanılması, delil serbestîsi ilkesinin bir sonucudur. Nitekim Genel Başkanın, Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olduğuna ilişkin gazete haberleri, ses ve görüntü kayıtları, bizzat davalı partinin internet sitesinden alınan bilgi ile de doğrulanmıştır. Bildiğiniz gibi, hukuk abesle iştigal etmez ve hukukta bilinenin ispatı da gerekmez.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; laiklik ilkesine aykırı uygulamaları sonucu ülkemizin dışarıya verdiği görüntünün bir “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”, davalı partinin ise “Ilımlı İslami” parti olduğu, batılı ve yakın coğrafyamızdaki ülkelerin siyasi çevreleri, üniversiteleri ile basını tarafından açık bir biçimde dile getirilmektedir. Bu gerçek karşısında, davalı partinin inkâra yönelik savunmalarının Ülkemiz için yaratılan görüntüyü silmeye yeterli olmayacağı açıktır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı parti hakkında fiil ve söylemleriyle laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline geldiği iddiasıyla dava açılmıştır. İddianamenin düzenlenmesinden sonra da davalı partinin devlet ve toplumu İslami bir yapıya dönüştürülmesine yönelik beyanlarının sürmesi ve laikliğe aykırı faaliyetlere yönelik etkili bir yaptırım uygulamamasının sonucunda, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın henüz kısa bir süre önce Sivas’ta açmış olduğu biçki dikiş kursunun mezuniyet törenine öğrencilerin türbanlı ve tek tip üniformalarıyla katılmalarına, aynı ilde kutlanan kütüphane haftasında ilin yüksek görevli kamu görevlilerinin kamusal alanda düzenlenen törende türbanlı öğrencilere ödül verilmesine, başta İstanbul olmak üzere birçok il ve ilçede türbanlı bayan doktor, öğretmen ve diğer kamu görevlilerinin vazife yapmalarına, ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin türbanlı olarak öğrenim görmelerine ilişkin haber ve görüntülerin basında sıklıkla yer alması, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerde bulunma konusundaki ısrar ve kararlılığını sergilemektedir.
İçki satışı ve tüketimi konusunda dinsel inanç kaynaklı kısıtlayıcı uygulamaların sürdüğüne dair basında çıkan haberler, davalı partinin aksi yöndeki savunmalarını geçersiz kılmaktadır.
Sayın Başkan ve sayın üyeler; siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda da ifadesini bulan evrensel bir kuraldır. Ancak siyasi partilerin içinde vücut buldukları demokrasiyi yok etmeye yönelmeleri durumunda sistemin buna seyirci kalması da beklenemez. Çoğulcu demokrasi ilkeleri, kendi varlığını tehdit eden siyasi partileri sınırlama, yasaklama eğilimindedir. Batılı demokrasilerde de parti yasakları ve parti kapatma vardır. Bu davanın açılmasından sonra, “bu çağda siyasi parti kapatılamaz-İktidar partisi kapatılamaz” biçiminde eleştiriler aldığımız Avrupa siyasi çevreleri de gayet iyi bilmektedirler ki; birçok Avrupa ülkesinde siyasi partiler rejim karşıtı faaliyetleri nedeniyle kapatılmıştır. Üstelik bu siyasi çevrelerin en üst yargı kurumu olan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle kapatılan Refah Partisinin kapatılmasını İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine (İHAS) aykırı bulmamıştır. Bu nedenle önemli olan, siyasi çevrelerin değil, son sözü söyleyen hukuk kurumlarının ne dediğidir. Ayrıca, Avrupa’daki siyasi kişi ve kurumların ülkemizde görülmekte olan bir dava nedeniyle bağımsız Türk yargısının işleyişine müdahale niteliğini taşıyan beyanlarda bulunmaları, yargının bağımsızlığı ilkesine aykırıdır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; Türkiye’nin bu konuda Batı’dan farkı, daha çok sayıda siyasi parti kapatılmasıdır. Ancak bunun nedeni; demokrasimizin yasaklayıcı–müdahaleci yapısı değil; demokrasiyi içselleştiremeyen bazı siyasi partilerin, bölücülük ve dine dayalı siyasi rejim konusunda ısrarlı politikalarıdır. Demokrasinin, kendini ortadan kaldıracak eylemlere hoşgörü ile yaklaşması beklenemez. Nitekim tüm demokrasiler, kendisini ve rejimi tehdit eden siyasi partileri yasaklama eğilimindedirler. Tehdidin somutlaşması, bu önlemin alınmasını ivedileştirmektedir. Üstelik, ülkemizde laiklik karşıtı yapılanmalar bütün Cumhuriyet tarihi boyunca rejim için en büyük tehlike olmuştur.
Davalı parti yönetici ve üyelerinin beyan ve faaliyetlerinde takiye yöntemini benimsedikleri; demokrasinin amaç yerine araç olarak görülüp sadece projelerini gerçekleştirmek için demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi evrensel değerleri önüne alıp laikliği yıpratma olarak kullanmaları, siyasal islamın simgesi hâline gelen türbanı “velev ki siyasi simge” tabiri ile kabullenmeleri, Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez ilkesine aykırı olarak 10 ve 42’nci maddelerini değiştirmeleri, Yüksek Öğretim Kanununun ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin yasa teklifi vermeleri ile açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu projelere sahip olan bir siyasi partinin Anayasaya aykırı faaliyetleri, Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve İHAS hükümleri karşısında koruma göremez. Çünkü bu yasa ve sözleşmeler, özgürlüklerin kötüye kullanılmasını ve yok edilmesini himaye altına almamıştır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi demokrasilerin kendilerini koruma refleksinin bir gereği olarak hukuk düzenimizde de siyasi partilerin faaliyetleri Anayasa ve yasalarla sınırlandırılmıştır. Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, ulusal egemenliğe, eşitlik, hukuk devleti, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine, insan haklarına aykırı olamaz.
Anayasakoyucu, siyasi partilere sınırsız bir özgürlük tanımamış, bazı hallerde kapatılabileceklerini öngörmüştür.
2001 yılında 4709 SK ile Anayasanın 69. maddesinin 6. fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde siyasi partilerin “odak” hâline geleceği saptanmıştır.
Buna göre, siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı hâline gelebilmesi için:
Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin üyelerince “yoğun” bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili organlarınca zımnen veya açıkça “benimsenmesi” veya Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan doğruya bir partinin yetkili organlarınca “kararlılık” içinde işlenmesi gerekmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelişinden itibaren Anayasa’nın başlangıç kısmı ile 2. ve 24. maddelerinde işlevsel bir tanımı yapılmış, Yüksek Mahkeme kararlarıyla da açıklanmış olan laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle aşındırmaya çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, ancak dünyevi ilişkilerde devletin akıl ve bilimin ışığında ve dinden bağımsız olarak düzenleme yapma yetkisi görmezden gelinerek “ulemaya danışma, af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir” gibi söylemlerle dini hükümlerin referans gösterilmesi,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve kısıtlanamaz bir hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç üzerinden türbanın üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin giderek tüm kamusal alana yaygınlaştırılması için partili milletvekillerinden, belediye başkanlarına kadar ortak bir söylem kullanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek, Tevhid-i Tedrisat Yasası’na ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulların meslek okulu hüviyetinden çıkarılmasına, orta öğretimin asıl unsurları hâline getirilmesine çalışılması,
Eğitimin müfredat da dâhil olmak üzere Millî Eğitim Temel Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kur’an kurslarına devamını engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dinî inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahanesiyle adeta şer’i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim alanlarının daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi toplantı ve törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe sayılarak, dinsel kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dinî motiflerin öne çıkarılması,
Dinî bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin; kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü prensibine dayandığı göz ardı edilerek Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez olarak belirlediği laiklik ilkesinin dolanılarak ortadan kaldırılmaya kalkışılması, bu amaçla Anayasa’nın 10 ve 42 nci maddelerinin değiştirilmesi, Yüksek Öğretim kanunun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesi için yasa teklifi verilmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, dinî kurallara dayanan, referanslarını dinden alan bir devlet ve toplum modelini gerçekleştirmeyi amaçladığını ortaya koymaktadır.
Bu eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel yönetimlerde görev alan her kademedeki partililerin yoğun, kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren beyan ve fiilleri ile işlenmesi, davalı partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline geldiğini kanıtlamaktadır.
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı hâline geldiğini göstermeye yeterli bulunmaktadır.
Kuşkusuz, devlet ve toplum yaşamında dinî kuralların egemen kılınmasını, nihayetinde şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu demokrasi içerisinde bile Anayasa’nın 14 ve İHAS’ın 17 nci maddeleri karşısında koruma göremez.
Davalı partinin geçmişte üyesi veya yöneticisi oldukları “Milli Görüş” yanlısı partilerin savunduğu dine dayalı devlet düzeninden, çok hukukluluk ilkesinden ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için yargı kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin (türbanın) serbest bırakılmasını sağlamak için Anayasa değişikliğini gerçekleştirdiği kanıtları ile ortaya konulmuştur.
Devlet ve toplum yaşamında kişilerin inançlarının veya giyimlerinin ölçü alınması, bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık tanımak olur ki; bu, eşitliği bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve oluşturulan farklı kimliklerin önce ayrımcılık, sonra da kaçınılmaz bir şekilde bölünme nedeni olması sonucunu doğurur. Nitekim, davalı partinin eylem ve söylemleri sonucunda, toplumun dindar olanlar – olmayanlar diye ikiye ayrılmaya başladığı görülmektedir.
Davalı parti başkan ve üyelerinin iddianamede belirtilen beyan ve eylemleri, çok hukuklu bir sistem çerçevesi içinde şeriata dayalı bir rejim oluşturmaya yönelik uzun vadeli bir politikanın varlığını ortaya çıkarmıştır. Davalı partinin söz konusu politikasını uygularken ve öngördüğü sistemi yerleştirirken, şiddete başvurma olasılığını dışlamadığı açıktır. Bu projeler, demokratik toplum kavramıyla bağdaşmadığı gibi, demokrasiye yönelik tehdidi daha somut ve yakın kıldığından açık ve yakın bir tehlike oluşturmaktadır.
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline getiren fiiller ve beyanlar, siyasi partinin Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi ve SPK.nun 101/b maddesi gereğince kapatılmasını gerektirmektedir.
Savunmalarının aksine, İHAS hükümleri ve İHAM kararları da davalı partinin temelli kapatılmasına uygun norm ve hükümler içermektedir.
Örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi partiler, kural olarak Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. Ancak bu özgürlük, sınırsız olmayıp nispi niteliktedir. İHAS’ın 11’inci maddesinde “bir siyasi partinin eylemlerinin, Avrupa kamu düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle korunan alanın dışına taşması durumunda, yine sözleşmede öngörülen nedenlere dayalı olarak sınırlandırılabileceği” hükme bağlanmıştır.
Bu düzenleme gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi projesi bulunan veya siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı amaçlayan siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi ve uygulanması İHAS’a aykırı değildir.
Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidar partisi olması nedeniyle iddianamede ve yukarıda belirttiğimiz beyan ve eylemleri, laik Cumhuriyet aleyhine giderilmesi olanaksız zararlar doğuracağından kapatma yaptırımını gerektirmekte, ortaya konulan eylemler gözetildiğinde bu yaptırımın uygulanmasında zorlayıcı sosyal gereksinim bulunmaktadır.
Zorlayıcı sosyal gereksinim değerlendirilirken gözetilen uygun zaman, eylemlerdeki ağırlık, fiillerin isnat edilebilirliği, partinin hedeflediği siyasi model, eylemlerdeki kullanılan yöntem karşısında; öngörülen yaptırım fiillerle orantılıdır.
Kapatma davasının açıldığı tarihte davalı iktidar partisinin türbanın yükseköğretim kurumlarına sokulması için Anayasa değişikliği ile neden olduğu toplumsal kutuplaşma ve gerginlik dikkate alındığında ve özellikle demokratik toplumun düzenli bir biçimde işlemesinin sağlanmaya çalışıldığı ülkemizde, laiklik ilkesinin korunması yasal ve anayasal bir zorunluluk olduğu gibi, bu ilkenin korunmasında genel bir çıkar da bulunmaktadır.
Bu nedenle, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı durumuna gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin, bu genel çıkar da gözetilerek temelli kapatılması, zorlayıcı sosyal gereksinim de dikkate alındığında demokratik toplum gereklerine uygundur. Siyasi parti kapatma davası hukuksal bir süreçtir. Anayasa ve yasalar ile öngörülen bu sürecin “yargı darbesi” olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Demokrasi ve insan hakları nasıl vazgeçilmezse, koruma altına alınması da kaçınılmazdır.
Sayın Başkan ve değerli üyeler; davalı partinin ön savunması ile esas hakkında savunmasında belirtilen bazı hususlara ilişkin açıklamalarda bulunmak istiyorum.
Savunmada;
1- İddianamenin 39. sırasında belirtilen Başbakanın davalı parti kadın kolları başkanlığının 3. kuruluş yıldönümü nedeniyle Bilkent Otelde yaptığı konuşmasında, Danıştay 2. Dairesinin Aytaç Kılınç’a ilişkin olarak verdiği karardan hiçbir biçimde bahsetmediği savunulmuştur.
Başbakanın 19 Şubat 2006 tarihli bu konuşması, iddianamenin 42. sıra numarası altında belirtilen Danıştay 2. Dairesinin Aytaç Kılınç’a ilişkin kararına yönelik 11 Şubat 2006 tarihli beyanının devamı niteliğindedir.
2- İddianamenin 16, 27 ve 39. sıralarında belirtilen Başbakanın beyanlarının, kadınlara karşı ayrımcılıkla mücadelenin gerekliliğine işaret eden, Anayasaya uygun konuşmalar olduğu ileri sürülmektedir.
Söz konusu beyanlardaki asıl amacın kamuda ve üniversitelerde türban serbestisinin sağlanması olduğu, Anayasa hükümleri ile yargı kararlarının aksine kamuda ve üniversitelerde türban serbestisinin bulunmamasının bir ayrımcılık olarak göstermeye yönelik olduğu açıktır.
3- Eğitim Bir-Sen Sendikasının Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleri ile bilinen bir kuruluş olarak nitelendirilmesinin hukuk devletine aykırı olduğu belirtilmiştir.
Bu sendikanın iddianame kapsamında belirtilen beyanlar ile örtüşen faaliyetlerine ilişkin bilgiler yazılı ve görsel basında yer almaktadır. Ayrıca, sendikanın bazı yöneticileri hakkında Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iddianame düzenlenerek dava açılmış bulunmaktadır. Söz konusu iddianame örneğini ben heyetinize sunuyorum.
Sayın Başkan ve sayın üyeler; bu açıklamalar ışığında;
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da gözetilerek, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101 nci maddesinin b bendi uyarınca kapatılmasına,
Beyan ve eylemleri ile partinin temelli kapatılmasına neden olan ve iddianamede isimleri belirtilen kişilerin, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 9 ncu, 84 ncü maddesinin 5 nci fıkraları ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına, ayrıca milletvekili olanların da milletvekilliklerinin düşürülmesine,
karar verilmesi kamu adına saygıyla arz ve talep olunur.
Teşekkürler Başkanım.”
BAŞKAN- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman YALÇINKAYA’nın sözlü açıklamaları dinlendi, yapılan açıklamaları banda alındı, ayrıca stenograflarca da saptandı.
Teşekkür ederim Sayın Abdurrahman YALÇINKAYA.
Davalı Parti Temsilcilerinin Yazılı ve Sözlü Savunmaları
Davalı Parti’nin sözlü savunması Cemil ÇİÇEK ve Bekir BOZDAĞ tarafından yapılmıştır.
- 3.7.2008 tarihli sözlü savunma şöyledir:
BAŞKAN – 3 Temmuz 2008 Perşembe, saat : 10.05
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelli kapatılması istemiyle açılan E. 2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı davanın 17.6.2008 gününde yapılan inceleme toplantısında, Anayasa’nın 149. maddesinin son fıkrası ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 4280 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesi gereğince Parti savunmasının dinlenilmesine karar verilmekle; Başkan Haşim KILIÇ, Başkanvekili Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ’dan oluşan Kurul yerini aldı.
Raportör Osman CAN yerinde.
Daha önce yeminleri yaptırılan stenograflar Numan GÜNAY, Alaaddin AYTEN, Erhan KARA ve Doğan AYTOP ile ses teknisyeni ismet ALTINIŞIK hazır.
Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi adına sözlü savunma yapacak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil ÇİÇEK ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Grup Başkan Vekili Sayın Bekir BOZDAĞ yerlerine alındılar.
Sayın Çiçek, bu savunmanızın tahminen ne kadar süreceğini öngörebiliyorsunuz saat olarak?
DEVLET BAKANI VE BAŞKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK – Bugün bitirebiliriz Sayın Başkan.
BAŞKAN – Peki.
Şimdi, savunmanın herhâlde bir bölümünü veya tamamını bilemiyorum… Siz kendi aranızda bir iş bölümü yapabilirsiniz. Yalnız ses kaydını alabilmemiz açısından kürsüden yapmanız gerekiyor bu açıklamaları.
Buyurun Sayın Çiçek.
DEVLET BAKANI VE BAŞKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Anayasa Mahkemesinin Saygıdeğer Üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Abdurrahman Yalçınkaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açılmış olan dava sebebiyle sözlü olarak bu konudaki düşüncelerimizi ifade etmek üzere huzurlarınızdayım. Yüksek heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Davalı Partinin Genel Başkanının görevlendirme yazısını takdim ettik.
Bu davayla ilgili olarak daha evvel ibraz ettiğimiz ve yazılı olarak sunduğumuz görüşlerimizi ve ekindeki bilgileri aynen tekrar ediyoruz. Bugün yapacağımız savunmada ve cevaplarımızda da bu davanın İddia Makamınca ileri sürülen hususların neden doğru olmadığını, neden hukuki olmadığını, hatta bir kısım iddiaların neden Partimizle ilgisi bulunmadığını ve davanın neden reddedilmesi gerektiğini arza çalışacağız.
Sayın Başkan, sayın üyeler; sözlerimin başında evvela bu davayla ilgili bir genel değerlendirme yapmak istiyorum. Ama ondan evvel şunu ifade etmek istiyorum ki, Anayasa’mızda ve Siyasi Partiler Yasamızda parti kapatmayla ilgili hükümler bulunsa da bunun açılmış en son dava olmasını temenni ediyorum. Çünkü, siyasi partiler, Anayasa’ya göre, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu aynı zamanda demokrasi teorisinin evrensel normudur. Anayasal demokrasi ancak siyasi partiler yoluyla tatbik imkânı bulur. Bireylerin siyasete katılımları, örgütlenmeleri, siyasi eğitim almaları partiler aracılığıyla en geniş şekilde sağlanır. Esasen cumhuriyetimizin temel niteliklerinden biri olan demokratik devletin iki evrensel şartı vardır: Biri genel seçimler, diğeri ise çok partili siyasi hayat. O nedenle, modern demokrasiler aynı zamanda partiler demokrasisidir. Demokrasiyi geliştiren partilerdir ve onlarsız bir demokrasi düşünülemez.
Toplumdaki farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmaları, sivil toplumla siyasi sistem arasında sağlıklı bir iletişim ve bağ kurulması, taleplerin aşağıdan yukarıya doğru bir yol kat ederek uygulanabilir politikalar hâline gelmesi hep siyasi partiler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Anayasa Mahkememiz yeni verdiği bir kararda -2008/1- “Siyasal çoğulculuğu ve katılımcılığı esas alan kurullar ve kurumlar düzeni olan çağdaş demokrasilerde, bireysel iradeleri birleştirip yönlendirerek, onlara ağırlık kazandıracak özgün kuruluşlara duyulan gereksinim, dağınık siyasal görüşleri birleştirmek suretiyle halk iradesini oluşturan ve açığa çıkaran siyasi partiler vasıtasıyla karşılanmaktadır. Partiler, belli siyasal düşünceler çerçevesinde birleşen yurttaşların özgürce kurdukları ve özgürce katılıp ayrıldıkları hukuksal yapılardır. Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasa’nın konuya ilişkin kurallarıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ‘Örgütlenme’, ‘Düşünce ve ifade özgürlüğü’ konusundaki 10 ve 11’inci maddelerinin koruması altındadır. “demektedir.
Toplum hayatımızda ifade ettiği ve ifa ettiği bu önemli rol sebebiyle siyasi partiler yeri bir başka organizasyonla doldurulamayacak kadar önemli kuruluşlardır. Bu ve benzeri birçok sebepten dolayı demokrasilerde siyasi partiler için ister hukuki ister teamüli olsun önemli teminatlar getirilmiştir. Siyasi partilerin bütün bu sebeplerden dolayı yaşamaları esastır, kapatılmaları istisnadır.
Siyasi parti özgürlüğü çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazı olan düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün özel bir kullanım biçimidir. Hatta ifade özgürlüğü bu nedenle örgütlenme özgürlüğünün kolektif kullanımıdır. İfade özgürlüğü ve bu özgürlüğe sağlanan güvenceler de anayasal demokrasilerin kilit taşıdır.
Şüphesiz bir demokraside meşru parti faaliyeti yalnızca pozitif hukuk tarafından tanınan hakların kullanılmasındaki aksaklıkları değil, henüz pozitif hukuk tarafından tanınmamış hak ve özgürlük taleplerini de gündeme getirmeyi kapsar. Bu sebeple, ifade özgürlüğü bütün fertler için vazgeçilmez değerde bir insan hakkı olmakla beraber demokrasilerde bu özgürlüğe en fazla ihtiyaç duyan da siyasi partilerdir.
Anayasa Mahkememiz de bir kararında siyasi partilerin davranışları karşısına birtakım fiili engeller ve müdahaleler çıkarılmaması, bunlara Anayasa’yla tanınmış hakların kullanılmalarının engellenmemesi gerektiğini vurgulamış ve siyasi partilerin bu manadaki rolünü benimsemiştir. Siyasi partileri şeklen demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edip yeterince ifade özgürlüğü tanımıyorsak o sisteme anayasal demokrasi ve çağdaş demokrasi denemez. Açılan davanın bu yönüyle dahi gerçekten tartışılması ve reddedilmesi gerekir.
Siyasi partilerle ilgili olarak üzerinde yeterince durmadığımız bir başka husus da şudur: Siyasi partiler aslında bir ülkenin toplumsal gerçekliğini yansıtan ayna rolünü gören kuruluşlardır. Açıkçası, siyasi partiler sosyolojik gerçeklerdir. Bu gerçekliği göz ardı ederek başarılı bir demokrasi kurulamaz. Eğer siyasi partiler sosyolojik olarak toplumsal gerçekliği yansıtan aynalar ise, aynayı kaldırmak gerçeği kaldırmak anlamına gelmiyor. O gerçek bir başka şekilde kendisini ortaya koyuyor.
Bunu en iyi anlayacak ve değerlendirecek olan bizleriz. Bu konuda yeterince ve çok sayıda tecrübeye sahibiz. Varlıklarını bir anayasal problem olarak kabul edip kapattığımız çok sayıda siyasi parti oldu, kapatma yoluyla tedbir almadığımız hemen hemen hiçbir toplum kesimi kalmadı. Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi gibi büyük kitle partilerinden tutun ideolojik partilere kadar ister olağan dönemde ister olağanüstü dönemlerde ister yargı yoluyla ister başka türlü… Bir öz eleştiri yaparak soruna baktığımızda, parti kapatmalar toplumda siyasal kırılganlığı artırmaktan, toplumsal örselenmeye sebep olmaktan öteye ne netice elde edildi diye bir maliyet analizi yapmamız gerekmektedir. Bunu bir savunma söylemi olarak söylemiyorum. siyaset bilimi açısından bir gereklilik ve bir tespit olarak ifade etmek istiyorum.
Toplumdaki çeşitlilik unsurlarını kurumsal ve siyasal hayattan tasfiye etmek, böyle bir çaba içinde olmak demokrasi için bir tuzaktır. Çünkü, bu yol demokrasiyi kendi öncüllerinden uzaklaştırır ve tam karşıtı olan istemediğimiz rejimlerin ya da sakat anlayışların kucağına iter. Bu sebeple günümüzün demokrasi anlayışında çoğulculuk ve çeşitlilik esastır.
Politik ya da konjonktürel saiklerle toplumsal gerçeği reddetmenin pratikte bir faydası olmamıştır. Bugün Türkiye’deki siyasi partiler yelpazesine baktığınızda AK PARTİ bir sosyolojik gerçektir, sosyolojik gerekçeli olan bir siyasi partidir, belki de bu manada en başta gelen partidir. Ayrıca, toplumun belli bir kesimi tarafından yanlış görülen düşünceler veya politik teklifler değişim süreci içerisinde, hem öyle asırlar filan geçmeden, kısa sürede politik uygulanabilir seçenekler hâline de dönüşebilirler. Hem insanlık tarihinde hem Türkiye siyasetinde bunun çok örnekleri görülmüştür.
Dolayısıyla, burada söylemek istediğim şey şu: Eğer bir toplumda dengeler yerli yerine oturmadıysa, toplumda sağlıklı bir sosyal yapı, bir ekonomik yapı, istikrarlı siyasi bir yapı ve süreç söz konusu değilse, bu neviden dönüşümler, bir taraftan öbür tarafa kıymet hükümlerinde değişiklikler her zaman olmaktadır. Dünün yasakları ve yasak fikirleri bugünün siyasi alternatif ve çözümleri olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bunun en kapsamlı projesi Avrupa Birliğidir. Geçmişte kimler Avrupa Birliğine karşı oldu Türk siyasetinde? Şimdi “Aman Avrupa Birliğine girelim.” diyen, bunu yüksek sesle söyleyenler kimler? Şüphesiz çoğumuzuz ya da hepimiziz. Çünkü, hepimiz değiştik. Öyleyse yarının muhtemel doğrularını bugün yasak ya da düşman ilan etmek değişimin değişmez dinamiğine ters düşmektedir.
Onun için, Sayın Başkan, sayın üyeler; demokratik toplumlarda siyasetin bir işleyiş tarzı var. Vatandaş partilerin politikalarını değerlendirir ve seçim dönemlerinde bu politikalara karşı kendi tepkilerini ortaya koyar. Böylece, birçok yanlış ve eksik bu süreç içerisinde kendiliğinden ortadan kalkar. Yanlışında ısrar eden siyasi partiler kendi varlıklarını ve geleceklerini tehlikeye sokar. Siyasi partilere karşı cebri tedbirler, ancak çok zaruri durumlarda, istisnai durumlarda uygulamaya sokulabilecek, sık kullanılmaması gereken yöntemlerdir.
1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra yapılan seçimlere baktığımızda gördüğümüz hadise şudur: Çok partili hayata geçtiğimiz ilk dönemlerde insanlar genellikle babadan oğula aynı partiye oy verirken, şimdi Türk seçmeni kendi hür iradesiyle oyunu kullanmakta ve siyasi iktidarları belirlemektedir. Bütün partilerin seçime katıldığı 1987 seçiminde -1983 seçimlerine üç parti katıldı bilinen sebeplerden dolayı ama bütün siyasi partilerin 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra katıldığı ilk seçim 1987 seçimleridir- bu seçimlerde Anavatan Partisi yüzde 35’le iktidar oldu. Aradan on beş ay geçtikten sonra -1989- mahallî idare seçimleri yaptı. Aradan geçen bu süre içerisinde Anavatan Partisi beklentileri karşılamadığı ve toplumun hassasiyetlerine karşı gerekli duyarlılığı göstermediği için yüzde 35’den yüzde 21,75’e düştü ve 1991 genel seçimlerinde Türk seçmeni yüzde 27’yle Doğru Yol Partisini birinci parti yaptı. 1991-1995 yılları arasında iktidar olan iki ana parti, iki ana siyasi akım -ki, 80 öncesi özlenen, arzu edilen bir koalisyon- bu dönemde yönetim zaafları, gerekli reformları yapmamış olmaları, toplumsal beklentileri karşılamaktaki başarısızlıkları ve daha başkaca sebeplerle her iki parti de güç kaybetti.
1994 mahallî idare seçimlerinde başta İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını ve 1995 genel seçimlerini Refah Partisi kazandı. 1999 genel seçimlerinin galibi ise bu defa Demokratik Sol Partidir. 2002’ye gelindiğinde vatandaşın tercihi kendilerine ülkeyi başarıyla yönetmeleri hususunda yetki verdiği, ama yönetimlerinden memnun olmadığı için siyasetten uzaklaştırdığı yukarıdaki partilerden hiçbirisi değil, yeni kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisidir. 1999 seçimlerinin üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Çünkü, bu seçimlerde -18 Nisan 1999- hem genel seçimler hem de mahallî idare seçimleri birlikte yapıldı. Dolayısıyla, sandık başına giden Türk seçmeni aynı anda hem ülkeyi yönetecek partilere oy kullandı hem il genel meclisi, belediye meclisi ve belediye başkanlıkları, muhtarlıklar da dahil aynı anda oy kullandı.
Bu 99 seçim sonuçları iyi analiz edildiğinde şunu görürüz: Özellikle Fazilet Partisinin durumu enteresandır. 18 Nisan 1999 seçiminde il genel meclisinde ve belediyelerde Fazilet Partisinin aldığı oy yüzde 23’tür. Ama, buna karşılık genel seçimler için milletvekili seçiminde aldığı oy yüzde 15’tir. Yani, neredeyse yüzde 23’ün üçte 1’i Fazilet Partisine oy vermedi. Bu şunu gösteriyor: Türk seçmeni bilerek oy kullanıyor, düşünerek oy kullanıyor. Başka türlü değerlendirmeler yapanlar olabilir. Demek ki, Türk seçmeni, birisi için ehil gördüğünü öbür makam için, öbür görevler için ehil görmeyecek kadar sağduyuyla, soğukkanlı ve bilerek oyunu kullanmaktadır. Dolayısıyla, demokratik sisteme müdahale edilmediği takdirde Türk seçmeninin 87’den bu tarafa ortaya koyduğu tablo, en sağdan sola kadar, merkezdeki partilere kadar, gelişen şartlara göre kendi beklentilerini karşılayıp karşılamadıklarına göre, kadrolarına göre, politikalarına göre, daha başkaca sebeplere göre, rahatlıkla bir seçimden öbür seçime önemli ölçüde kanaatini değiştirmektedir.
Bu nedenle, partilere hatalarını en kalıcı, en etkin biçimde gösteren seçmenlerdir ve seçimlerdir. Siyasetin bu doğal akışına zaman zaman, sebebi ne olursa olsun, yapılan müdahaleler her defasında aynı sorunların yaşanmasına sebep olmaktadır. Çünkü, sosyal ve siyasal gerçekliği kavramak bir matematik gerçeği kavramaktan daha fazla zaman alıcıdır ve fakat sonuçları itibarıyla daha kalıcıdır. Demokratik sistemin ve neticede hukukun, hukuku uygulayanların bu gerçeğin kavranması noktasında demokratik sabrı, toleransı ve kolaylığı göstermesi icap eder. Siyasi istikrar, örselenmemiş bir siyasi ve sosyal doku, ihtiyaç duyulan kan değişimi ve hücre yenilenmesi bu demokratik sabrın gösterilmesine bağlıdır. Aksi uygulamalar beklenen sonuçları vermemiştir ve vermemektedir.
Demokratik bir toplum için geçerli olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük bunu gerektirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok kararında çoğulculuk olmadan demokrasi olmayacağını, Sözleşme’nin 10’uncu maddesinde dile getirilen ifade özgürlüğünün yalnız uygun gördüğümüz, bizi rahatsız etmeyen yahut kayıtsız kaldığımız bilgiler ve fikirler için değil, fakat aynı zamanda bizi rahatsız eden, sarsan, altüst eden bilgiler ve fikirler için de geçerli olması gerektiğini belirtmiştir.
Yine bu mahkemeye göre, “Bir partinin siyasi projesinin demokratik devletin cari ilkeleri ve yapısıyla bağdaşmaz görülmesi onun demokratik kuralları ihlal ettiği anlamına gelmez. Demokrasinin özü, bizatihi demokrasiyi tahrip etmemek kaydıyla, devletin halihazırdaki örgütlenme tarzını sorgulamaya davet edenler dahil olmak üzere, farklı siyasi projelerin tartışılmasına izin vermektir.” diyor.
Burada üzerinde durulması gereken kavram “Demokrasiye zarar verme” kavramıdır. Bunun kriteri nedir? Sosyalist Parti kararında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “Herhangi bir antidemokratik yönteme başvurma tavsiye edilmediği, şiddet kullanmaya kalkışma veya demokratik yöntemlerin herhangi bir şekilde reddine ilişkin bir çağrı olmadığı takdirde, demokrasiye zarar verme olarak kabul edilemez.” demektedir. O sebeple, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğünün kullanılmasından dolayı parti kapatılmasını mübrem bir sosyal ihtiyacın sonucu olarak görmemektedir. Keza, aynı ilkeler Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunun tavsiye kararında da dile getirilmektedir.
Şüphesiz, Türkiye Avrupa Konseyinin üyesidir ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de imza koymuş bir ülkedir. Bu kararlar göstermektedir ki, artık demokrasinin dünyada bize göresi, bize özgüsü yok, evrensel normları ve değerleri var. Herhâlde Türkiye gibi bir ülkeye düşen de bu kararları dikkate almaktır. Bilinmelidir ki, Venedik Komisyonu her ne kadar Avrupa Konseyinin danışma organı ise de, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin kriterleri, bu mahkeme istikrarlı bir şekilde -bu kriterleri- uygulamaktadır. Kaldı ki, Türkiye bu Komisyona üyedir ve Komisyonda üyesi de bulunmaktadır.
Demokrasilerde siyasi partiler kendi görüşleri doğrultusunda oluşturdukları programlarıyla halkın karşına çıkarlar ve iktidarı yarışmacı seçimler sonucunda elde etmeyi amaçlarlar. Serbest seçimler sonucunda iktidara gelen bir parti ülke sorunlarının çözümü için demokrasi ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde programını uygulamaya koymaya yetkilidir. Demokrasilerde iktidarların el değiştirmesi ancak seçim yoluyla mümkündür.
Siyasi partiler sahip oldukları vazgeçilmez konumları nedeniyle demokrasilerde hukuki güvenceye kavuşturulmuştur. Bu çerçevede partilerin yasaklanması konusunda çok önemli koruyucu hükümler getirilmiş ve kapatılmaları oldukça zor şartlara bağlanmıştır. Kapatma biçimindeki yaptırım siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırabileceği içindir ki, ancak zorunlu durumlarda istisnai ve en son çare olarak düşünülmektedir. Zira, siyasi partilerin kapatılması kişiler açısından idam cezasına denk düşmektedir. Siyasi partilerin keyfî ve ölçüsüz olarak yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği muhakkaktır.
Nitekim, Anayasa Mahkememiz yine en son -biraz evvel atıf yaptığım- kararında, “Siyasi partilerin diğer tüzel kişiliklerden farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmasına yol açabilecek nedenler ise Anayasa’nın 14’üncü maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır. Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasi partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla sınırlı tutarak öncelikle demokratik rejimin sağlıklı biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gerektiğini de göz ardı etmemiştir.”
Batı demokrasilerinde siyasi partilerin yasaklanması konusundaki uygulamada da bu evrensel standartlara uygun gelişmeler olmuştur. Nitekim, Avrupa’da 1950’lerden bugüne kadarki süreçte sadece üç siyasi parti kapatılmıştır. Bunlardan ikisi, Avrupa’nın yaşadığı totaliter diktatörlüklerin etkisiyle Nazi Partisi 1952’de, Alman Komünist Partisi ise 1956 yılında kapatılmıştır.
Türkiye’de siyasi parti kapatma yaptırımına sürekli örnek gösterilen Almanya’da, Anayasa Mahkemesi, 1951 yılında federal hükûmet tarafından açılan Komünist Partisi davasında bir siyasi partinin siyasi yarışma sonucu tasfiye olmasının onun bir yargı yoluyla yasaklanmasına nazaran daha doğru olacağı düşüncesiyle yıllarca kapatma kararı vermekten imtina etmiş, ancak hükûmetin başvurusunu geri çekmeyeceğine kanaat getirince kapatma kararı vermiştir. Açılış tarihi 51, karar tarihi 1956. Ayrıca, bu ülkede kapatılan partilerin devamı niteliğindeki partilerin hâlen siyasi alanda faaliyetlerini sürdürdükleri de bilinmektedir. Avrupa’da daha sonraki dönemde kapatılan yegâne parti ise İspanya’daki Herri Batasuna Partisidir. Bu parti 2003 yılında ayrılıkçı terör örgütüyle, ETA’yla organik bağı bulunduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel standartların insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğinde kuşku yoktur. Nitekim, 1961 ve 82 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde kapatılmıştır. Böylece, siyasi partilerin demokrasiler açısından vazgeçilmezliği ilkesi âdeta tersine çevrilmiş, bu durumda siyasi partilerin uygulamada kolaylıkla vazgeçilebilir olacağı sonucuna varmışızdır.
1961 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından yirmi dört siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri müdahaleler döneminde kapatılan siyasi partiler dahil değildir. Kapatılan siyasi parti sayısı itibarıyla Türkiye çağdaş demokrasilerde kırılması imkânsız bir rekorun sahibidir. Sadece 61 Anayasası döneminde kapatılan parti sayısı bile tek başına demokratik ülkelerde kapatılan partilerin toplamından daha fazladır. 1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Öte yandan, yoğun biçimde siyasi parti kapatma kararı vermekle ülkedeki sorunlara demokrasi ve hukuk sınırları içerisinde çözümler üretme ve sorunları böylece çözme imkânı da ortadan kaldırılmaktadır. Yasaklama biçimindeki yaptırım nedeniyle düşünce ve siyasi parti özgürlüklerinin âdeta içi boşaltılmaktadır.
Türkiye uygulamasının evrensel standartlara uymadığının en açık göstergesi Anayasa Mahkemesi tarafından verilen siyasi parti kapatma kararlarının biri hariç tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından “sözleşmenin ihlali” olarak kabul edilmiş olmasıdır.
Sayın Başkan, sayın üyeler; iddianamede siyasi parti kapatma nedenlerinden bahsedilirken, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleriyle Venedik Komisyonu ilkelerine atıf yapılmakla birlikte Venedik Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir.
Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi standardını oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu siyasi partilerin yasaklanması ve kapatılması konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri benimsemiştir:
1) Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması için yeterli bir delil olarak gösterilemez.
2) Siyasi partiler ancak şiddet kullanmayı savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak kullanmaları durumunda yasaklanabilir.
3) Partilerin yasaklanması veya kapatılması biçimindeki yaptırım istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde kullanılmalıdır.
Bir başka madde: Siyasi parti hakkında dava açılmadan önce davayı açacak hükûmet ya da diğer devlet organlarınca siyasi partinin özgür ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır.
Ayrıca, siyasi parti kapatma davaları hukuki usulün tüm güvencelerine yer veren aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara bağlanmalıdır.
Bu ilkelerden anlaşılacağı üzere, Venedik Komisyonu, siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir araç olarak kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir.
Anayasa Mahkememizin de olaya bakışı bu yöndedir diye düşünüyoruz. Yukarıda vermiş olduğu kararda -zikrettiğim- bu nedenle siyasi partilerin Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülen tüzük ve programındaki söylemlerinin demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturmaması durumunda bunların ifade özgürlüğü kapsamında kaldığının kabulü gerekir. Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde de rejim için ciddi bir tehlike oluşturmadıkça siyasi partilerin kapatılmasına olur vermediği gözetildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefi olan Anayasa’mızın da salt ifade özgürlüğü kapsamında kalan tüzük ve program düzenlemesini kapatma nedeni saydığını kabul etmek olanaklı değildir.
Diğer yandan, siyasi partilerin kapatılması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin birçok maddesiyle ilgilidir. Bunlardan bir tanesi 11’inci maddedir. Siyasi parti özgürlüğünü örgütlenme özgürlüğünün bir unsuru olarak gören madde. İkincisi, 10’uncu madde ifade özgürlüğüyle ilgilidir. Dolayısıyla, kapatma davasında sunulan delillerin -bu davada- neredeyse tamamı ilgili parti üyelerince değişik tarihlerde yapılan açıklamalardan ibaret olduğundan, dava açısından ifade özgürlüğünün önemi daha da artmaktadır. Yargılama sırasında ortaya çıkabilecek ihlaller, Sözleşme’nin yargılama hakkını düzenleyen 6’ncı maddesini de devreye sokulabilecektir. Ayrıca, kapatmayla sonuçlandığı takdirde mülkiyet hakkı ihlali de gündeme gelebilecektir.
Ayrıca, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olduğu gerekçesiyle partili milletvekillerinin parlamento üyeliğinin düşürülmesi ve beş yıl süreyle herhangi bir partide yer alamaması yaptırımı Sözleşme’nin 1 No’lu Protokolünün 3’üncü maddesine aykırılık sonucunu doğurabilecektir. Nitekim, 2002 yılında vermiş olduğu bir kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvurucuların partilerinin kapatılması sonucu otomatik olarak milletvekilliklerinin düşmesinin orantılı bir yaptırım olmadığına karar vermiştir. Mahkemeye göre “Bu yaptırım Sözleşmenin 1 No’lu Protokolünün 3’üncü maddesinde korunan seçilme ve parlamento üyesi olma hakkının özüyle bağdaşmadığı gibi, başvurucuları parlamentoya üye olarak gönderen seçmenin egemen iradesini de ihlal etmiştir.” demektedir. Aynı şekilde partilerinin kapatılması sonucu haklarında beş yıl parti yasağı getirilen diğer 3 milletvekilinin başvurusu üzerine 2007 yılında verdiği kararda Sözleşme’nin seçme ve seçilme hakkının ihlal edildiğini kabul etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu kararlarına göre, Anayasa’nın milletvekilliğinin düşmesi ve beş yıllık parti yasağı sonuçlarını doğuran hükümleri siyasi parti mensupları bakımından oldukça ağır bir yaptırım öngörmektedir. Başvuru sahipleri hakkında uygulanan bu ciddi yaptırımlar sınırlama sebebi olan meşru amaçlarla orantısız bulunmuştur.
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM içtihadı Türkiye’de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulmuştur. AİHM, bu kararlarında, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Bu ilke ve ölçütleri şu şekilde özetlemek mümkün:
Siyasi parti kararlarında Sözleşme’nin 11’inci maddesi ifade özgürlüğünü koruyan 10’uncu maddesiyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşme’nin 11’inci maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri ise oldukça dar ve katı yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük ve programındaki ifadelerden hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut önerileri ve faaliyetleri olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar demokratik bir toplumda zorunlu ve meşru amaçlarla orantılı olmalıdır.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM kararlarıyla ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere göre neden AK PARTİ’nin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması hâlinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi. Nitekim, AİHM’e göre, parti kapatma yaptırımının “zorlayıcı toplumsal gereksinim” şartını sağlayıp sağlamadığını belirlemek için şu üç temel şartın gerçekleşmesi gerekmektedir.
1) Siyasi partiden kaynaklanan, demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik tehlikenin yeteri kadar yakın ve kaçınılmaz olduğunu gösterecek, varlığı ispat edilmiş, sağlam, inandırıcı deliller bulunmalıdır.
2) İlgili siyasi parti yöneticilerinin ve üyelerinin eylem ve beyanları partiye isnat edilebilir nitelikte olmalıdır.
3) Siyasi partiye isnat edilebilir nitelikteki eylem ve beyanlar partinin “demokratik toplum” kavramıyla bağdaşmayan bir toplum modelini tasavvur ettiğini ve savunduğunu açıkça ortaya koyacak şekilde bir bütün teşkil etmelidir.
Açıkça ifade edelim ki, bu şartların hiçbirisi bu davada söz konusu değildir. Çünkü, AK PARTİ, demokrasiye yönelik yakın ya da uzak bir tehlike teşkil etmek bir yana, iktidara geldiği günden beri demokrasiyi geliştirmek için, demokratik standartları yükseltmek için, hak ve özgürlükleri daha fazla güvence altına alabilmek ve kullanılmasını sağlamaya yönelik çabaların, gayretlerin içerisindedir. Bu gerçeğe tersinden bakmak ve aksini göstermeye çalışmak için kullanılan sözler hiçbir şekilde AİHM’in kastettiği anlamda hukuki ve inandırıcı delil olarak vasıflandırılamaz. Doğrulukları bile araştırılmadan dosyaya konan gazete haberleri, bağlamlarından koparılan sözler, tekzip edilen beyanlar, yanlış çevrilen röportajlar ve tüm bunlara çıkarılmaya çalışılan kurgusal ve sanal sonuçlar eğer gerçekten delil kabul edilecekse, bu deliller karşısında yeryüzünde demokrasi için tehlike teşkil etmeyecek bir siyasi parti bulunamaz.
Öte yandan, iddianame Partimizi geçmiş bazı partilerin devamı olarak gösterme gayreti içindedir. Burada amaç belli. AİHM’in bir siyasi partiyle ilgili olarak verdiği karardan hareketle partimizin de kapatılmasının Sözleşmeye uygun olacağı izlenimi oluşturulmak istenmektedir. Dolayısıyla, ortada bir izlenim çabası ve gayreti vardır. Ancak, bu gayretlerin hiçbirisi doğru değildir. AK PARTİ 2001 yılında tamamen yeni bir parti olarak kurulmuş ve bunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de göstermiştir.
Üzerinde durmak istediğim bir husus da şudur: AK PARTİ, programını henüz gerçekleştirme imkânı bulamamış bir muhalefet partisi değildir. Şimdiye kadar ülkenin daha ileri gitmesi için önerdiği ve yaptığı tüm reformlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin öngördüğü kriterler çerçevesinde her bakımdan yasal ve demokratik araçlarla gerçekleşmiştir ve yaptığı tüm işlemler, tüm tasarruflar da yargı denetimine tabidir. AK PARTİ’nin şu ana kadar gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği önerilerin tamamı da demokrasinin temel ilkeleriyle uyumludur. Hatta, 2002 yılından beri yapılanlar Türkiye’de insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tarihte hiç olmadığı kadar pekiştirilmesine imkân sağlamıştır. Bu açık ve yalın gerçeğe rağmen Partimizle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak “Demokrasi karşıtlığı” suçlamasının yapılması bence doğru değildir, gerçekçi de değildir. Tüm mantık kurallarını altüst edecektir. Bu durum, şayet bir kavram kargaşasından ve karışıklığından kaynaklanmıyorsa, kesinlikle kabul edebileceğim bir husus değildir ve bir önyargıdır.
Bunun en açık misali 2002’den bu tarafa Türkiye’nin bir devlet politikası olarak yürüttüğü -1963’ten bu tarafa- Avrupa Birliği için çıkardığı uyum yasalarıdır. Uyum yasalarının önemli bir kısmı Türkiye’nin bugün Avrupa Birliğiyle müzakere sürecine gelmesine ve müzakere yapan bir ülke konumuna yükselmesine imkân vermiştir ve bunların hepsi demokrasiyi geliştirme çabaları iken, demokrasi karşıtlığı gibi bir ithamla suçlanmış olmak doğrusu bizim açımızdan son derece de üzüntü vericidir.
Türkiye’de siyasi parti özgürlüğü ve sınırları Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu tarafından düzenlenmiştir. 1995 ve 2001 yılında yapılan değişiklikler bu alanda siyasi partilerin daha teminatlı konuma gelmesi noktasındaki düzenlemeleri içermektedir. 2001 Anayasa değişikliğiyle bir siyasi partinin Anayasa’ya aykırı eylemlerin odağı olmasının şartları Anayasada düzenlenmiştir. Buna göre, bir siyasi parti, 68’inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerden dolayı bir kapatma söz konusu olacaksa, o partinin üyelerince yoğun bir şekilde bu eylemlerin işlenmesi lazım. Anayasa’da yazılı organların bunu benimsemesi lazım ve bunun bir kararlılık içerisinde de sürdürülmesi gerekmektedir.
Bu düzenlemeye göre, Anayasa’ya aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarınca benimsenmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla belirlenmelidir. Örneğin, üyeler birtakım eylemler icra ediyor fakat parti organları bunları benimsemiyorsa parti odak hâline gelemez. Yine parti yetkililerinin kararlılık içinde işlenmeyen eylemleri de partiyi odak hâline getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa’ya aykırı eylemleri işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde ve sıklıkla tekrarlamaları zorunludur.
Ayrıca, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra siyasi partilerin beyanlarından dolayı odak hâline gelmesi de mümkün değildir. Zira, 69’uncu maddenin altıncı fıkrasında “Eylemlerden dolayı bir siyasi partinin odak olabileceği” öngörülmektedir. Bu değişiklik, ifade özgürlüğünün alanını genişletmek amacıyla Anayasa’nın “Başlangıç” kısmının beşinci paragrafında yapılan değişiklikle de paralellik arz etmektedir. “Başlangıç” kısmında yapılan bu değişiklikle “Düşünce ve mülahaza” ibaresi “faaliyet” sözcüğüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği teklif gerekçesinde “Düşünce ve mülahaza” ibaresinin doğrudan düşünceye bir sınır teşkil etmesi nedeniyle değiştirildiği açıkça bellidir.
Yine Anayasa Mahkememizin yine atıf yaptığımız en son kararı da hakkımızda açılan bu davayı büyük ölçüde reddedilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Parti kapatma davalarında yeni bir dönemi de başlatan bu içtihada göre, eylem kategorisi dışında kalan veriler, düşünce açıklamaları, öneriler, tüzükler, programlar, projeler ve benzerleri hiçbir şekilde kapatmanın sebebi kılınamaz. Projelerin gerçekleşmesinde Anayasa dışı bir yöntem benimsenmedikçe, bu gibi veriler çoğulcu demokrasinin ve ifade ve örgütlenme özgürlüğünün dokunulmaz alanlarına girmektedir. Partimiz, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde, bu içtihat çerçevesinde, bu kapsama girebilecek hiçbir eylemin ve söylemin de sahibi değildir.
Diğer yandan, üzerinde durmamız gereken bir başka Anayasa maddesi 90’ıncı maddedir. 2004 yılında yapılan değişiklik de siyasi partilerin kapatılması bakımından -bu değişiklik- önemli sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Zira, bu değişiklikle, insan hak ve özgürlükleriyle ilgili sözleşmelerin iç hukukta aynı alanda kanuni bir düzenleme var ve bu hükümler çatışıyorsa, sözleşme hükümlerinin uygulanacağına imkân vermektedir. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerle ilişkin milletlerarası anlaşmaların, böylece, bu değişiklikten bu tarafa öncelikle uygulanacak bir hukuk hükmü hâline geldiği bizim iç hukukumuzda eskiden bir yorum konusu iken, şimdi bir Anayasa hükmü hâline gelmiştir.
Bunu zikredişimizin sebebi şudur: Hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının bu tip davalarda göz önünde tutulması hem de bundan sonraki yargılamalarda ve hüküm tesislerinde sözleşme hükümleriyle mahkeme içtihatlarının birlikte ele alınması zorunluluğudur.
Anayasa Mahkememizin parti kapatma konusunda kararları ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları arasında eskiden çok büyük farklılıklar vardır. Bu değişikliklerden sonra bu içtihatların yeni baştan gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de 2/3/2007 tarihli kapatılan Türkiye Birleşik Komünist Partisi hakkında verdiği bir kararda, son Ceza Muhakemesi Yasası’ndaki değişiklikle, bunun bir iadei muhakeme sebebi olacağına, bu talebin kabule değer olduğuna karar vermiştir.
Şimdi, bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Türkiye’de siyasi partiler hukuku alanında yapılan anayasal ve yasal değişiklikler siyasi partileri daha güvenceli bir konuma getirme amacını taşımaktadır.
Sayın Başkan, sayın üyeler; şu anda Yüksek Mahkeme olarak sizler sıradan bir yargılama yapmıyorsunuz. Burada biz bir özel hukuk ihtilafını çözmüyoruz. Şahsi sebeplerden kaynaklanan ve sonucu da yalnızca tarafları ilgilendiren bir hukuki ihtilaf da değil konumuz. İddianame açısından baktığımızda, hukuk siyaseti yargılamaktadır. Bu ne derece doğrudur, hukukidir, o ayrı bir konu. Ama muhakkak olan bir şey var, o da şudur: Bu dava ile ilgili vereceğiniz karar, sadece hüküm fıkrasıyla değil, yorumlarıyla, gerekçesiyle yeni yüzyılda önemli bir mihenk taşını oluşturacaktır. Bütün düzenlemelerin ve devlet faaliyetlerinin ana istikametini bu davada verilecek karar belirleyecektir. Yapılacak her türlü yasal düzenlemelere, yasama faaliyetlerine, idari tasarruflara kaynak olarak ölçü bir karar olacaktır. İfade ve örgütlenme özgürlüğü neticede Türkiye’de demokrasinin ne ölçüde var olduğu hususunu hem bize hem tüm dünyaya göstermesi bakımından tesir kat sayısı yüksek bir karar olacaktır. Bu nedenle bu davanın Partimizi aşan bir boyutu vardır. Ülkemizin demokratik imajı, kazanımları, itibarı bu dava vesilesiyle içeride ve dışarıda değerlendirme ve tartışma konusu yapılacaktır. Türkiye’nin hak ve özgürlükler ve demokrasi açısından yeni bir altyapısının oluşması vereceğiniz kararla şekillenecektir. Onun için, sıradan bir dava olmadığını söyledim.
Neden bir altyapı oluşturacak ve neden iş ve işlemlerin yasal ve idari tasarrufların, faaliyetlerin istikametini bu dava ile ilgili verilecek karar tayin edecek?
Sayın Başkan, sayın üyeler; Türkiye, Tanzimat’tan bu yana sosyolojik anlamda bir modernleşme ve çağdaşlaşma çabasını sürdürmektedir. Türkiye milleti cumhuriyetle beraber bunu daha kapsamlı bir proje hâline dönüştürmüş ve devam ettirmiştir. Bize göre cumhuriyet bir modernleşme projesidir. Bugün hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu vatandaşlarıyız. Vatandaşlık, aslen, verilenle yetinmeyen, talep eden, tenkit eden, itiraz eden, protesto eden, yargılayan aktif bir aidiyeti ifade eden statüdür. Bugün hepimiz bu ülkenin vatandaşlarıyız. Bu sıfatla, eğer mevcutlar yetmiyorsa yeni talepler olacak. Bu dinamik bir süreç, her demokratik ülkede olan da budur.
Şimdi “Neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz?” diyemeyiz. Yani vatandaşa tebaa muamelesi yapamayız. Bu çağdışılıktır, çağı anlamamak, onun gereklerini iyi kavramamaktır. Bugünü yaşayanlara dünün hak ve özgürlükleri yetmiyorsa elbette yenilerini isteyecektir, en başta da siyasi haklar ve kültüler haklar olmak üzere. Sivil toplum bunun için vardır. Sivil toplum örgütlerinin yegâne varlık sebebi budur. Talepleri toplulaştırmak, bunları demokratik yollardan gündeme getirmek, uygulanabilir ve yaşanabilir bir düzeye yükseltmektir. Bir manada siyasi partiler de bunu yapacaktır.
Eğer bizler, hukuku yapanlar ve uygulayanlar her özgürlük talebini rejimi yıkma teşebbüsü, laikliğe karşı tavır olarak algılayarak laiklik ve rejim karşıtı söz ve açıklamaları olarak değerlendireceksek, şu an sahip olduklarımızın bir kısmını hak etmemişiz demektir. Çünkü bugün sahip olduklarımız dünün talepleriydi, dünün yasaklarıydı. Talep edenler oldu, bedel ödeyenler oldu. Şimdi biz bunları kullanıyoruz. Mesela, sansürün kalkması, sendikalar, partilerin ortaya çıkması, Anayasa’nın “Birinci Bölüm”ündeki bir kısım temel hak ve özgürlükler, ceza mevzuatındaki eskiden var olup şimdi olmayan birçok düzenlemeler. Dolayısıyla, bunlar dünün yasaklarıydı. Üstelik, bu tartışmalar o zaman da yapıldı, onlar bir sonuca bağlandı, biz şimdi bu hakları ve özgürlükleri tartışmasız kullanıyoruz. Dolayısıyla, bugünün anayasal düzenlemeleri, yasal düzenlemeleri eğer toplum tarafından yeterince kâfi görülmüyorsa siyasi partiler buna aracı olacaktır. Bu talepleri karşılayacak, bu talepleri hukuk devleti ve demokrasi çerçevesinde yerine getirmeye çalışacaktır. O nedenle, bu türlü talepleri hemen endişeyle, bir rejim karşıtlığı ekseninde tartışmaya başladığımız takdirde Türkiye’nin demokrasi yolunda daha fazla mesafe alma imkânı yoktur.
Tüm bu nedenlerle, bence bu davanın temeli zayıf, hareket noktası yanlış. Endişeler ve vehimler dava konusu hâline getirilmiş. Ortada delil yok, delil diye eklenenler ise gazete alıntıları, tek yanlı yorumlar. Bunlara biraz sonra temas edeceğim.
İkinci olarak temas edeceğim husus şu Sayın Başkan, sayın üyeler: Demokrasi bir anlamda toleranstır ve çoğulculuktur. Çok farklı, çok zıt fikirlerin, çıkarların ve bunların taraftarlarının bir arada yaşamasına imkân veren bir siyasi iklimdir. Hukuk da bunun çerçevesini çizer. Bu çerçeve çelikten değildir. Esnektir, değişime yatkındır. Demokratik toplumlar alıngan da değildir. Hava bulutlu iken “Vay bana niye ördek dedin”e giden çarpık bir mantık zinciri yoktur. Bir halk deyimiyle “Leblebiden nem kapmak” da yoktur. Olaya böyle bakmaz isek, her konuşmadan, her talepten, her tenkitten rejime yönelik bir tehdit algılaması çıkarabiliriz. Ama bu ne kadar gerçekçi olur ya da ne kadar doğru olur? Böyle bir sistem içinde siyaset yapmak ne kadar mümkündür? Bu ve benzeri davalarda şahsen konuşmakta zorlandığımı ifade etmek istiyorum. Neden? Çünkü “Neyi söylersem acaba İddia Makamı bunu dava konusu yapacak?” diye endişeleniyoruz. İşin bir de bu yanı var.
Diğer bir yanı ise konuşan kişiye göre muamele. Çok ileri bazı lafları bazılarımız söylersek hiçbir işlem yok, hiçbir mahzur da yok, ama aynı konuda, aynı sözleri, aynı konuyla ilgili olarak başka birileri söylerse, hatta daha düşük bir seviyede söylerse hemen dava konusu yapmak. Bu davanın en garip yanlarından, en anlaşılmaz yanlarından birisi de budur.
Sayın İddia Makamının delil olarak sunduğu belgelerin neredeyse tamamının içeriği ifade özgürlüğü kapsamındaki konuşmalardır. Burada dikkatlerinize sunmak istediğim husus şu: Belgelerin içeriği olan konular AK PARTİ’nin gündeme getirdiği ve gündeme taşıdığı konular değildir. Bunlar Türkiye’de çeyrek asırdan beri tartışma konusudur. Bu konular gündeme geldiği tarihten bu yana Türkiye’de en başta siyasiler ve siyasi partiler olmak üzere herkesin konuştuğu her parti liderinin muhakkak çözeceğim diye vaatte bulunduğu, herkesin yazıp çizdiği, televizyonlarda tartıştığı konular. Dolayısıyla, toplumun gündeminde olan ve herkesin konuştuğu bir konuyu AK PARTİ’nin konuşmaması diye bir durum söz konusu olamaz. Bununla ilgili delilleri cevaplarımızın ekinde daha evvel Yüksek Mahkemeye sunduk.
Uzunca bir zamandan beri toplumun gündeminde olan bir konu zaruri olarak siyasetin de gündeminde olur. Bu konularla ilgili geçmişte hem ülke genelinde, hem de Türkiye Büyük Millet Meclisinde Meclis araştırma önergeleri verilmiş, soru önergeleri verilmiş, bütçe müzakerelerinin en hararetli konularından birisi bu bahsettiğim konu. Bununla ilgili açıklamalar yapılmış, her parti kendince vaatte bulunmuş, çözeceğini ifade etmiş. Bu konuşmalar tetkik edildiğinde görülecektir ki, bizimle ilgili, ne muhteva itibarıyla ne konuşmanın sınırları itibarıyla ne de ortaya konulan çözümler itibarıyla diğer partilerin, yazan, çizen, konuşan ve tartışanların söylediklerinden ve yazdıklarından farklı değil. Özü itibarıyla bir özgürlük sorununu çözüm talebidir ve fırsat eşitliğini engelleyen hususlara dikkat çekmekten ibarettir. Aynı konuları gündeme getirenlere karşı farklı bir hukuki uygulamanın ortaya konulması Türkiye’deki hukuk sisteminin işleyişindeki ciddi kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Bunu aslında çok fazla polemik yapmak istemem, ama söylediğimin ne anlama geldiğini ifade zımnında bu konularda ciltler dolusu, klasörler dolusu konuşmalar var. Ben sadece aynı konuyla, suçlandığımız konuyla ilgili kim, ne demiş, onlara bugüne kadar ne yapılmış, neden yapılmamış, niçin yapılmamış da şimdi bir hukuk devletinde farklı muamele yapılıyor, onu söylemek istiyorum. Bu, bilindiği gibi, kılık kıyafetle ilgili, başörtüsüyle ilgili değişik şekillerde tartışılan, isimlendirilen konuyla ilgili.
Şimdi, bu beyanlarını, açıklamalarını okuyacağım değerli zevat saygı duyduğumuz insanlar. Laikliğinden ve cumhuriyete sadakatinden hiçbirimizin zerre kadar şüphesi olmayan insanlar ve bu konuşmaların hiçbirisi benim partimin Genel Başkanının, arkadaşlarımın yaptığı konuşmalar da değil. İkincisi, kapatılmış bir partinin genel başkanının ve sözcülerinin de konuşmaları da değil.
Şimdi, bakınız, diyor ki: “Dindar insanın kaynağı devleti yönetenler değildir, onun kendisine rehber aldığı yer başkadır. Mütedeyyin insan Kur’an-ı Kerim ne demişse, hadisi şerif ne demişse, sünneti seniyye ne demişse onu yapacaktır. Biz isteyen taksın, istemeyen takmasın diyoruz. Serbestliği istiyoruz. Biz yasaklara karşıyız. Biz liberaliz diyoruz. Liberal ekonomiyi savunanlar liberal demokrasiyi de savunurlar. Avrupa’da böyle bir kanun yok.” Başörtüsüyle ilgili söylüyor. “Orada isteyen takıyor, istemeyen takmıyor. Takan takmayana, takmayan da takana karışmasın diyoruz. Herkes birbirine hoşgörü göstersin diyoruz. Türbana karşı olmayınca, hadiseye böyle bakınca tabii ki oyumuz da bu istikamette olur.” Verdiği oyla ilgili, o kanunun oylamasıyla ilgili bu konuyu böylece dile getirmiş oluyor. Bir oylama var, onunla ilgili açıklaması bu.
Bir başka siyasi parti liderimiz şöyle diyor: “Benim düşünceme göre, dünyadaki uygulamalara göre, ilk ve ortaöğretim çağındaki çocuklara belli bir kıyafet mecburiyeti veya yasaklamaları getirilebilir. Bu antidemokratik olmaz. Ama yükseköğrenim çağına girmiş kişilere, gençlere ahlak kuralları dışında kıyafet mecburiyeti veya sınırlama getirilemez; isteyen örter, isteyen örtmez. Bazı kimseler diyor ki: ‘Başörtüsüne karşı değiliz, ama ideolojik nedenle başlarını örtmesine karşıyız.’ Ben bu görüşe katılmıyorum. Demokrasi varsa, ideolojik nedenler bile söz konusu olabilir. Yasaklar kalkarsa, üniversitedeki genç kızların veya din eğitimi gören genç kızlarımızın başlarını örtme ve kendilerini mecbur hissetmemeleri için vereceğimiz demokratik mücadeleyi daha gönül rahatlığıyla verebilirim. Yasaklı kişilere karşı mücadele vermek benim demokrasi anlayışıma sığmaz.”
Bir başka Türk siyasetinde önemli ismin söylediği bir başka ifade: “Laiklik, inananların, farklı inananların, inanmayanların, kendi değişik tercihlerinin, inanışlarının, inançlarını uygulayabilmelerinin ortak güvencesidir. Bir örnek verilirse, türban kullanmak isteyenin bunu özgürce yapabilmesinin de, kullanmak istemeyenin kullanmama özgürlüğünün de ortak güvencesidir.”
Hâlen bir siyasi partimizin liderinin sözleri: “Öğrencilerin başlarını açmaya zorlanarak okuma haklarını ortadan kaldırmanın ne laiklikle ne de demokratik devlet anlayışıyla bir ilgisi yoktur.” Türkiye’de siyasi partilerin iktidarda farklı, muhalefette farklı konuşmalarını eleştirerek başörtüsünü siyasi bir simge olarak gösterip İslam dinine saldırıldığının altını çiziyor, “Dün ne kadar Marksist, ateist ve komünist varsa, bugün laiklik kisvesi altında İslam’a saldırıyorlar. Bu tür tutum ve davranışlar devlet-millet zıtlaşmasına Türkiye’yi götürüyor.”
Yine bir önemli devlet görevinde bulunmuş bir başka siyasi parti lideri bir ünlü gazeteciyle yaptığı mülakatta “Başörtüsü konusunda yetki üniversite yönetimlerine aittir. Katı uygulamalara karşıyım. İstismarı önleyecek tedbirler alınabilir, çağdışı kıyafet yasaklanabilir, ama başörtüsü çağdışı kıyafet olarak yorumlanamaz, bu kadınlarımızın yarısına hakaret olur.” Bu konuyla ilgili bazı girişimler oluyor. “Türbanı siyasi emellerine alet etmek isteyenler olabilir, bunların belirlenmesi gerekir. İnancından dolayı başını örtenlere müdahale edilmemelidir. Devrim kanunlarında böyle bir örtü yasağı yoktur.” Hatta, enteresan, diyor ki: “Din âlimlerine sordum, türban takılsa da olur, takılmasa da. Atatürk’ün çıkardığı Kılık Kıyafet Yasası’nda da sarık, cübbe ve şalvar yasaklanırken, başörtüsüne dair bir kayıt konulmamış. O dönemde, kimse başını açmaya zorlanmamış. Üniversitede zaten 1982’den bu yana da uygulanmamış. Biz üniversitelerdeki uygulamalarla mutabık değiliz.” diyor.
Sabrınızı zorlamak istemiyorum. Bir şey daha okuyacağım. Yine en düzey görev yapmış olan bir başka siyasi parti lideri iktidara geldiklerine başörtülü öğrencilerin üniversite kapısından dönmeyeceğini belirterek “Başörtüsü yasağı çağdışı. Bir anne olarak bu yasaktan büyük üzüntü duyuyorum. Ben. bunu bireyin hakkını korumak için savunuyorum. İran’da olsam, zorla kapatanlara karşı direnirdim. Başörtüsü yasağını çağdışı buluyorum, demokrasiye yakışmıyor.” Ve devam ediyor: “Ezanın sesini kıstılar, yetmedi; milletin okullarını kapattılar yetmedi. Eğer camiye gidersen hesap sorarız dediler, şimdi de evladımın başörtüsüyle uğraşıp, okullara sokmuyorlar. Benim için, örten de, örtmeyen de evladım, hepsi birinci sınıf vatandaşlarım.”
Size klasörler dolusu bu konuda yapılmış açıklama getirebiliriz. Bunların bir kısmını koyduk. Sadece bir şeye dikkat çekmek isterim, o da şudur: Eğer bir şey yasaksa herkes için yasak. Serbestse ister konuşmak ister yapmak, bu ülkenin vatandaşlarının hepsi için serbest. Bize düşen işte, yasakları da herkese aynen uygulamak, özgürlüklerde de herkesi aynı ölçüde eşit tutmaktır. Şimdi, birisi için bu laflar söyleniyor. Bu dozda, bu içerikte bizim bir konuşmamız yok burada. Ama, farklı uygulama var. Bu da gerçekten Türkiye’de hukukun işleyişi konusunda çok ciddi kuşkuları beraberinde getiriyor.
Bu sadece benim görüşüm değil, nitekim Yüksek Mahkemenin verdiği bir kararda, o kararın parçası olan bir metinde aynen şöyle deniyor: “Türkiye’de her hata işleyen kişi ve kuruluşa yaptırım uygulanmamakta, “onlarda yargı önüne getirilirse davasına bakılır.” denilmekte. Şikâyet vukuunda veya savcı tarafından resen dava açılması durumunda mesele yargı önüne gelmektedir. Yani çıkarılan kanunlar herkes için geçerli olmamaktadır. Beklemek, istenmeyen kişi ve kuruluş geldiğinde elek sıkıştırılıp yargı darboğazında çözülmektedir”. Anlaşılıyor ki şimdi darboğazdan biz geçiyoruz.
Bununla kimseyi ihbar etmiyorum. Neden bu türlü tahkikatlar, soruşturmaları yapılmadı, bu partilerle ilgili dava açılmadı demiyorum. Kendimi hiçbir zaman demokrasiye inanmış bir insan olarak muhbir konumuna koymak istemem. Ben sadece haksız uygulamalara, farklı uygulamalara, kişiye göre farklı farklı Türkiye’deki hukuk uygulamalarına, bu çarpıklığa dikkatinizi çekmek istedim. Herhâlde bütün bu açıklamalardan sonra bu partilerle ilgili, bu kişilerle ilgili hiçbir davanın açılmaması bunları ifade özgürlüğü kapsamında mütalaa edildiği için diye düşünüyorum ve kanaatim de budur.
Eğer bir ülkede ister yasalardan ve bunların uygulamalarından, isterse başkaca sebeplerden kaynaklanan bir sorun varsa ve bu da tartışılıyorsa öyle bir konuda partilerin fikir beyan etmeleri neden laiklik karşıtı söylem ve eylem olarak mütalaa edilsin? Kaldı ki siyasi partilerin demokratik bir toplum içerisindeki rolleri gereği zaten toplumdaki talepleri ve beklentileri meşru kanallar içerisinde siyasete yansıtacak ki bu taleplerin arkasında beklentisi olanlar illegal yollara sapmasınlar, meşru yollardan sisteme adapte olsunlar. Zaten, partilerin varlık sebebi de budur.
Sayın Başkan, sayın üyeler; bir başka hususa da daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Şimdi, bir şeyin yasak olması başka, yasağın yasak yollardan kaldırılmasını talep etmek başka bir şeydir. İşte İddia Makamı ile anlaşamadığımız konulardan bir tanesi budur. Eğer bir siyasi parti veyahut siyaset yapan insanlar yasak olan ya da olmayan herhangi bir konuyu veya yasağı yine yasal yollardan giderek, hukukun dışına çıkmadan, cebir ve şiddeti teşvik etmeden, barış içerisinde ve usulüne uygun olarak bu yönde bir hak ve özgürlük talebinde bulunuyorsa bunun neresinde demokrasiye aykırı bir tutum var? Bu türlü bir siyaset anlayışının neresi antidemokratik, neresi laikliğe karşı bir durum? Kaldı ki, bugün hepimiz kabul ediyoruz ki, Anayasa’mızda ve yasalarımızda, belki o gün için öyle düzenlenmesi doğru olan, en iyimser bir değerlendirmeyle, bugün için anlamı kalmamış birçok madde bulunmaktadır. Bir anayasal devlet düşünün ki, Anayasa’sının ekinde 15 tane geçici maddesi var ve bunların da önemli bir kısmının uygulama alanı kalmamış ve geçici bir madde sebebiyle de yüzlerce yasa Anayasa’ya aykırı olarak varlığını sürdürmüş. Ortada bir anayasal sorun var, bir hukuk sorunu var. Siyaset kurumuna düşen bu sorunları çözmek. Nasıl çözecek? Toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek ister mevcut Anayasa’yı esas alarak bir anayasal düzenleme yapacak isterse yeni bir Anayasa yapacak.
Şimdi, burada da bir farklılık görüyoruz. Herkesin kabul ettiği bir gerçek var ki, 1982 Anayasası aradan geçen süre içerisinde yapılan bunca değişikliklere rağmen toplum bu Anayasa’ya sığmıyor. Burada birçok zorluğumuz var, devletin işleyişinde bir sürü sıkıntılar var. Dolayısıyla, birçok sivil toplum kuruluşu, meslek odaları dâhil, hemen hemen bütün siyasi partiler bir yeni Anayasa ihtiyacına vurgu yapıyor. Biz de parti olarak yapıyoruz. Biz bunu gündeme getirdiğimizde -ki, bir ön hazırlık yapmaya çalıştık- defaatle de ifade ettik ki, bunu kamuoyunun, kurumların bilgisine sunacağız, tartışacağız, konuşacağız. Gelen talepleri dikkate alarak, Bilim Heyetiyle birlikte en son Türkiye Büyük Millet Meclisine bir hazırlık olması bakımından bu Anayasa’mızı vereceğiz. Kıyamet koptu. Şimdi, biz Anayasa değişikliği, yeni bir Anayasa gündeme gelince kıyamet kopuyor, ama bir sivil toplum kuruluşu -niye geldi demiyorum, tam tersi destek de veriyorum- çok fiyakalı bir isimle Anayasa Konvansiyonu denildiği zaman bu çok olumlu bir yaklaşım olarak algılanıveriyor. Yani, o zaman Türkiye’de acaba kullandığımız kelimelerde mi bir yanlışlık var, biz mi meseleye yanlış bakıyoruz, yoksa kişiye göre, kurumlara göre farklı muamelenin yeni bir versiyonunu mu görüyoruz? Dolayısıyla, şimdi bu Anayasa tartışmaları sebebiyle hemencecik Türkiye’de bir tartışma başladı: AK PARTİ düzeni değiştiriyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor. Yazılanları hatırlıyorsunuz. Hâlbuki biz defaatle açıkladık: “Anayasa’nın değişmez maddeleri olan, imla hatalarına, Türkçe kullanımındaki yanlışlıklara rağmen 1’inci, 2’nci, 3’üncü maddelerini, 4’üncü madde tabiatıyla, bir de 174’üncü maddeyi olduğu gibi alıyoruz.” dedik. Şimdi, bunun dışındaki maddelerin zaten değiştirilebileceğini Anayasa kendisi kabul ediyor, bunun usullerini, esaslarını zaten Anayasa kendisi benimsemiş. O zaman bu açık ifademize rağmen, tutumumuza, davranışımıza rağmen böyle bir değişikliğin getirilmesi bile hemencecik Türkiye’de bir rejim değişikliği, “rejim elden gidiyor” tarzındaki bir tartışmayı toplumun gündemine getiriyor. Hâlbuki, iddianame ve eklerinde bu iddiaları delillendiren, bu iddiaları haklı çıkarabilecek tek bir delil bile gösterilemez.
Peki, bu belgeler nasıl olacak da bir partiyi laiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline getirecek, bizi böyle bir kapatma müeyyidesiyle karşı karşıya bırakacak? İddia Makamıyla anlaşamadığımız temel farklılıklardan bir tanesi bu.
İddia Makamıyla mutabık kalmadığımız bir başka husus daha var Sayın Başkan, sayın üyeler; şimdi, başta da ifade etmeye çalıştık, 2002’den beri bizim yaptığımız iş ekonomik çabaların, gayretlerin, dış politika vesaire ayrı, her şeyi toplumun gözü önünde yapıyoruz, bir; her şeyi yargı denetimine tabi olarak yapıyoruz, iki. Türkiye açık toplumdur, iki kişi arasındaki konuşmaların bile yazılıp çizildiği bir dönemde, bir dünyada kimsenin öyle gizli ajandası filan olamaz. Biz her şeyi hak hukuk çerçevesinde, kanun nizam çerçevesinde yapmaya çalışıyoruz ve yapmak istediğimiz şey, demokrasiyi geliştirmek, Anayasa’nın nitelikleri olan ve çok önem verdiğimiz, biraz sonra kısaca temas edeceğim hususları geliştirmek, çağdaş ülkeler düzeyindeki standartlara yükseltmek. Ama, Sayın İddia Makamı bana göre iki şeyi birbirine karıştırıyor. Bir şeyin “değiştirilemez” olması başkadır, “eleştirilemez” olması başkadır. Eleştirilen değiştirilemeyen değildir, değiştirilmemesi gereken değildir, o değiştirilmezler adına ortaya konan uygulamalardır ki bunu sıkça yapıyoruz. Mesela, acil bir rahatsızlık sebebiyle hastaneye gidip de acil servisten yeşil kartı olmadığı için, sosyal güvenlik imkânı olmadığı için hastane kapısından döndürülen bir vatandaş “Böyle sosyal devlet olmaz.” diyorsa -ki, çokça diyor- bunun karşı olduğu sosyal devlet ilkesi değildir, sosyal devlet adına ortaya konulan oradaki bir uygulamadır, gayriinsani bir uygulamadır. “Paran varsa girersin içeriye, güvence kartın varsa girersin, değilse kapının ağzında öl.” tarzındaki gayriinsani, gayriahlaki, gayrihukuki davranışa tepkidir. Ya da diyelim ki geçmişte yaşanmış bir sürü olay var. Güncellerden misal vererek söylüyorum: Türkiye cezaevlerinde önemli sıkıntılar yaşadı. Çok şükür bugün bir sıkıntı büyük ölçüde yok uygulanan projeler ve politikalar sebebiyle. Bizden evvel başladı, biz de sürdürüyoruz. 42’den fazla kişi cezaevlerinde öldü. Bununla ilgili davalar açıldı ve süresinde bu davalar neticelenmediği için zamanaşımından bu davaların hepsi düştü.
Şimdi, bu haber gazetelere düştüğünden beri çok sayıda yazı yazıldı, makale yazıldı “Böyle hukuk devleti olmaz.” diye. Şimdi, acaba bu yazıyı yazanlar, bu sözü söyleyenler hukuk devleti ilkesine mi karşıdır, hukuk devleti ilkesi adına ortaya konulan bu duruma mı karşıdır veya benzer durumlara mı karşıdır? Dolayısıyla burada Sayın İddia Makamıyla ters düşüyoruz. O diyor ki: “Bir şey değiştirilemezse eleştirilemez de.” Hâlbuki, eleştirinin maksadı önem verdiğimiz bu değiştirilemezlerin toplumda daha fazla yaşanmasını temin etmek, onun toplumumuza sağlayacağı faydaları bir an evvel toplumumuza temin etmek içindir. Dolayısıyla, bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli dört tane vasfı var. Bunlar önemlidir. Bunlar Anayasa’da yazdığı için önemli değil, Anayasa’da yazmasa bile çağdaş ve modern devletin özellikleridir. Türkiye Cumhuriyeti devleti de modern ve çağdaş bir devlettir, yazsa da yazmasa da… Ama yazmış olması ayrı bir teminattır, ayrı bir güvencedir ve doğru olmuştur. Dolayısıyla bunları önemsediğimiz için bu tartışmalar yapılmakta, acaba bunu Türkiye’de daha fazla yaşanabilir hâle nasıl getirebiliriz? Tartışmanın özü, esası budur ve uygulamaya yöneliktir.
Dolayısıyla, şimdi, iddianamenin ekine koyduğu delillerin tamamı Türkiye’deki uygulamalara yönelik eleştirilerdir, yoksa değişmez niteliklerle alakalı değil.
Şimdi, peki neden böyle bir suçlamayla parti olarak karşı karşıya kalıyoruz? O zaman Türkiye’nin geriye dönük -çok fazla vaktinizi almak istemiyorum- yaptığı çalışmalara sosyolojik açıdan, siyaset bilimi açısından kısaca bakmakta fayda görüyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, Türk toplumu 1839’dan beri devlet eliyle bir modernleşme çabasına girmiştir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet Hareketleri, Cumhuriyet ve bugün. Devletin başlattığı, ancak bugün milletin benimsediği tepeden başlayıp tabanda makes bulan ve kendimize mahsus bir özümseme kabiliyetiyle başardığımız bize özgü bir modernleşme.
İşte çok partili hayat bu modernleşmenin siyasal hayata yansımasıdır. Aradan geçen yüz altmış dokuz yıl içerisinde bu modernleşmenin siyasi tezahürlerinde zaman zaman sıkıntılar oldu, başarısızlıklar oldu ve Türkiye bunlardan da yeteri kadar tecrübe kazandı ya da kazanması için yeteri kadar imkân çıktı. Çünkü modernleşme bir toplumun en zor gerçekleştirdiği çok yönlü değişimdir. Onun için modernleşme sürecini yaşayan toplumlarda bu süreçler çok sıkıntılı geçmiştir. Bu sıkıntının en çok yaşandığı alan da hiç şüphesiz siyaset alanıdır. Çünkü modernleşmenin tabiatında sosyolojik anlamda bir çatışma vardır, gerilim vardır, modernleşme ile gelenek arasında bir çatışma, bir itişip kakışma. Bu gerginlik, tabii olarak, kaçınılmaz olarak da belli suçlamaları beraberinde getirmektedir. Ama geriye dönüp baktığımızda bu suçlamalar acaba ne kadar doğru? Zaman bunları ne kadar doğruladı? Suçlamaların konusu olan nitelemeler, atfedildikleri insan ya da toplum kesimleri bakımından gerçekten varit miydi? Bunu zaman gösteriyor ama tarihi bir vakıa ki bunların çok önemli bir kısmı doğru değildi, zaman doğrulamadı.
Siyasi modernleşmemizde bu manada bir tecrübe dönemi olan II. Meşrutiyetin ilanından sonraki sürece bir bakmak lazım. Bilindiği gibi, partiler kuruldu, geleneği temsil edenler, yeniliği dillendirenler oldu. Bu ilk dönemde siyasi sancılar yaşandı ve gerilimler yaşandı. Önemli iki parti var: Bunlardan bir tanesi Hürriyet ve Îtîlaf Partisi, daha gelenekçi; İttihat Terakki Partisi belli kıstaslara göre daha yenilikçi. Birbirlerini acımasızca suçladılar; dinsizlikle, imansızlıkla, millet gerçeğini inkâr etmekle. Ama hiçbirisi yeterince doğru değildi. Bu suçlamalar yapıldı ama bu kavganın çokça yaşandığı Balkanlar bugün ne itilafçılara kaldı ne ittihatçılara.
O sebeple, Türkiye’de bu modernleşme ve siyasi partiler üzerine değerli araştırmalar yapan bilim adamımız Prof. Şerif Mardin, Türk modernleşmesiyle ilgili olarak yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde şöyle diyor: “Modern Türk Siyasetinin Tarihi, incelenen muhalefet hareketlerinin tamamının aynı ithamla suçlandıklarını gösterir. Bu makalenin kaleme alındığı günlerde dünyada eşine az rastlanır şekilde Türk gazetelerinin manşetleri siyasetçilerin şeytani tertiplerle Türk milletini bölmeye çalıştıklarını duyurarak bu davranış kalıbına, yani suçlama kalıbına katkıda bulunuyorlardı. Diğer yandan elli yıl kadar önce İttihat Terakki aynı suçlamaları rakiplerine karşı yöneltmişti. Cumhuriyet devrinde Terakkiperver Fırka vatana ihanete giden eylemlerin hamisi olmakla suçlandığında, iddianame benzer şekilde tanzim edilmişti. Atatürk’ün isteği ile kurulan Serbest Fırka benzeri saldırıların hedefi kılınınca siyasi hayattan silinmişti” diyor ve ekliyor. “Türk siyasi kültüründe muhalefet kavramında son derece düşman bir öğenin var olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Sonuçta Türkiye’de muhalefetin sürekli boğazının sıkılmasının yol açtığı en önemli kayıp, sosyal ve iktisadi yaratıcılığın engellenmesi olmuştur.” diyor bu makalede.
Bir merhum Başbakan “Sait Halim Paşa’dan İdris Küçükömer’e kadar kimi aydınlarımızın işaret ettiği gibi Türkiye’nin bin yıllık geleneğinde muhalefete yer yoktur. Demokrasilerde devletin bir parçası olarak kabul edilen muhalefete, Türkiye’de tarihsel olarak yeterli hayat hakkı tanınmamıştır. Türkiye’de otoriter devletçi zihniyet, oy mekanizmasından, siyasi rekabetten ve muhalefetten daima korkmuştur. Siyasete yönelik bu korkunun temelinde aslında vatandaş korkusu, millet korkusu yatmaktadır” demektedir. Burada kastedilen muhalefet partileri değil, muhalif hareketlerdir.”
1950’den bu tarafa da ilk tecrübeden intikal eden suçlama ve itham geleneği hâlen sürüyor. Her on beş yılda bir, yirmi yılda bir neredeyse özü değişmeyen ama ambalajı günün şartlarına göre değişen bir suçlama, ayırma ve bölme devam ediyor. Her dönem düşman öğeleri buluyoruz. 1950 öncesi Cumhuriyet Halk Partisi hükûmetlerinde İçişleri Bakanlığı yapan merhum Mehmet Emin Erişirgil, Mehmet Akif’le ilgili kitabını yazmaya karar verdiğinde başından geçen bir olayı anlatıyor. Bu olay Türk toplumundaki kolay suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi Erişirgil’in Safahat’ı okuduğunu görünce sorar: “Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa?” Erişirgil bu soru üzerine neler düşündüğünü anlatır ve kendi döneminde yaşlılar için her mekteplinin adı -tırnak içerisinde- züppe, gençlere göre her yaşlının adı softa olarak anılır.
Dinsizlikten, milliyetsizlikten başlayan ilerici, gerici, çağdaş olan-olmayan, laik-antilaik tartışmalarına varıncaya kadar Türkiye suçlama geleneğinde epey tecrübe kazandı. Hepimiz bu suçlamaları dinleyerek büyüdük, belki zaman zaman da şahsen suçlandık. Benim yaşadığım dönem şahsen, özellikle üniversite yılları, Türkiye’yi Rusya’ya satacaklarla Amerika’ya peşkeş çekecekler arasındaki kavgalarla, ithamlarla ve propagandalarla geçti. Türkiye’ye ne faydası oldu, bilmiyorum.
Bu kadar laf etmemin sebebi şu Sayın Başkan, sayın üyeler: Bu dava bu suçlama geleneğinin bir ürünüdür. Onu arz etmek için söyledim. İddia Makamının iddianamesinde ve esas hakkındaki son olarak huzurunuzda yaptığı mütalaada baştan sona “emperyalizm”, “ihanet”, “irtica”, “mürteci”, “din tacirleri”, “tertipçi”, “sömürgeci”, “mandacı”, “işbirlikçi”, “gerici”, “iç ve dış odaklar”, “siyasi hegemonya projesi” gibi hukuken tanımlanması imkânsız fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla dolu. Karşılıklı suçlayan ve suçlanan kesimlerin de Türkiye için düşündüğünü kabul ederek suçlamak, birbirimize sırt dönmek yerine birbirimizi anlayabilseydik inanıyorum ki Türkiye bugün çok daha farklı olurdu. Türkiye’yi kavram terörüne maalesef kurban ediyoruz. Yabancılar Türk halkına güveniyor ama biz birbirimize güvenmiyoruz.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen millet kendi kabiliyetiyle, kendi sağduyusuyla bir modernleşme çizgisini de başarıyla sürdürüyor. Sokak görüntülerine bir bakalım, televizyonların eğlence programlarına bakalım. Değişik kıyafetlerdeki insanlar, başı açık olan, başı kapalı olan, yaşlısı genci birlikte aynı sanatçıyı dinliyorlar ve tempo tutuyorlar. Belki sıradanlaştığı için dikkatimizi çekmiyor olabilir. Muhafazakâr olduğu kabul edilen radyo kanallarına veya televizyon kanallarına bir bakın, popüler müziğin en son örneklerini orada görebilirsiniz. Beş yıldızlı otellerin düğün salonlarında yapılan düğünlere bir bakın, bu düğünleri yapanlar bundan yirmi sene evvel hangi konumdaydı, bugün hangi konumda?
Türkiye kendi içerisinde -bu misalleri çoğaltmak mümkün- çok ciddi bir değişim yaşadığını açıkça göstermektedir. Türkiye kabuk değiştiriyor. Bütün bu değişimin hepsinin de siyasete bir yansıması var. Bizim toplumumuz kendi kültürünün, geleneğinin değişmezleriyle evrensel değerleri inanılmaz bir sentezle özümsüyor ve benimsiyor.
Şüphesiz bunları söyleyen ben Türkiye’nin sorunsuz olduğunu da söylemiyorum. Her ailede sorun olabilir, her ülkenin sorunları vardır. Ama her anlaşmazlığı mahkemede çözmeye kalkmak ne kadar doğrudur, ne kadar gerçekçidir ve ne kadar netice alıcıdır?
Demokratik toplum aslında geniş bir aile, demokratik bir aile. Her sorunu mahkemede çözmek yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle, saygı ve açık gönüllülükle çözmek sorunu daha kalıcı çözmektir. Toplumun sorun çözme yeteneğini geliştirmek, olaylar karşısında hisle, heyecanla, hamasetle ya da husumetle değil akılla, sağduyuyla çözmek birlikte yaşamayı kolaylaştıracaktır. Bunun adı “demokratik yöntemlerle sorun çözmek”tir.
Esasen bir ülkenin her sorunu yasayla çözülseydi bugün sorunlu hiçbir ülke olmazdı ve bu sorunları yasaklarla da çözmek mümkün değil, çünkü her sorunun kendi içinde dinamikleri, tayin edici faktörleri var. Eğitimle çözülebilecek bir konuyu ancak eğitime önem vererek çözebilirsiniz, eğitim yetersizliğini ortadan kaldırarak çözebilirsiniz. Ekonomik sorunları ekonominin kurallarından ve önceliklerinden yola çıkarak çözebiliriz. İç içe geçmiş sosyal olayları sosyal verilerden, sosyolojik verilerden hareketle anlamamız daha kolay olur. Şüphesiz siyasi sorunları da siyasetin kendi içi dinamikleri daha kalıcı çözer. Aksine yapılan değerlendirmeler ve uygulamalar siyasetin yükünün yargıya devredilmesine yol açar ve bugün geldiğimiz nokta da budur. Siyasetin esnek kuralları yerine yargının sert kaideleriyle sorunlara müdahale edilmiş olur. Bütün bu nedenlerden dolayı ülkenin her türlü sorununun çözümünü hukuk kurumlarına havale etmek onlara aşırı bir yük yüklemektir. Bu hukuk kurumlarını aşındırır ve bu kurumlara olan güveni de sarsar.
Sayın Başkan, Yüksek Mahkememizin sayın üyeleri; davanın geneliyle ilgili bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra Sayın İddia Makamı partimizin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla bu iddianamenin ekine birçok evrak getirdi koydu, doküman getirdi koydu. Tabiatıyla, eğer bu dokümanlar gerçekten delil niteliği taşıyorsa, sizde böyle bir kanaat hasıl edecekse, o takdirde varılacak sonuç farklıdır; değilse farklı bir karar verilecektir. O hâlde, evvela evrensel anlamda bu davada uygulanacak hukuk kurallarını ortaya koymamız lazım. Biliyorum doktrinde, tatbikatta birçok tartışma var: “Parti kapatma davaları ceza davasıdır, ceza davası değildir.” Bu tartışmalara girmiyoruz ama ister ceza davası olarak kabul edilsin isterse kendine özgü ama ceza usul hukuku kurallarının uygulanacağı bir nevi şahsına münhasır dava olarak kabul edilsin, ama mutlak surette dikkat edilmesi gereken, dikkate alınması gereken bir kısım ceza muhakemesi kuralları var. Sıradan bir ceza davasında bile bu kurallar geçerliyse, bir tüzel kişiliğin… Çünkü, bir siyasi partiye, bir tüzel kişiliğe yapılabilecek en ağır itham yapılmıştır: Laiklik karşıtı eylemlerin odağı. İddia çok yüksek, karşılığında talep edilen müeyyide ise idam hükmünde; siyasi partinin kapatılması, tüzel kişiliğinin ortadan kalkması. Öyle olunca, bir sulh cezalık işte bile bu kurallar geçerliyse, evleviyetle böyle bir davada da bunların geçerli olması gerekecektir. Dolayısıyla, işin bu bölümünde bu davada uygulanacak önemli usul kurallarıyla ilgili kısa bir maruzatta bulunmak istiyorum.
Şüphesiz bu davaya delil teşkil eden bir kısım dokümanlar delillendirilirken göz önünde tutmamız gereken kurallardan bir tanesi “şüpheden sanık yararlanır” ilkesidir. Çünkü, idamla sonuçlanacak bir hüküm verebilmek için gerçekten ortada hiçbir şüphenin olmaması lazım. En ufak bir ihtimalin dahi söz konusu olması hâlinde bir evrensel kural olarak bunun parti lehine yorumlanması gerekir: Şüpheden sanık yararlanır ilkesi.
İkincisi: Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi. Doğrusunu isterseniz, bu davada en çok ihlal edilen usul hükümlerinden bir tanesi budur. Şimdi, bir hukuk düzeninde tüzel kişileri kapatmak veya insanları cezaevlerine sokmak marifet değildir, doğru olan da bu değildir. Ceza hukukunun temel felsefesi de bu değil. Hukukun esas amacı, varmak istediği şey gerçeği ortaya çıkarmak, gerçeği orta yere çıkararak adalete ulaşmaktır. O nedenle, mahkeme heyeti önüne bir dava getirilirse o olayın bütün yönleriyle, bütün delilleriyle lehte aleyhte toplanıp ona göre bu davanın açılması gerekir. Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi. Buna hiç riayet edilmediğini biraz sonra arz edeceğim.
Üçüncüsü: Yeterli delil ilkesi. Eğer yeterli delil yoksa dava açılması doğru değildir. İster ceza davası ister hukuk davası isterseniz böylesine önemli bir dava. Yeterli delil yoksa, bir dava açtığınız takdirde, sonuç ne olursa olsun daha baştan en büyük zararı veriyorsunuz. Şimdi, bu davanın açıldığı günden beri hem ülke için hem de kendimiz açısından ne büyük sıkıntı çektiğimizi belki bu platform bunları konuşmaya imkân vermez, ama ben biliyorum ki bu davada yeterli delil yok, hatta delil yok. Ama buna rağmen dava açılmış. Hâlbuki, işleyen bir hukuk sisteminde önce deliller toplanır lehte aleyhte, açılacak davanın nevini, türünü o deliller belirler. Önce davayı açıp sonra delil toplamaya kalkışırsak, o takdirde bu hukukun temel ilkelerini da zayıflatır, hukuka olan güveni de zayıflatır, kurumlar aşınır ve bir evrensel usul kuralı da ihlal edilmiş olur.
Bir başka usul kuralı üçüncü kişilerin eylemlerinden sorumlu olmama ilkesidir. Şimdi biraz sonra yine ifade edeceğim. Ekte konulan delillerin bir kısmı bu kurala da uymamaktadır.
Bir başka husus “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin genişletici yorum ve kıyas yasağı sonucunu doğuran boyutudur. Dolayısıyla, bu manadaki kuralların dar bir şekilde yorumlanması lazım. Ceza Kanunu’nda yaptığımız değişiklikle de bunu açıkça ortaya koyduk: Kıyas yoluyla yorumlar getirilemez.
Bir başka ilke “dürüst işlem” ilkesi. Dürüst işlem ilkesi ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan hususlardan ari olması lazım. Yine bu biraz sonra açıklayacağım hususlarda bu ilkenin de birçok delil bakımından ihlal edildiğini açıklıkla görebiliriz.
Ve son bir ilke “vakıaların sabit ve muhakkak addedilmesi” gerekliliğine ilişkin kural. Eğer bu noktada bir ihtimal varsa, olsa olsa varsa, tahmine dayanıyorsa, bu kuralın uygulanma şansı da yoktur.
Yeri gelmişken bir hakkı teslim etmem lazım. O da şudur: Bugün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Sayın Yalçınkaya saygı duyduğum bir hukukçudur. Hakikaten çok değerli bir hukuk adamıdır. Eski görevim sebebiyle de yakinen tanıyorum. Ayrıca Başsavcı Vekilliği yapan Sayın Kubilay Özkan iyi bir ceza hukukçusudur. 2002’den bu tarafa yaptığımız ceza hukuku alanındaki değişikliklerde Yargıtay adına toplantılara hep kendisi katılmıştır. Dolayısıyla çok büyük katkısını gördük. Bunu hep kamuoyunda da ifade ettim zaten.
Şimdi, benim hayretimi mucip olan, böyle iki değerli hukuk adamının görev yaptığı bir makamdan böylesine hukuki titizlikten uzak bir iddianame nasıl hazırlanmıştır? Doğrusu iki şeye hayret ediyorum: Bir, böyle bir iddianame; ikincisi, böylesine iki değerli hukukçunun olduğu bir makamdan bu dava nasıl açılabildi?
Şimdi, neden bunu söylüyorum: Bakınız, ekteki delilleri değerlendirirken en az on yedi noktada sakınca var. On yedi noktadan bu deliller arızalı, bu delillerin delil olma niteliği yok. Bu delillere göre bir karar verme imkânı da yok.
Şimdi, demin bir ilke söyledik: Maddi gerçeğin araştırılması ilkesi. İddia Makamı… Çünkü -yeri gelmişken ifade edeyim- Avrupa Birliğiyle Türkiye’nin arasındaki en çok tartışmalardan bir tanesi ve ilerleme raporlarındaki Türk yargısının en büyük eksikliklerinden bir tanesi savcıyla hâkimin aynı düzlemde oturması. Niye savunma makamındakiler aşağıda oturuyor, öbürleri yukarıda oturuyor, onların da aşağı inmesi lazım. Bu çok tartışma konusu olmuştur. Ceza Muhakemesi Yasası’nda da epey tartışmalar olmuştur ve hâlen de tartışılan bir konudur. Biz her defasında şunu söyledik, dedik ki: “Sizdeki iddia makamı gibi değil. Sizdeki savcı anlayışı farklı, bizdeki farklı. Bizdeki hâkim statüsünde. Mesleğe alınmaları, kabulleri, yetkileri, sorumlulukları… Bugün hâkim olan pekâlâ bir başka zaman savcı olabilir, kendi içinde geçişleri var. Çünkü, sizin orada iddia makamı, özellikle Anglosakson hukukunda, hepinizin bildiği gibi, sadece aleyhe olan delilleri toplar, lehe olanları savunma makamı getirecek. İddia makamının böyle bir yükümlülüğü yok. Hâlbuki bizim Ceza Muhakemesi Yasası’nın -eskisinde de, yenisinde de- 160, 161 ve takip eden maddelerde, lehte, aleyhte delillerin hepsini toplaması lazım.” Yani, şu davanın ekindeki dosyalara bir bakın. Yani, bu parti bu kadar kötü iş yapmış da bir tane iyi iş yapmamış mı? Bir tane lehte delil hiç olmazsa kanun hükmünün gereğini yerine getirmek adına bile olsa, sembolik olsa, iki tane evrak getirilip bunun ekine konabilirdi. Bunların hiçbirisi konulmadan bir iddianame hazırlanıyor.
Şimdi, belli ki Başsavcılık Makamındaki çalışanların bu konuda yeterli titizliği yok. Şimdi, ikincisi: Delil olarak ortaya konulan ne? Basın, basın kupürleri, gazete kupürleri… Şimdi, Türkiye’de bilgi kirliliğinin en önemli kaynaklarından bir tanesi Türkiye’de basındır. Biz bunu hep söyleyip geldik. Hepimiz de olup bitenlere bakıyoruz. Şimdi, bir olayı hep beraber yaşıyoruz. A gazetesinin manşetten verdiğini öbürü küçücük bir haber olarak veriyor veya birisi bir başka bölümünü orta yere çıkarır, öbürü bir başka bölümü orta yere çıkarır. Önce yazar, sonra bu işin aslında “Siz tavzih edin, tekzip edin…” İşiniz gücünüz yoksa basında çıkan bu yalan haberleri, yanlış haberleri, kirli bilgileri temizlemek. Dolayısıyla, şimdi bu davanın en zayıf, bana göre en eksik yanlarından bir tanesi gazete kupürlerine dayanmış olmasıdır. Üstelik de bunun çok önemli bir kısmının bir tek gazeteye dayanmış olmasıdır. Gerçekte bu doğru mudur değil midir, aslı var mı yok mu, bunu en azından o haberin konusunu teşkil eden resmî makamlardan bilgisini, belgesini isteme imkânı varken, hiç bu yollar tercih edilmemiş, önümüze sizlerin dahi aylarca okumakta zorlanacağınız, ilgisi olan olmayan ne varsa getirilip konulmuş. Onun için, mahkemeye kolaylık olması bakımından bu delillerin on yedi tane zaafı var.
Şimdi, bunlardan bir tanesi, 71 kişiyle ilgili siyasi yasak talep ediyor. Ama bu yasak talep ettiği kişilerin hukuki dayanağını koymuyor. Bir iddianamede kim, neden yargılanıyorsa ona onunla ilgili kanun maddesini, hukuki dayanağını koyması lazım. Öyle götürü usulden tartışma yapabiliriz ama götürü usulden suçlama olmaz. Dolayısıyla, hakkında yasak talep ettiği kişilerin hukuki dayanağını koymuyor.
İkincisi: İddia ediyor, itham ediyor, fakat delil koymuyor. Mesela: Talim Terbiye Kurulunda görev yapanların tamamının bir sendikaya üye olduğunu, bunun da laiklikle sıkıntısı olan bir sendika olduğunu söylüyor. Peki, delili nerede? Yani, şimdi bir hukuk devletinde gelişigüzel… Biz siyasette bazen böyle ileri geri suçlamaları yaparız, ama bir hukuki metinde, bir hukuki işlemde delili olmadan itham da yapılamaz, suçlama da yapılamaz, hüküm de tesis edilemez. Eğer bunu söylüyorsanız bunun delilini ekine koymanız lazım ve bu delilin de hukuki anlamda kıymeti olan, o delil niteliğini taşıyan belgelerin, bilgilerin olması lazım.
Şimdi, üçüncüsü: İddiasını ispat için Batı uygulamalarını örnek gösteriyor, “Batı’da böyle.” Bizim toplumumuz böyle genellemeler yapar. Batı’yı örnek gösteriyor da, bunun kanıtı yok. Hakikaten Batı dediğiniz neresi? Nereyi kastederek söylüyorsunuz? Bu Fransız uygulaması mı, Alman uygulaması mı, İngiltere mi? Neresi? Şimdi, Avrupa dediğiniz zaman 1 milyonluk Baltık ülkelerinden tutun Portekiz’e kadar her taraf Batı, Batı oldu, Batı uygulamaları oldu. Şimdi, burada ne demek istiyoruz? Şimdi, bir sürü evrak getirip koyuyor ve diyor ki: “Siz benim dediğime bakın.” Bunun kanıtı yok burada. “Ben söylersem bu doğrudur.” Acaba ne kadar doğrudur? Konuştuğumuz her konunun Batı’da farklı uygulamaları var, bunu biliyoruz, bunu görüyoruz ya da şöyle bir mantıkla bu deliller konuluyor: “Dünyanın ortası neresidir? Ayağımın bastığı yerdir. İnanmayan ölçsün.”
Şimdi, biz “Batı’da bunun örneği vardır.” derken bütün Avrupa ülkelerini dolaşıp aylarca, yıllarca eğer bir delil arama, bu iddianın doğruluğunu araştırmaya kalkacaksak o zaman hiçbir davanın bitme imkânı yok. Bu İddia Makamının görevidir. Bir şeyi iddia ediyorsa, delilini, kanıtını koyacak.
Şimdi, AK PARTİ’nin dış politikasının İslam’la ilintili olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de delil yok. Bir yorumlardan hareketle bir idam hükmünün verilmesini Yüksek Mahkemeden talep ediyor.
AK PARTİ’nin dış politikasının İslam ile ilintili olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de delil yok. Bir yorumlardan hareketle bir idam hükmünün verilmesini yüksek mahkemeden talep ediyor. Dış politika konusu… O bölüme ayrıca geleceğim. O konuyu hiç şüphesiz hepimiz biliyoruz, ayrıca bu işlerde görev yapmış olan değerli üyelerimiz de var aramızda. O nedenle, onu ayrı bir başlık olarak söylemek istiyorum.
Bir başka eksikliği bu delil olduğu iddia edilen -tırnak içerisindeki- demetin bir kısmı teorik konularda karşı görüşler ve kararlar olduğu hâlde fotoğrafı tam olarak ortaya koymuyor. Hepimiz hukukla uğraşıyoruz, aynı konuya doktrinde öyle yaklaşanlar var, böyle yaklaşanlar var. Nitekim, daha bu analizi yaparken söylemeye çalıştım. “Kapatma davası ceza davasıdır.” diyenler de var, “Ceza davası değildir, ceza usul kurallarını uyguluyor, nevi şahsına uygun, münhasır bir davadır.” diyenler de var. Eğer bu konuyu tartışacak, konuşacaksak karşı görüşün de getirilip buraya konulması lazım ki sizler bu ne anlam ifade ediyor daha rahat anlama ve değerlendirme imkânı olsun. Bunlarla ilgili en ufak bir bilgi yok.
Belki en vahim olanı aslı, olmayan haberleri koyuyor. Peki, neden aslı olmayan haberleri koydu? Çünkü, o gazete malumatını noter tasdikli belge olarak kabul etti. Türkiye’de basının neye göre yazı yazdığını hepimiz biliyoruz. Geriye dönük şu on beş yıllık süre içerisinde neden bazı büyük holdinglerin bir banka, bir gazete, bir televizyon sahibi olmak istediklerinin altında yatan gerçekleri biliyoruz, Türkiye’nin bu imkânları elde edebilmek adına nelerin Türkiye’de yasa dışı yollardan böyle bir yapılanmaya gidildiğini hatıralardan biliyoruz, yaşadıklarımızdan biliyoruz vesaireden biliyoruz. Bugün Türk basının maalesef iki tane önemli zaafı var. Bunlardan bir tanesi… Bazıları tümüyle ideolojiktir, bazıları ise zaten arkasında büyük holdingler var. İnkâr edilecek şeyler de değil; kim kimin gazetesidir, televizyonudur, bellidir. Bunların hepsinin siyasetle şu veya bu şekilde beklentisi vardır, ilişkisi vardır. Evet derseniz farklı olur, o zaman körü badem gözlü yaparlar; hayır derseniz bu defa da başka türlü olur. Biz bunları yaşadık geliyoruz.
Vakti uzatmamak için ifade ediyorum. Yaşadığım, şahsen yaşadığım çok trajikomik olaylar vardır. Belki çoğumuz da yaşıyoruz. Şimdi, bu medyanın ortaya koyduğu haberlere bakarak, araştırma yapılmadan “Doğrudur, budur.” dediğimiz zaman Türkiye’de kapatılmayacak parti de kalmaz. Çünkü, basın da ikiye üçe bölünmüş, siz de istiyorsanız öbür kanaldan, ben de istiyorsam bu kanaldaki medyadan bilgi, belge toplayabilirim. O nedenle, aslı araştırılmayan haberleri doğru kabul ederek iddianameye koymuş ve üstelik de AK PARTİ’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline getirdiğini söylediği delillerin önemli bir kısmı aslı olmayan haberler.
Ayrıca kendisi bazı iddialar oluşturmuş. Benim bakımımdan en üzücü nokta şurasıdır: Konumuz ne olursa olsun, ister savunmada ister İddia Makamında ister yargı makamında, yargı kararları önemlidir. Eleştirebiliriz ayrı ama ortada neticelenmiş bir yargı kararı varsa bunu dikkate almak mecburiyetindedir İddia Makamı. Eğer İddia Makamı bu yargı kararlarını dikkate almıyor da farklı bir işlem yapıyorsa, o zaman bu yargı kararlarının anlamı ne, bu yargılamayı biz niye yapıyoruz? İddianameyi delil kabul ediyor, derecattan geçmiş, kesinleşmiş mahkeme kararlarını yok farz ediyor, “Siz benim dediğime bakın.” diyor. Böyle bir yargılama mantığı olamaz. Dolayısıyla, yargı kararını dikkate almıyor.
Ha, bir başka şey daha var şimdi bu iddianame ve şeylerinde gördüğümüzde. Şimdi, bir konuşma oluyor. Eğer kendi kurguladığı iddiaları doğruluyorsa o konuşmayı alıyor. Sorulduğu zaman da “Niye tekzip etmedin?” Şimdi, tekzip ediyorsunuz, bu defa diyor ki: “Tekzip etti ama tepkiden dolayı tekzip etti.” Şimdi, konuşuyorsunuz suç. Bir televizyon programında iki arkadaş, partili iki arkadaş -ikisi de yasak talep edilenlerden- biri konuştuğu için, öbürü o konuşma sırasında sustuğu için… Niye sustu? Şimdi, dolayısıyla böylesine bir hareket noktası var İddia Makamının. Düzeltme, cevap haklarını dikkate almıyor. Bunlar anayasal hak. Parti kurulmadan önceki beyanları delil olarak kullanıyor. Bizim özel hukukumuzda bile çocuk cenin hâlinde sağ doğmak kaydıyla haklara sahip olur, yükümlülükler ise belli şartlara bağlıdır. AK PARTİ diye bir parti yok, bir tüzel kişiliği yok, ana rahmine bile düşmemiş, seneler evvelinden olup biten, söylenen sözleri getiriyor AK PARTİ’ye yüklüyor. Ceza hukuku anlamında kabul edilebilecek bir şey değildir, böyle bir suçlama olmaz.
Parti üyesi olmayanların beyanlarını suçlamada delil olarak kullanıyor. Yasama sorumsuzluğunu hiç dikkate almıyor. Cumhurbaşkanının beyanlarını delil olarak kullanıyor, Meclis Başkan ve başkan vekillerininkini kullanıyor, “Kişisel görüştür.” dediği hâlde bunları parti kapatmada delil olarak kullanıyor ve bu dosyada o kadar çok evrak var ki -gerçekten günlerce büyük bir ekiple çalıştık- samimi olarak itiraf edeyim ki, bu deliller buraya niye kondu yahut bu kupürler, bu gazete, doküman, biz bu işin içerisinden çıkamadık. Yani, İddia Makamı, bir halk tabiriyle, karanlıkta bize karınca arattırıyor. Siz de arayacaksınız. Şimdi, o kadar evrak, klasörler dolusu evrak niçin konulmuş, kiminle ilgili, neden burada, bunların da misallerini vereceğiz ve bir kısım deliller de yeterli değil.
Hâlbuki, Sayın Başkan, sayın üyeler, Türkiye bir hukuk devleti. Ne yapacaksak bu çerçevede yapacağız. O nedenle, vermiş olduğunuz kararlarda hukuk devleti ne anlama geliyor ve bunlar içtihat hâline gelmiş. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Böyle bir düzenin kurulması yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içerisinde kalması temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır. Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, hukukun evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemez. Bunlar sizin muhtelif tarihlerde vermiş olduğunuz içtihatlarınız, kararlarınız.
Doktrinde hukuk devletinde müddei iddiasını hukuka uygun usullerle ulaştığı bulgulara ve delillere dayandırarak ispat etmekle mükelleftir. Aksi takdirde İddia Makamının iddiaları ve delilleri hukuki bir kıymet ifade etmez. Hukuk devletinde vatandaşlar hukuki güvenlik içinde yaşarlar. Bunun içinse hangi kurallara tabi olduklarını önceden bilmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları gerekir. Hukuk devleti hukuk kurallarının belirliliği ilkesini gerektirir.
Hukukumuza göre, “İddia Makamı kendisine intikal eden veya resen hareket ettiği bir konuda maddi gerçeğin ortaya çıkarılması ve adil bir yargılamanın yapılması için emrindeki adli kolluk marifetiyle leh ve aleyhteki delilleri toplamakla görevli ve yükümlüdür.” Ceza Muhakemesi Kanunu, 160. 161 de yine aynı şeyleri düzenliyor.
Sonuç olarak bir şey söylemek istiyorum. İddia Makamı hukuka uygun usullerle her iddianın aslını araştırmak ve maddi gerçeği ortaya koymak, çıkarmak, tarafların leh ve aleyhindeki delilleri toplamak, iddiasını doğru veya doğrulanmış -altını çiziyorum- delillere dayandırmak ve adil yargılamanın yapılmasına katkıda bulunmakla görevli ve yükümlüdür. Demin söylediğim on yedi madde dikkate alındığında, Sayın İddia Makamı bu yükümlülüğünü yerine getirmemiştir.
Ancak, partimiz hakkında iddianame ve ekleri tetkik edildiğinde, İddia Makamının bu görev ve yükümlülüklerini yerine getirmede yeterince titiz ve objektif davranmadığını söyleyebiliriz ve bundan dolayıdır ki hukuk güvenliği açıkça ihlal edilmiştir.
Şimdi, birincisi: Aslı olmayan haberler delil olarak kullanılmıştır. Hukuk devletinde iddia makamı iddialarını gerçek delillere dayandırmak zorundadır. Asılsız haberleri iddianameye dönüştürmek hukukun evrensel kuralları ve hukuk devletinin sağladığı hukuki güvenceleri ihlal etmek demektir. Partimiz hakkındaki iddialar ve deliller tetkik edildiğinde pek çok asılsız haberin gerçek bir iddiaya ve iddianameye dönüştürüldüğünü görmek mümkündür. Bunlardan bir tanesi şudur: Sayın Başbakan, AK PARTİ Genel Başkanı Malezya’ya bir ziyaret yapıyor. Malezya’ya ziyaret yaptığında orada çıkan, İngilizce çıkan bir gazeteye beyanat veriyor. Onun Türkiye’deki bir gazetede yansıması var. Başbakan Türk basınında çıkan bu habere göre Türkiye modern bir İslam devleti olarak niteleniyor. Yani, demiş ki Başbakan: “Modern bir İslam devleti olarak Türkiye medeniyetler uyumuna örnek olabilir.” tarzında bir ifade geçiyor.
Şimdi, kesinlikle Başbakanın böyle bir açıklaması yok. Türk basınında var. Ama eğer deliller tümüyle ortaya konulacaksa, bu iddia doğru mudur değil midir diye bunu Dışişlerinden sorabilirdi, bunu oradaki Türk Büyükelçiliğinden sorabilirdi, bu gazetenin orijinal nüshasını getirebilir, oradan görebilirdi hakikaten Başbakan orada böyle bir şey söyledi mi? Şimdi, biz bunu ekte koyduk. Şeyde var. Ayrıca da, belki kolaylık olsun, tekrar o klasörlerin arasında size bir kolaylık olması anlamında buradadır, size tekrar arz edeceğiz bunları. Böyle bir ifade kesinlikle yok, yani Sayın Başbakan “Türkiye modern bir İslam devleti” ifadesini kesinlikle kullanmamıştır. Başbakan “Türkiye İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.” Bunun aksinin olduğunu söyledik. Buna rağmen İddia Makamı -çünkü biz birincisinde söyledik bunu- hiç olmazsa aradan geçen süre içerisinde “Bu iddiamız doğru mudur değil midir?” diye son mütalaaya kadar biz bunu bekledik. Hiç bu konulara temas etmemiş. Demiyor ki bize “Bu sizin söylediğiniz doğru değildir, yanlıştır.” “Biz aslını getirttik, bizim söylediğimiz doğrudur.” demiyor, o kısımlar geçilmiş. Dolayısıyla, bu iddianamede en çok üzerinde vurgu yapılan ve rejim değişikliğinin en önemli gerekçelerinden bir tanesi olarak “Başbakan Türkiye’yi modern bir İslam devleti…” Hepimiz biliyoruz ki Türkiye laik bir devlettir. Anayasa’sında bellidir, bunu da sık sık hepimiz tekrar ediyoruz. Dolayısıyla, bu buradadır. Birinci şeylerden bir tanesi budur.
Şimdi, ikincisi: “Sizin üniversitelerinizde rektörleri de Üniversitelerarası Kurul üyesi belirliyor, ancak onların attığı imzaların altında sizin de isminiz var.” tarzında bir iddiada bulunuyor. Başbakan ile Vakıf Üniversiteleri Birliği üyeleri arasında yapılan görüşmede başörtüsü konusu görüşülmediği hâlde basında böyle bir haber geçiyor. Şimdi, tartışmalı konu başörtüsü konusu. Üniversitelerarası Kurulun üyesi aynı zamanda bu özel vakıf üniversiteleri, vakıf üniversitelerinin bazı sorunları var, Başbakanla görüşmeye geliyorlar, konuştukları vakıf üniversitelerinin konusudur, başörtüsü konusu değildir, ama gazete gündemde olmayan bir konuyu, konuşulmayan bir konuyu varmış gibi gösteriyor. Kaldı ki, zaten gazetenin bizatihi kendisinde bile bu haber var. Teyit ediliyor ki, Başbakanla şey arasındaki konuşmada böyle bir konu geçmemiş. Ama bunu koyuyor, araştırmıyor.
Üçüncüsü, en önemlilerden bir tanesi: Türkiye Büyük Millet Meclisinin mescidinde Kur’an kursu açıldığı iddiasıdır. Böyle vahim bir iddia var. CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç’a Türkiye Büyük Millet Meclisi içindeki mescitte Kur’an kursu açılıp açılmadığı şeklinde soru önergesi veriyor, Başkan da 3/7/2005 tarihli cevapta Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, Mecliste Kur’an kursu açılmadığını ve kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğunu açıkça belirtiyor. Metin burada. “Yukarıdaki açıklanan mevzuata göre -Meclisin resmî yazısıdır- yaz Kur’an kursu açma yetki ve görevi Diyanet İşleri Başkanlığına ait olup Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının yaz Kur’an kursu açması söz konusu değildir. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi kampusünde Diyanet İşleri Başkanlığınca açılmış bir yaz Kur’an kursu da yoktur.”
Şimdi, Meclisle Başsavcılığın arası belki yüz metre. Pekâlâ böylesine ağır bir ithamı yaparken bunu resmen sorabilseydi herhâlde bu cevabı kendileri de alacaktı, şimdi iktidarda olan bir partiyi böylesine ağır bir ithamla karşı karşıya bırakmayacaktı.
Şimdi, bir başka husus: Mardin eski Milletvekili Nihat Eri’nin tekkeler lehinde konuşma yaptığı iddiası. Böyle bir konuşma yok. Nerede yok? Gayet açık. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye Büyük Millet Meclisinde ister Genel Kurulda ister komisyonlarda ne konuşuluyorsa, doğru yanlış, zaman zaman yaptığımız keyfî müdahaleler de dâhil, alkışlar dâhil, yuhlamalar dâhil hepsi tutanaklara geçer. Şimdi, böyle bir iddiayı gazetede okuyor ama Türkiye Büyük Millet Meclisinden sormuyor, Başkandan sormuyor, “Şunun tutanaklarını bir getirin, bu var mıdır yok mudur?” diye sormuyor. Komisyon Başkanı diyor ki: “Hayır, böyle bir konuşma olmadı, “tekke” kelimesinin içinde geçtiği bir konuşma kesinlikle yok.” Bu yetmiyor, Nihat Eri -eski milletvekili- bu haberi yalanlıyor, tekzip ediyor. Tekzip metnini hiç yayınlamayan Cumhuriyet gazetesi muhabiri Türey Köse ile yeterli biçimde yayınlamayan Hürriyet gazetesi muhabiri Nuray Başaran’ı Basın Konseyine şikâyet ediyor, Basın Konseyi yaptığı inceleme sonucunda tekzibi yayınlamadığı için Cumhuriyet gazetesi muhabiri Türey Köse’ye uyarma cezası veriyor.
Şimdi, gazete haberi var, arkasındaki bu gelişmelerin hiçbirisi yok. Şimdi, bu nasıl bir maddi gerçeği araştırmak, nasıl yeterli delil?
Bir başka husus: Çeşitli sağlık kuruluşlarında başörtülü çalışanların olduğuna dair gazete haberleri.
Şimdi, bununla ilgili bir televizyon programında da konu olan bir husus var, o da şudur: Belki hepimiz hatırlayacağız, Konya’da on yedi yaşındaki bir genç Konya Numune Hastanesine müracaat ediyor, iki tane başörtülü bayan, iddiaya göre, gazete haberine göre, gelen kişi erkek olduğu için, affedersiniz, testislerine ultrason yapmıyor. Gerekçe bu. Gazete bunu büyük bir haber olarak veriyor. Bu türlü şeyler. Şimdi, bunun üzerine Sağlık Bakanlığı derhâl inceleme ve soruşturma başlatıyor. Bu soruşturma neticeleniyor, bu iddianın doğru olmadığı orta yere çıkıyor. Şimdi, evvela böyle bir şey varsa İddia Makamının bir soruşturma olup olmadığını, varsa neticesini sorması lazım. İddia var, teftiş raporu yok. Ayrıca, bu konuyu gündeme getiren gazete, Hürriyet gazetesi bir özür yazısı yazıyor. Bu da yok. Şimdi, ne yapmak istiyoruz o zaman biz? Şimdi, bakın, “Özür ve teşekkür.” Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök “16 yıllık genel yayın yönetmenliğim süresince, hiç gocunmadığım bir şey, yanlış yaptığımızda ‘özür dilemek’ ve düzeltmek oldu. İtiraf edeyim, mesleğimizde herkes bu konuda benim kadar bonkör değildir. Geçen hafta Davos’ta olduğum için, söz verdiğim bir görevi biraz gecikerek yerine getiriyorum.” diyor. Haberden bahisle “Soruşturma geçen hafta tamamlanarak kamuoyuna duyuruldu. Sonuçlarını Hürriyet’te okudunuz. Müfettişler, gerçekten iyi bir soruşturma yaptılar ve şu sonuçlara ulaştılar: İki kadın görevlinin bir kusuru yoktu. Başhekim, iki kadın radyoloğun o gün görevde olmadıklarını söylemişti. Biri görevdeymiş ancak kendisinden çekim istenmemiş. Öteki ise görevde değilmiş. Bu sonuçtan sonra bize yapılacak tek şey kalıyor. İki kadın görevliden özür dilemek.”
Ha, bir başka şey daha var bu haberde, o da şu: Başörtülü bir kısım bayanların Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesinde görev yaptığını söylüyor. Cebeci Eğitim ve Araştırma Hastanesi diye bir hastane yok. Yani, olmayan bir yerde bir hastane yok. Vakıf Gureba Hastanesi var İstanbul’da -yani, neresini düzelteceğiz- o da Sağlık Bakanlığına bağlı değil.
Şimdi, yani insanların kişilikleriyle medya kolaylıkla oynayabiliyor. Aslını esasını araştırmadan bir kısım haberleri gündeme getiriyor. Bunları getirebilir, bunlar alıştığımız şeylerdir. Biz siyaset adamı olarak nelere alıştık, ama insanların onuruyla ilgili bir şeyse, üstelik de iktidar olan bir parti, vatandaşın yarısının rey verdiği bir partiyle ilgili bir itham yapılacaksa ve soruşturma makamlarının soruşturmalarına itibar etmeyeceksek, tekziplere itibar etmeyeceksek, bu türlü özür yazılarını getirip bunun ekine koymayacaksak, o zaman bu yargılama nasıl yapılacak? Doğrusu işin en üzücü yanlarından bir tanesi budur.
BAŞKAN – Sayın Çiçek, yeni bir bölüme geçmeden, saat 13.30’da devam etmek üzere ara vereceğim. Hem de siz de yoruldunuz, dinlenmiş olursunuz.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK – Peki, teşekkür ederim Sayın Başkanım.
BAŞKAN – Saat 13.30’da devam etmek üzere ara verilmiştir arkadaşlar.
Kapanma Saati: 12.05
BAŞKAN – Sayın Çiçek buyurun, kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK – Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Yüksek Mahkememizin saygıdeğer üyeleri, bu davayla ilgili olarak Sayın İddia Makamı tarafından delil olarak sunulan belgelerin değerlendirmesini yapıyorduk. Birinci bölümde, aslı olmadığı halde gazete haberlerine dayanarak partimiz hakkında bir itham var, bunları maddeleştirmeye çalıştık.
Şimdi, yedinci bir iddia olarak iddianamede, devlet kadrolarının İslami bir yapıya dönüştürülmesine matuf olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memurun hastane yöneticiliğinde görevlendirildiği iddiasıdır. Bu iddia, gerçekten bizim bakımımızdan da şaşırtıcı olmuştur. Türkiye bir hukuk devleti, her konuda neyin nasıl yapılacağı haddinden fazla da yasa var. Dolayısıyla, kurumlar arası nakillerin nasıl olacağı, bunun usul ve esasları da hem 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda belli hem de buna dayanılarak çıkarılan yönetmeliklerden belli. Şimdi burada iddia edilen husus, Sağlık Bakanlığına naklen geçişlerde sübjektif değerlendirmelerin yapıldığı iddiasıdır. Halbuki bu konuyla ilgili olarak yayınlanmış olan bir yönetmelik var. 8/6/2004 tarih 25486 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmış ve ilk defa Sağlık Bakanlığı burada, keyfî uygulamaları ortadan kaldırmak bakımından kura usulünü getiriyor. Kuranın olduğu yerde nasıl keyfîlik oluyor, doğrusu bunu anlamak mümkün değil. Yani Sağlık Bakanlığı kendi ihtiyaçlarını belirliyor, bunu ilana çıkarıyor, senenin belli aylarında müracaat edenler arasından kura çekmek suretiyle belirliyor. Şimdi, bu Resmî Gazetede de yayımlanan Yönetmeliğin “Kurumlar Arası Naklen Atama,
Madde 17.- 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 74’üncü maddesi çerçevesinde diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan kamu görevlileri Bakanlıkta durumlarına uygun kadrolara atanabilirler. Atama dönemleri şubat, mayıs, ağustos ve kasım olmak üzere dört dönemdir. Şubat dönemi atamaları için aralık ayının başından ocak ayının sonuna kadar, mayıs dönemi atamaları için mart ayının başından nisan ayının sonuna kadar, ağustos dönemi atamaları için haziran ayının başından temmuz ayının sonuna kadar, kasım dönemi atamaları için eylül ayının başından ekim ayının sonuna kadar müracaat edilir. Müracaatlar Bakanlığın ilan ettiği kadrolara göre tercihler belirtilerek doğrudan doğruya yapılır. Müracaatları kabul edilenlerin atanacakları yerler tercihleri doğrultusunda kurayla belirlenir. Bu yolla yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar sırasıyla altıncı ve beşinci hizmet bölgelerinden başlamak üzere.” diyor.
Şimdi, bu, herkesin bildiği, herkesin rahatlıkla okuyabileceği… Eğer, buradaki belirtilen usullere aykırı bir işlem varsa da her halükârda yargı denetimine tabi olan bir işlem yapılıyor ve bu iddiaya baktığınız takdirde de zannediliyor ki, Diyanetten yüzlerce, binlerce kişi oradan ayrılmış, başka kadrolara geçmiş. Halbuki bütün bu süre içerisinde yapılan personel sayısı, atama sayısı sadece 6’dır. Dolayısıyla 6 kişi, buradaki belirlenen usullere göre yapılmıştır. Kaldı ki burada başka bir şey daha söz konusudur, o da şudur: Diyanet İşleri Başkanlığı bir Anayasal kuruluştur ve gerçekten de bize özgü bir kuruluştur. Ben, İslam dünyasını gezdim görev icabı. Kabul etmek gerekir ki, Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşu, böyle bir kuruluş, Atatürk’ün büyük bir öngörüsüdür, bunu kabul etmek lazım. Gerçekten, eğer böyle bir Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı olmasaydı, tutanaklara geçtiği için söylemek istemiyorum bazı devletlerin isimlerini, oraların ne hâlde olduğunu gördük. Dolayısıyla, bir Anayasal kuruluş olan, devletin yasalarına tabi olan kurumlar arasında birilerini şüpheli görmek, birilerini rejim açısından tehlikeli görür bu türlü yayınların yapılması, haberlerin yapılması ve buna dayalı olarak da bir ayrımcılığın yapılması, doğrusu, Anayasa ile bağdaşır bir durum değildir. Kaldı ki, iddia edilen şeylerin tamamı da, zaten 6 kişiden ibarettir bu kadar sene içerisinde.
Şimdi, bir başka husus daha var. Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Taslağının 113’üncü maddesindeki hastaların dinî gereklerini yerine getirebilecekleri mekânların ayrılmasında ilk defa başlatıldığı iddiasıdır, iddianamenin 110’uncu sayfasında böyle diyor.
Evvela şunu ifade edeyim ki: Bizim dönemimizde, 2002’den bugüne kadar bu alanla ilgili Sağlık Bakanlığından böyle bir yönetmelik çıkarılmamıştır. Hayreti mucip olan bir şey, devletin envanterinde olan ve rahatlıkla da teknolojik imkânlarla erişilebilecek bir kısım mevzuat hükümleri sanki dün, bugün veya bu iktidar döneminde çıkarılmış gibi bunun bir itham konusu yapılmasıdır. İddianamedeki ibareleri içeren Hasta Hakları Yönetmeliği on senedir yürürlüktedir. Biz çıkarmadık, 1/8/1998 tarih ve 23420 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş, yönetmeliğin tarihi 1998. Şimdi, bunun 38’inci maddesinde, bu hasta haklarıyla ilgili bir yönetmeliktir. Malum, bu, artık uluslararası camiada da “hasta hakları” diye bir kavram var, bununla ilgili birçok mevzuat düzenlemeleri var, buna paralel olarak da biz de o tarihte böyle bir yönetmeliği kabul etmişiz, yayınlamışız. Bunun 38’inci maddesinde başlığı şöyle: “Dinî Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Din Hizmetlerinden Faydalanma.
Madde 38.- Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkânları ölçüsünde hastalara dinî vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiçbir şekilde müdahalede bulunmamak şartıyla hastalara dinî telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri hâlinde dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekân belirlenir. İfadeye muktedir olmayıp da dinî inancı bilinen ve kimsesiz olan agone hâlindeki hastalar için de talep şartı aranmaksızın dinî inançlarına uygun olan din görevlisi çağrılır. Bu hakların nasıl ve ne zaman kullanılacağı ve bu konuda alınacak tedbirler sağlık kuruluşunun çalışma usul ve esaslarını gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.” Dolayısıyla, bu, 1998’den beri Türkiye’de de bazı hastaneler bunu uyguluyor. Burada bir mecburiyet yok. Orada, zaten belli şartlar getirilmiş, belli kriterler getirilmiş. Bildiğim kadarıyla, Hacettepe Üniversitesinde, Bayındır gibi, MESA gibi, Acıbadem gibi bir kısım özel hastanelerde, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde buna benzer bir kısım mekânlar tahsis edilmiş olabilir, görevliler tahsis edilmiş olabilir. Bu, tamamıyla ihtiyaridir ama bizim bakımımızdan önemi, sanki bu yönetmelik bizim dönemimizde çıkmış, biz ilk defa bunu uyguluyoruz veya bu gündeme geliyor gibi bir tartışma Türkiye’de başlatıldı ve bu da iddianameye bizim aleyhimize bir delil olarak sunuldu. Bu da çok doğru bir şey değildir. Kaldı ki, Batı dünyasında da yapılan bu neviden hizmetlerle ilgili bazı hatıralar var. Mesela benim şahsen bildiğim, merhum Sabancı Amerika’da kalp ameliyatına gittiğinde –kitabında yazar bunları, bilseydim de getirebilirdim onu- kendisine bir din görevlisinin gelip ameliyat öncesi bazı telkinlerde bulundu, duada bulunduğunu da orada açık açık yazar. Dolayısıyla, bu, zaten dışarıda da uygulaması olan ve 1998’den beri de Türkiye’de yürürlükte olan bir yönetmelik. Eğer bir işlem yapılıyorsa, bunun gereği olarak yapılıyor. Eğer, bu yönetmelikte hukuk açısından sakıncası varsa, başta Tabip Odaları veya meslek kuruluşları şimdiye elli defa bunun aleyhine yargı mercilerine gidebilirlerdi, bununla ilgili davalar da açılabilirdi. Halen yürürlükte olduğuna göre, demek ki aslında bu açıdan da üzerinde durulması gereken bir konudur diye düşünüyorum.
Şimdi, Samsun ili Gazi beldesi belediye başkanı Süleyman Kaldırım’ın, Muhtasar ilmihal resimli namaz hocası kitabına ön söz yazdığı ve bu kitabı ilköğretim öğrencilerine dağıttığı iddiasıdır. Şimdi, daha başka noktalarda da göreceğiz. Şimdi, piyasaya çıkmış bir kitap varsa, iddia makamının gazetedeki habere itibar etmek yerine, onunla beraber piyasadan o kitap temin edilebilir, hakikaten o gazetenin yazdığı doğru mudur, yanlış mıdır diye bakar, ona göre bunu delil olarak koyması gerekirdi. Şimdi, bu iddia tümüyle asılsız. Neden asılsız? Bir defa, kitap burada. Biz, bunların hepsini, Sayın Başkanım, delillerimiz arasında bunların hepsini koyduk hatta tasnif de ettik, belki bunları tekrar size arz edebiliriz kolaylık olması açısından. Şimdi, Süleyman Kaldırım bu kitaba bir ön söz yazmamış, ön söz burada. Altında Süleyman Kaldırım’ın böyle bir imzası da yok, ismi de yok.
İkincisi: Süleyman Kaldırım, bu kitabı ilköğretim öğrencilerine de dağıtmamış. Şimdi, bir şey dağıttı diyorsak, bunun ilgili makamlardan sorulması lazım; kime dağıtılmış, nereye dağıtılmış, neyin nesidir? Buna benzer bir başka iddia daha var ileride bazı görevlilerle ilgili. Dolayısıyla, bu iddianın da aslı yok. Böyle bir kitap da yok, ilkokulu öğrencilerine dağıtılmış bir kitap da söz konusu değil.
Bir başka delil Ayşe Yüreklitürk: İzmir İl Genel Meclisinin 2005 yılı Aralık ayında yapılan toplantısına türbanla gelerek Adalet ve Kalkınma Partili meclis üyelerinin arasına oturduğu ve bu tutumunun ağır tartışmalara sebebiyet verdiği iddiasıdır. Bu iddia doğru değil. Bir defa hepimiz şunu biliyoruz ki: Eğer bir mekân belli kişilere tahsis edildiyse sadece o kişiler oturur. Meclis Genel Kurulunda milletvekili olmayan kimse oturmaz. Yabancı konuklar, onların da kimler olacağı bellidir, onlar da konuşma yapar giderler ancak dinleyici locası belli kurallara uymak kaydıyla Mecliste de serbesttir. Dolayısıyla, Genel Kurulda oturmanın şekli, düzeni, kıyafeti bellidir, dinleyici localarının durumu bellidir. Şimdi bu açıdan baktığımızda, bir defa bu Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi üyesi değil, AK Partide İzmir il yönetim kurulu üyesi. İkincisi, Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi üyeleri arasında oturmamıştır. Ayşe Yüreklitürk il genel meclisi toplantı salonunun halka ayrılan kısmında oturmuş ve toplantıyı izlemiştir ve bu bölüm bakımından da herhangi bir kıyafet kısıtlaması yoktur. Bu, Meclis için de geçerli. Meclis Genel Kurul salonunda bayan ve erkeğin hangi tip kıyafetleri giyeceği İç Tüzük’te bellidir ama dinleyici locaları bakımından daha serbesttir. Bu açıdan baktığımızda, pekâlâ Sayın İddia Makamı bunu İzmir Valiliğinden sorabilirdi. Artık, günümüz dünyasında bu tür bilgilere ulaşmak da zor değil, öyle uzun uzun beklemeye de gerek yok; faks var, başka türlü teknolojik imkân var. Bunu sorabilmiş olsaydı, böyle bir yanılgıya siz de, biz de düşmezdik. Şimdi, yazılmış, İzmir İl Genel Meclisi Başkanlığına “Kanun ve yönetmelik maddelerinde belirtildiği üzere İl Genel Meclisi toplantılarımız halka açık olarak yapıldığından görüşmeler sırasında herkesin bu toplantıları izleme hakkı mevcuttur. Şahsınızın -müracaat üzerine ilgili kişinin- Tabipler Odası Başkanı Zeki Gür’ün konuşma yaptığı sırada İl Genel Meclisi toplantı salonumuzun dinleyiciler için ayrılmış olan arka sıralarında oturur vaziyette bulunduğunuz ilişikte görülen görüntü kayıtlarının birinci CD’sinde –21,19’dan 21.55’inci saniye kadar olan bölümünde- görülmektedir. Bilgilerinize sunulur.” deniliyor. Demek ki buradaki iddia da doğru değil, yani “başörtülü olarak oturmaması, katılmaması gereken toplantıya katıldı” iddiası doğru değil.
Bir başka iddia: “Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç’in, 2006 yılında on bin adet bastırdığı, örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir, sadece günahkâr olmaktır. Ancak başörtülüye eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen muamele sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez, aynı zamanda İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır. Din ve vicdan özgürlüğüne açık bir müdahaledir.” görüşlerini içeren “Sevgili Peygamberimiz ve Hz. Muhammed” başlıklı broşür ile Diyanet İşleri Başkanlığının Hz. Peygamberin Örnek Hayatı” isimli kitabını okullarda izinsiz olarak dağıttırdığı” iddiasıdır.
Bir defa hemen ifade etmeliyim ki, belediye başkanının, birinci zikredilen “Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed” başlıklı bir broşür dağıtmamış ve dağıttırmamıştır.
İki: Diyanet İşleri Başkanlığının “Hz. Peygamberin Örnek Hayatı” isimli kitabını da okullarda izinli veya izinsiz dağıtmamış ve dağıttırmamıştır.
Üç: Diyanet Vakfı yayınları arasında çıkan ve Doç. Dr. Ferhat Koca’nın hazırladığı “Hz. Peygamberin Örnek Hayatı” isimli kitabı da okullara veya okullardaki öğrencilere ve velilere dağıtılmamıştır. Bir kısım vatandaşa dağıtılan “Hz. Peygamberin Örnek Hayatı” isimli kitapta, iddianamede iddia edildiği gibi “Örtünmemek elbette dinden çıkmak değildir, sadece günahkâr olmaktır. Ancak başörtülü eğitim ve sosyal sahalarda reva görülen muamele sadece zulüm ve haksızlık olarak değerlendirilemez, aynı zamanda İslam dinini hatırlatan her şeye düşmanlıktır, din ve vicdan özgürlüğüne açık bir müdahaledir.” Şeklinde herhangi bir kelime, cümle veya görüş kesinlikle yok. Neden? Çünkü Diyanet Vakfı, bir anlamda yarı resmî bir vakıftır. Diyanet İşleri Başkanlığının denetiminde, oradan çıkacak her türlü yayın Din İşleri Yüksek Kurulu’nun tetkikinden geçtikten sonra piyasaya sunulmaktadır. Dolayısıyla, şimdi kitap burada, bunu da takdim edeceğiz. Böyle bir cümle, böyle bir ifade bu kitabın içerisinde yok. Peki, neye göre yazılıyor? Gazetedeki bir alıntıya göre. Ayrıca, demin söylenen iddialarla ilgili yapılan soruşturma var. Eyüp Kaymakamlığı tarafından bir soruşturma başlatılmış, bütün okullardan sorulmuş, yapılan soruşturmanın sonucunda okul müdürlüklerinden alınan yazılar var. Bu iddiaların hiçbirisinin varit olmadığı burada da açık olarak görülmektedir.
Yine ayrıca, biraz önce, “Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed” isimli broşürün de belediye tarafından basılmamış ve dağıtılmamış olduğu ve içeriğiyle varsa böyle bir broşür bununla herhangi bir ilgisinin bulunmadığı da resmî yazılarla sizlere takdim ediyoruz.
Gazetelerde çıkan haber üzerine Eyüp Kaymakamlığı 21/4/2006 tarihli yazıyla inceleme başlatmış, 18/5/2006 tarihli inceleme raporunda, Eyüp Belediyesi tarafından yukarıdaki iddiaları havi konularda herhangi bir hususun söz konusu olmadığını bu rapora da bağlamıştır. Ayrıca, 137 numaralı ekimizde de yer alan 10 okul müdürü de ifadelerinde, Eyüp Belediye Başkanlığının böyle bir faaliyeti, kitap ve broşür dağıtmadığı açıkça bellidir.
Yine, 12’nci delil olarak sunulan Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç’in, 2000 yılı Ramazan ayında Eyüp Sultan Camii bahçesinde kurulan Ramazan çadırında, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 87’nci maddesine aykırı olarak ismini ve sıfatını içeren afişler bastırttığı, astırttığı iddiasıdır. Şimdi, bu iddia üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının talebi üzerine Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat başlatıyor. Yaptığı incelemenin sonucunda, soruşturmanın sonucunda bu iddianın doğru olmadığı ortaya çıkıyor. Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı 26/3/2008 tarih, 2006/23252 soruşturma numarası ve 2008/3699 sayılı kararıyla bu hususu teyit etmiyor ve bu karar da kesinleşiyor.
Tabiatıyla gazetede bir iddia çıkmış ve kendisinin talimatıyla böyle bir soruşturma başlatıldığına göre en azından iddia makamının bir titizlik gösterip bu soruşturmanın akıbetini sorup varit ise bunu buraya koyması gerekirken, savcılığın bu noktadaki aleyhte kararına rağmen, bu da partinin aleyhine bir delil olarak kullanılmış oluyor.
Şimdi, bir başka enteresan delil: Silivri Belediye Başkanı Hüseyin Turan’ın 2006 yılında belediye adına özel olarak bastırılan ve Ertuğrul Düzdağ tarafından yazılan ön sözünde “Atatürk’ün kişiliğine, ilke ve devrimlerine ağır saldırılar yapılan Mehmet Akif Ersoy’un Safahat isimli kitabın ilçedeki tüm lise öğrencilerine bedava dağıtılmak üzere belediyeye ait taşıtlarda okullara getirildiği ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünce dağıtım izni bulunmayan kitapların bir kısmının lisedeki öğrencilere dağıtımının yapıldığı” iddiasıdır, iddianamenin 104 ve 105’inci sayfasında. Şimdi, kitap burada. Bu, tabii müteaddit defalar baskı yapmış olan bir kitap. Eğer, burada zaten, Atatürk’e bir saygısızlık varsa, ilgili yasa açısından bu suçtur. Herhangi bir izne tabi olmadan da kendiliğinden zaten soruşturma konusu olur. Evvela, bu kitapla ilgili bir soruşturma yok.
İkincisi: Kitabın kendisi burada, içeriğinde böyle bir saldırı yok.
Üçüncüsü: Bu kitap Mehmet Âkif Ersoy’un hayatını, eserlerini, sanatını ve ahlakını anlatan bir kitaptır. Bu piyasada da var, kütüphanelerde de var. Ayrıca, böyle bir iddia üzerine, Cumhuriyet Halk Partisi Silivri İlçe Başkanı Mümin Tulun’un şikâyeti üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bir soruşturma başlatıyor. “Belediye Başkanı ile ilgili, Şaban Kurt’la ilgili bu kitaptaki soruşturma sonucunda kitabın giriş kısmında Mehmet Âkif Ersoy’un hayatı ve eserleri muhalif görüşlerine de yer verilerek anlatılmış olup Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi şahsiyetine hakaret suçunu oluşturacak herhangi bir ifade ve suç unsuru da bulunmadığı kanaatine varılmıştır.” deniliyor. Bu da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 31/8/2006 tarih, 2006/31172 soruşturma nolu evrakı, 2006/9252-193 sayılı kararı. Dolayısıyla, ortada da yargı mercilerinden alınmış böyle bir karar var. Konu gündeme gelir gelmez zaten bunu basın yazıyor, çiziyor. Tabii böyle bir işin sonucunda mademki bu delil olarak kullanılacak idiyse, bunun İstanbul Başsavcılığı tarafından bir soruşturma başlatıldığı da kamuoyunca bilindiğinden bunun akıbetini sorup getirip buraya koyması gerekirdi.
Bir başka husus: “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun üzerinde kartviziti ve AK Parti logosu bulunan 5 bin adet Kuran-ı Kerim’i Büyükşehir amblemini taşıyan çantalar içerisinde belediye personeli aracılığıyla kentte dağıttırdığı” iddiası.
Evvela, böyle bir şey yok, böyle bir dağıtma yok.
İkincisi: Dağıtılan Kuran-ı Kerim’ler üzerinde AK Parti logosu yok.
Üçüncüsü: Yine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partileri soruşturma bürosunun 9/10/2006 tarih ve 2006/48 sayılı yazısına istinaden Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatıyor. Soruşturma sırasında 22/1/2007 tarihli açma tutanağı düzenleniyor ve burada iddia edildiği gibi AK Partiyle ilgili herhangi bir doküman, herhangi bir logo söz konusu değil. Soruşturmayı yürüten 2006/15630, Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı, bu soruşturmayı yürüten de Kocaeli Cumhuriyet Başsavcı Vekili Sayın İsmet Acar, bu iddianın da varit olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Kaldı ki, belediye başkanı hassasiyet gösterir. Bu türlü işlerin toplumda meydana getirebileceği bir kısım rahatsızlar, lüzumsuz tartışmalar olur düşüncesiyle bu iddianın haksızlığını, hukuksuzluğunu ortaya koymak adına noter ihtarıyla Kocaeli Sulh Ceza Mahkemesinin 26/12/2006 tarih ve 2006/1275 değişik işler numarasından bir tekzip kararı çıkarıyor, “bu iddia doğru değildir” diye. Bunu ilgili gazetelere gönderiyor fakat bunlar yayınlanmadığı için bu defa Asliye Ceza Mahkemesine şikâyette bulunuyor “bu tekzipler yayınlanmadı” diye. Yapılan yargılama sonucunda, tekzip metninin tirajı da dikkate alınarak iki gazetede, tirajı 100 binin üzerinde olan iki gazetede yayınlanmasına karar veriyor. Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesinin dosya numarası 2007/68, karar tarihi de 26/9/2007, 2007/312. Şimdi, böyle bir haksızlık karşısında yapılacak iş tabiatıyla, yargı yollarına müracaat etmek. Belediye Başkanı da hassasiyet gösteriyor hem savcılığın “böyle bir iddia varit” değildir” diye tutanağı var hem de tekzip ediyor. Çünkü bu türlü işler bir insanın üzerine kaldığı zaman Sayın Başkan, sayın üyeler; ömür boyu çıkarmanız çok zor oluyor. Çünkü ne zaman sizin isminiz gündeme gelse, geçmişte bu medyanın böyle bir tahripkâr bir yanı da var, hemen iki de bir ona giriyorlar, önünüze getiriyorlar. Davanın uzamayacağını bilsem yaşadığım çok örnekler var, ben bunları burada veririm. On üç sene sonra itiraf ettiler, benim hayatımı perişan ettiler. Müsaade ederseniz yani bu deliller değerlendirilirken Türk medyasındaki kalite, habercilik anlayışının da tipik bir örneğini müsaade ederseniz anlatmak istiyorum.
Ben Anavatan Partisindeyim. Parti içi mücadele her yerde var. 1989’a giderken parti içinde bir yarış başlıyor ve bir kitle partisi olması hasebiyle de parti içerisinde çok değişik gruplar var. Biz de kendimizce bir grubun içerisindeyiz. O zaman, şimdi Sayın İddia Makamının bilgisine ve delil olarak en çok müracaat ettiği bir gazetede, şimdi bir başka gazetede köşe yazarı. Biz o zaman aile politikalarıyla ilgileniyoruz. Bir gün manşetten bir haber: “Flörtün fuhuştan farkı yoktur, Devlet Bakanı böyle söyledi.” Tepemden kaynar su döküldü. Ben böyle bir konuşma yapmadım, hayatımda yapmadım, böyle keskin cümle de hiç kullanmadım. Aile politikaları itibarıyla biz, Türk hukuk sisteminin, 65’te Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, Medeni Kanun’daki düzenlemeler, Ceza Kanunu’ndaki düzenlemeler, aile nizamı aleyhine işlenen cürümler diye aile nizamına vurgu yapan 414’ten 440’a kadar, belki o tarihli 765 sayılı Kanun’da hükümler var. Demek ki bizim hukuk sistemimiz esas itibarıyla aile düzenini esas alıyor. Medeni Kanun, o tarih itibarıyla 88’inci maddesinden ta eşya hukukuna kadar onun bölümünde nişanlanma, evlilik, boşanma sebepleri, miras hukuku dâhil nikâh altındaki esas itibarıyla beraberliği önemseyen, buna vurgu yapan hükümler var, biz de bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu nereden çıkıyor? Bana sorulan soruda, İskandinav ülkelerinde “nikâh dışı serbest birliktelik diye bir şey var, buna ne diyorsunuz?” Biz de hukuk açısından bunun doğru olmadığını söylüyoruz. Ertesi gün böyle bir şey çıkıyor. Tekzip ediyoruz, tavzih ediyoruz, bu doğru değildir diyoruz, kimseye duyurduğumuz yok. Bir defa, öbürü manşetten verilmiş, tekzip kıyıdan, köşeden veriliyor. Aradan tam on üç sene geçti. Bunların hepsinin kaydı var ve evimde bir şey saklayacaksam, nüfus kâğıdımdan evvel bu kaydı saklıyorum, bu bant kaydını saklıyorum ibreti âlem için, çünkü çocuklarımı da, beni de zan altına sokan bir rezaleti, basın adına bir rezaleti ben yaşadım. Tam on üç sene Cemil Çiçek olarak ne zaman ismim öne çıksa, “Flörtün fuhuştan farkı yoktur” cümlesiyle başlıyoruz. Şimdi, 58’inci, 59’uncu Hükümet kuruldu, gündemde bir sürü konular var. Bu kişi, bu haberi yazan kişi bir haber kanalında basın kulübünü yönetiyor, programın ismi basın kulübü, ilk o programı yönetenlerden. Beni aradı “Sayın Bakanım, on üç senedir size itiraf etmek istediğim bir şey var.” Nedir o? “Siz, böyle bir şey söylemediniz. Biz, o zaman gazete olarak, sizin gruba karşıydık, bir başkasını destekliyorduk. Siz de o grubun önde gelenlerdendiniz, sizi sıkıntıya sokmak adına biz bu haberi yayınladık. Ben biliyorum ki siz o lafı söylemediniz ama ve bu böylece geldi. Ben itiraf ediyorum şimdi.” dedi. Ben de o zaman kendisine dedim ki, bunu sizin bana söylemeniz yetmiyor telefonda, kamuoyu beni böyle biliyor. Ben değil, benim çocuklarım da bu sıkıntıyı yaşıyor her gittiği yerde. Eğer bunu düzelteceksen senin programına çıkacağım. “Söz, düzelteceğim.” dedi. Gerçekten, basın kulübünde ceza kanunu düzenlemeleri var. Yine, böyle sağa sola çekilmesi müsait bir soru sordu. Ben de dedim ki, evvela şu on üç yıl evvel bana yaptığın bir haksızlığı kamuoyu önünde bir düzelt. De ki, siz o lafları söylemediniz, ben yazdım. “Evet, gerçekten, siz o lafları söylemediniz, biz farklı bir grubu destekliyorduk, bu sebepten dolayı biz o zaman yazdık, özür diliyoruz.” dedi. Ama aradan tam on üç sene geçti. Şimdi, on üç sene geçti ama hâlen o programı seyretmeyenler bakımından, öbürü kayıtlara geçtiği için, öbürü televizyonda ne zaman kim kimdir programlarına baksanız bizim böyle bir cümlemize rastlarsınız. O nedenle şimdi, laiklik gibi, Atatürk gibi, Türkiye’nin temel değerleri gibi konularda eğer hakkınızda bir şey çıkıyorsa, gazete yazıyor, siz ondan sonra istediğiniz kadar tavzih edin, bunun beraberinde getirdiği tortuyu ömür boyu taşıyorsunuz. Onun için belediye başkanı arkadaşımız hassasiyet gösteriyor, gidiyor tekzip ediyor ama tekzip de yayınlanmıyor. Yayınlanmıyor, asli cezaya gidiliyor, demin söylediğim karar alınıyor ama buna rağmen bir yargı mercii, bir başka yargı merciinin verdiği kararı delil olarak kabul etmiyor, birincisiyle işlem yapıyor ve böyle bir delil önünüze kadar gelebiliyor.
Şimdi bir başka şey daha ifade etmek istiyorum: Konya Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın, “Ben de bu okulda okudum. O dönem okul çok kalabalıktı, şimdi azalmış. İnşallah, bütün okullar imam hatip olacak.” dedi iddiası. Şimdi, biz, bu şu ana kadar söylediklerimizin hukuken ne anlam ifade ettiğini tartışmıyoruz, yani laiklik açısından, dava açısından bir anlam ifade edip etmediği değil, aslı olup olmadığını tartışıyoruz. Evvela böyle bir şeyin aslı var mı, varsa ondan sonra öbür kısım açısından bir değerlendirme yapacağız. Şimdi, bu tarihi itibarıyla söylüyoruz ki, İbrahim Halıcı böyle bir söz söylememiş. İbrahim Halıcı’nın anılan törende yaptığı konuşma aynı gün yayınlanan yerel gazetelerde, 30 Mart 2006 tarihli Öz Seydişehir, 31 Mart 2006 tarihli Seydişehir Toroslar Gazetesi, 26 Mart 2006 tarihli Seydişehir Posta Gazetesi, 28 Mart 2006 tarihli Memleket Gazetesi, 27 Mart 2006 tarihli Yeni Meram Gazetesi ve ulusal düzeyde de 27 Mart 2006 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde yer alıyor, iddianamedeki bu cümle kesinlikle yok. Ayrıca, bu iddianame gündeme geldikten sonra Seydişehir Gazeteciler Cemiyetinin, zaten Seydişehir’in nüfusu belli, orada kim ne yapar ne eder hepsi belli, onun bir açıklaması var. Kesinlikle böyle bir cümlenin, böyle bir konuşmanın burada geçmediğine dair onların da bir açıklaması var. Bu da bir başka husus yani, aslı olmayan bir konu.
Şimdi bir başka husus daha var, o da şudur: Bu önemli, önemsiyorum kendi yönümden de, en azından önemsiyorum partinin ötesinde: Şimdi, 8/11/2003 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair bir yönetmelik yayımlanıyor. “Bu yönetmelikte, gençleri cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda millî terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak hükmünün yönetmelikten çıkarıldığı” iddiası var. Bu iddia kesinlikle doğru değil. Evvela 8/11/2003 tarihli Resmî Gazetede. Bu, biz iktidar olduktan sonra yayınlanan gazete, Resmî Gazete, biz iş başındayız. Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 15’inci maddesinin kaldırıldığı, kaldırılan maddeyle demin söylediğim cümlenin çıkarıldığı iddiası doğru değil. Neden? Çünkü 1/12/1984 tarihli ve 18592 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Yönetmeliğinin 5’inci maddesinin (n) bendinde yer alan, gençleri -madde numarası değişiyor ama cümle aynen var, orada 15, burada 5’inci maddesi- cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda millî terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak hükmü yer alıyor. Bu hüküm 1984. Daha sonra, demek ki bu yönetmelikte iş başına gelen bakanlar yenileştirme ihtiyacı duyuyor. 30/1/1993 tarih ve 21482 sayılı Resmî Gazetede, Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinin 6’ncı maddesinin, bu defa 6’ncı maddesinin, (n) bendinde ve 15’inci maddesinin (h) bendinde aynen yer alıyor. Önceki yönetmelikle aradaki fark madde numarasının değişmesi ve aynı hükmün 15’inci maddeye de konulmasıdır. Şimdi, aynı hüküm, bu defa 17/10/2003 tarihli. O zaman biz iş başındayız, 2562 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinin Değiştirilmesine Dair Yönetmelik ile 6’ncı maddesinin (s) bendinde ve 16’ncı maddesinin (h) bendinde mükerreren yer alıyor. İddianamede geçen ve demin numarasını okuduğum Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin değiştirilmesine dair yönetmelikle söz konusu yönetmeliğin 15’inci maddesi yürürlükten kaldırıldı. Kaldırılan 15’inci madde, 31/1/1993 tarihli ve 21482 Sayılı Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin program dairesinin görevini düzenleyen madde. Dolayısıyla, ilgili dairenin adının eğitim, öğretim ve program dairesi başkanlığı olarak 17 Ekim 2003 tarihinde 25262 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan yönetmeliğin 16’ncı maddesiyle birleştiriliyor, çünkü mükerrerlik var. Yönetmeliğin 16’ncı maddesinin (i) bendinde de aynı hüküm yer almaktadır. Dolayısıyla, kaldırılmış bir hüküm yok, sadece yeri değiştirilmiş bir hüküm var. Çünkü bunlar gizli kapaklı değil, devletin arşivlerinde olan yönetmelikler, pekâlâ bunların açıkça görülme imkânı var iken, böyle bir inceleme yapılmaksızın, sadece mükerrerliği ortadan kaldırıp ama hükmü koruyan bir düzenleme bu hüküm ortadan kaldırılmış gibi bir değerlendirme yapılmış oluyor. Bu da doğru değil.
Şimdi bir başka husus, bu da kanaatimce çok önemli: Cemaat kavramının yasalara ilk defa girdiği iddiasıdır. Şimdi, cemaat bizim toplumumuzda iki türlü algılanır. Bunun bir dinî terminolojide ifade ettiği anlam vardır, bir de Lozan’dan kaynaklanan bir cemaat kavramı var. Şimdi, bu cemaat kavramı ilk defa bizim dönemimizde mevzuata girmiş bir kavram değil. Yasalara ilk defa Kurumlar Vergisiyle giriyor. Şimdi, bakınız, 10 Ocak 1961 tarihli Resmî Gazete, sayı numarası 10703. Şimdi buna baktığımızda, 1961 bu. 10’uncu maddesi, maddenin başlığı “Kanuni Temsilcilerin Ödevi.
Madde 10.- Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtların vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları hâlinde bunlara düşen ödevler kanuni temsilcileri tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların temsilcileri tarafından yerine getirilir.” diyor, 1961.
Sonra, 24/12/1985 tarihinde 3239 sayılı bir kanun var. Bunun 71’inci maddesine eklenen bent ile (e) bendiyle “Bu kanun tatbikatında sendikalar dernek, cemaatler vakıf hükmündedir.” diyor. Bu da 85’te yapılan bir değişiklik.
Ayrıca, 1949 tarihinde de “Sendikalar dernek, cemaatler vakıf hükmündedir.” diye tatbikatında bir hüküm var 5422 sayılı Yasa’da. Şimdi, bunlara baktığımızda demek ki, ilk defa bizim tarafımızdan, bizim iktidarımız tarafınızdan çıkarılan yasada cemaat kavramı kullanılıyor değil. Zaten, bunun ne anlamda kullanıldığını biz biliyoruz. Bu, Lozan’dan kaynaklanan, Türkiye’deki gayrimüslimlerin kurmuş olduğu bir kısım vakıflarla ilgili, onlara cemaat tabir edildiği için bu anlamda kullanılıyor. Peki, yapılan değişiklik ne bizim dönemimizde? Şudur: 13/6/2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun “Mükellefler” başlıklı 2’nci maddesinde hiçbir değişiklik yapılmıyor, sadece maddede geçen “tatbikatı” kelimesi yerine “uygulamasında”, “hükmündedir” kelimesi yerine de “sayılır” ibareleri kullanılarak günümüz Türkçesine bir uyarlama var ama cemaat kavramı eskiden var. Dolayısıyla, buradaki cemaat kavramı dinî terminolojideki tarikatları değil, Türkiye’nin taraf olduğu bazı uluslararası anlaşmalarda bahsi geçen dinî azınlıklara ait cemaatleri ifade etmektedir. Dolayısıyla, bu da zikrettiğim kanunlarda çok açık olarak görülebilecektir.
Bir başka önemli husus, bildiğiniz gibi 61 Anayasası ile beraber Türkiye planlı kalkınma dönemine giriyor, her beş yılda bir plan yapıyoruz. Bu plan hazırlıkları da en az bir yıl evvelden başlıyor. Şu an Türkiye Dokuzuncu Kalkınma Planını yürütmektedir. Bu kalkınma planı hazırlıkları kapsamında Dokuzuncusunun gelir dağılımı ve yoksullarla mücadele özel ihtisas komisyonu taslak raporunda, zekât sisteminin özel kurum ve teşkilatlarına kavuşturulması ve bu amaçla zekât mağazaları zinciri oluşturması önerisinde bulunulduğu iddiasıdır, iddianamenin 110’uncu sayfasında. Böyle bir iddia asılsız, böyle bir düzenleme yok, böyle bir ilke tespit edilip buna göre bir çalışma yok. Nereden yok biliyoruz? Devletin resmî yayınları arasında Devlet Planlama Teşkilatının Ankara 2007, Dokuzuncu Kalkınma Planı ile ilgili 2007-2013 Gelir Dağılımı ve Yolsuzlukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, böyle bir şey yok. Ayrıca, zaten bu haber çıktığında 24 Mart 2006 tarihinde Devlet Planlama Teşkilatı bunu tekzip ediyor “Bu doğru değildir” diyor kamuoyuna da hassasiyet gösterip açıklama yapıyor. Dolayısıyla, gazete haberi alınıyor. Yani gerçekten üzüldüğüm nokta, sabahtan beri nefes tüketmeye çalışıyoruz.
Şimdi, İddia Makamı bizim İddia Makamımız, bu ülkenin yargısının bir parçası, önemli bir parçası. Devlet Planlama Teşkilatı bu devletin teşkilatı, yani ayrı ayrı devletlerin kuruluşları değil ki aradaki mesafe belli, yani pek âlâ şu metni getirtip var mıdır yok mudur buna bir bakıp ona göre bir değerlendirme yapması gerekirken, burada da, kitap da burada, basın açıklaması da burada. Çünkü bu basın açıklamasının tarihi 24 Mart 2006, yani dava 14 Mart 2008’de açıldığına göre daha ortada dava yok, böyle bir şey yok. Devlet Planlama Teşkilatı, bir karışıklığa, bir yanlış anlamaya, bir ithama ve saireye sebebiyet vermemek adına hassasiyet gösterip bir açıklama yapmış ama maalesef şey yok.
Şimdi, içki yasağıyla ilgili iddianamede önemli vurgular var. Bir defa içki yasağının bu manada bizim tarafımızdan farklı bir bakış açısıyla düzenlemeye tabi tutulduğu iddiası doğru değil. Bu asılsız, çünkü Türkiye’de içki imalat, satış ve içilmesi yasak değil, sadece içki imalatı ve satışına dair belli kurallar var. AK Parti içki yasağı koyan veya içki kullanımını sınırlayan bir yasal düzenleme de yapmamış. Türkiye’de bu önemli bir sektör, zaten, kendi menfaatlerine şu veya bu şekilde dokunacak bir adım atsanız, bu, Türkiye’de herkes ayağa kalkar, herkes bunun dayanağı olan bir düzenleme varsa, bununla ilgili mutlak surette bir çabanın, bir gayretin içerisine girer. Bizim dönemimizde içki imalatını ve satışını kısıtlayan bir düzenleme de söz konusu değil, tam tersi özellikle okullar bakımından 200 metrelik bir mesafe söz konusu idi okulların olduğu bölgede. Ancak Türkiye’de turizmin gelişmesi ve bir kısım bu 200 metre yasağı, çok önceki dönemlerde çıkmış bir kısıtlamadır, özellikle Antalya ve güney sahilleri turistik bölgeler bakımından bu önemli bir mahzur teşkil ediyor. Vaki müracaatlar üzerine biz hükümet olarak doğru mu yaptık, yanlış mı yaptık ayrı bir şey konusudur. Tam tersi 200 metreyi 100 metreye düşürdük. Başka kesimlerin bizi suçlaması gerekirken, biz, bu defa buradan suçlanmış olduk. Bu da neye göre? 5002 sayılı Kanun numarası, 12/11/2003 tarihinde yürürlüğe girmiş ve Resmî Gazetede 25296. Okul binalarının sağlık, eğitim, öğretim ve ulaşım bakımından elverişli bir mahalde olması göz önünde bulundurulur. Meyhane, kahvehane, kıraathane, bar, elektronik, oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık alkollü içki satılan yerlerin okul binalarından kapıdan kapıya en az 100 metre uzaklıkta bulunması zorunlu idi. Yani kaldırmak, kısıtlamak yerine, 200 metreyi tam tersi 100’e düşürmüşüz. Turizmin yoğun olduğu yörelerdeki okulların tatil olduğu dönemlerde yukarıda belirtilen iş yerleriyle okullar arasında 100 metre şartı da aranmaz diyoruz. Dolayısıyla, aşağıdaki maddede de yine 100 metre şartını getirmişiz. Bu bakımdan bu iddia, bizim bakımımızdan çıkan kanun değerlendirildiğinde doğru bir şeye dayanmıyor. Ancak şu var: Tabiatıyla Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi bu alanda da ruhsatsız iş yeri açanlar var. Bunun beraberinde getirdiği sakıncalar ortada. Türkiye’de kim ne yapacaksa yasalara uygun yapması lazım. Ruhsatsız yerler olduğu takdirde ilgili idare makamları bununla ilgili olarak yargı mercilerine müracaat ediyor. Danıştay 10. Dairesinin muhtelif tarihlerde vermiş olduğu çok sayıda da karar var. Bu kararları ve karar numaralarını da yine ekinde yüksek mahkemeye sunmuş oluyoruz.
Yine, Sayın İddia Makamı son sözlü mütalaasında, AK Parti Genel Başkan Yardımcısının, Fethullah Gülen’in daveti üzerine Amerika’ya gitti. Orada bir anayasa paneli yapılıyor. Partiye hazırlık yapan bazı öğretim üyeleriyle Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat’ın Fethullah Gülen’in davet ettiği yolunda bir iddiaya yer veriyor. Halbuki bunun Kolombiya Üniversitesi tarafından davet edildiği ve üniversite yetkilisinin davet yazısında. Biz dosyayı ibraz ediyoruz, böylece bunun da varit olmadığı ortada.
Şimdi üzerinde duracağım başkaca hususlar var. Anayasa değişikliğini sistemi tartışmaya açmak olarak iddianamede suçlanıyoruz. Öğleden evvelki bölümde de arz etmeye çalıştım. Bu Anayasa 1982’ten bu tarafa dünyadaki, Türkiye’deki değişikliklere paralel olarak müteaddit defalar değiştirilmiştir. Birçok iktidar tarafından, birçok dönemde bu değişikliğe maruz kalmış. Bu Anayasanın bütünlüğünün bozulduğu ortadadır hatta yeni bir anayasa ihtiyacı sadece siyasetçilerin değil, hatırlayabildiğim kadarıyla, birçok yüksek yargı kurumlarının kuruluş yıl dönümlerinde veya adli yılın açılış toplantılarındaki konuşmalarda yüksek mahkeme başkanlarımızın açıklamalarında da var. Şimdi, Anayasa değişikliğini demokratik sistemi, demokratik laik sistemi tartışmaya açmak olarak Sayın İddia Makamı böyle niteliyor. Bu, doğru değil. Yani, eğer bunu böyle kabul ediyorsak, bunun delilinin ortaya konulması lazım. Biz neyi tartışmaya açmış oluyoruz? Sistemin omurgası, değişmezleri 1, 2, 3, 4 ve 174’üncü madde, onun dışındaki her madde değişebilir ihtiyaca göre, değişebileceğini bizatihi Anayasa kendisi kabul ediyor, “değişmezler bunlardır” diyor. Ben de sabahleyin arz etmeye çalıştım ki, her türlü ifade bozukluğuna rağmen, kaldı ki bu ilk üç maddenin yazılımıyla ilgili başka sivil toplum kuruluşları, mesela Barolar Birliğinin veya TÜSİAD adına hazırlanmış raporlarda da yeniden yazılımı var. Yazılım oradaki ilkeleri değiştirmiyor, hatta bazılarına göre, mesela hukuk devletinin olduğu yerde, bir başka vesileyle ifade ettim, Profesör Zeki Hafızoğulları bir tartışmada diyor ki “Hukuk devleti zaten laikliği de içine alır. Bunu buraya yazmaya gerek yok.” Ama tabiatıyla Türkiye’de herkes o seviyede meseleye bakmayacağı için, o dört maddenin aynen varlığını sürdürmesini biz parti olarak fayda gördük ama öbür tarafta tabiatıyla sistemin iyi işleyebilmesi, özellikle Anayasada olmaması gereken bir kısım maddeler var, ekonomik hükümler var veya güncelliğini yitirmiş bir kısım maddeler var. Bunların yeni baştan ele alınması bakımından bir Anayasa değişikliğini biz gündeme getirdiğimiz anda bunu, Sayın İddia Makamı, sistemi tartışmaya açmak olarak niteliyor ama sabah da arz ettim, bir başka kuruluş, Anayasa konvansiyonu altında bunu gündeme getiriyor. Yedi büyük meslek kuruluşu ki, toplumun en az 35-40 milyonunu bünyesinde barındırıyor bu kuruluşlar, “yeni bir anayasa ihtiyacı vardır “diye deklarasyon yayınlıyorlar, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde toplantılar yapıyorlar. Biz siyaset yapıyoruz, toplumda bir talep varsa, bu talebi değerlendirmek bizim görevimiz. Bunu karşılayabiliriz, karşılayamayız ayrı bir olay ama bu talepler gündeme geldiğinde ki, bunlar hepsi yazılı metinlerde var, buna uygun bir hazırlık yaparız, kamuoyunun tartışmasına açarız. Kaldı ki, zaten bir Anayasa değişikliği tek başına partinin işi değil, Anayasa değişikliği, yeni bir anayasa yapılması Türkiye Büyük Millet Meclisinin işidir, milletvekillerinin işidir.

Hiç yorum yok: