10.30.2008

AKPARTİ KAPATMA DAVASI GEREKÇELİ KARAR- BÖLÜM 3

12. TBMM Başkanının ifadeleri delil olarak kullanılamaz
Anayasaya göre, “siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler.” (m.94/2). Daha da önemlisi, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.” (m.94/6).
Bu hükümden anlaşılacağı üzere Meclis Başkanı tarafsız olup parti faaliyetlerine katılamamaktadır. Bu tarafsızlığın gereği olarak Meclis Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisini Meclis dışında temsil etmek, Cumhurbaşkanına vekalet etmek, Cumhurbaşkanınca Meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verilirken kendisine görüş bildirmek ve Meclisi doğrudan doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine toplantıya çağırmak gibi anayasal yetkiler verilmiştir.
Kuşkusuz Meclis Başkanı bir partinin üyesi olabilmektedir. Ancak konumu nedeniyle yaptığı konuşmalar partisi adına değil, kişisel olarak yapılmış sayılır. Bu nedenle Meclis Başkanının açıklamalarından üye olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün değildir. Kaldı ki, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç’ın iddianamede “laikliğe aykırı” beyanlar olarak yer verilen açıklamaları laikliğe aykırı değildir ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Öte yandan, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın bazı açıklamalarının tümü değil, bağlamından koparılarak sadece belli kısımları iddianameye alınmıştır. Örneğin, iddianamede, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit Osman Avcı Eğitim Tesisi’nde basınla düzenlediği sohbet toplantısında yaptığı konuşmanın belli bir kısmı alınmış ve özellikle şu cümleler öne çıkarılmıştır: “Laiklik tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de gelişir. Ama bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye’de bu sebeple laikliğin ihlal edildiğini söylemek de mümkün değildir.” (s.63-64). Oysa Bülent Arınç aynı konuşmada laik devlette hukuk kurallarının din kurallarına dayandırılmayacağı ile ilgili olarak şu sözleri de söylemiştir: “Çünkü laik bir ülkenin kanun koyucusu, dini amaçlarla kural koyamaz… Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Laikliği kabul eden bir ülkede yasama organı, Kur’an-ı, Tevrat’ı, İncil’i esas olarak kural koyamaz, düzenleme yapamaz.”
Buradan da anlaşıldığı üzere, iddianamede delil olarak sunulan konuşmalar bütünlüğü bozularak, cımbızlama yöntemiyle, sadece iddia makamının argümanını desteklediği varsayılan bölümlere yer verilmiştir. Bu konuşmalar bütünlüğü içinde değerlendirilseydi böyle bir davanın hiç açılmaması gerekirdi. Partimiz mensuplarının değişik vesilelerle yaptıkları binlerce konuşmada olduğu gibi, iddianamedeki ifadelerin tamamı da Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerini pekiştirme amacına yöneliktir.
Diğer yandan, iddianame Meclis eski Başkanı Bülent Arınç ile ilgili olarak, “8 inci Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’a gönderme yaparak, onun gibi “Sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı’” seçeceklerini ifade etmiş” olduğunu belirtmektedir. İddianameye göre, Arınç, “Cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan ‘dindar’ niteliğini de ekleyerek TBMM Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan ve laik devlet ilkesine aykırı hareket etmekten çekinmemiştir.” (s.142).
Anlaşılan Başsavcı, sosyolojik ve siyasi olgularla anayasal hükümleri birbirine karıştırmaktadır. Bülent Arınç’ın sözleri, özellikle merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la ilgili olarak, farklı siyasi görüşlere sahip kişiler tarafından sıklıkla kullanılan bir tespiti ifade etmektedir. Elbette Anayasada Cumhurbaşkanının seçilme nitelikleri arasında “dindar” niteliği yoktur. Ancak, aynı şekilde Anayasada Cumhurbaşkanının “sivil” ve “demokrat” olması gerektiğine dair bir hüküm de yoktur. Bu gerçekliğe rağmen, bir sosyolojik tespitten hareketle “İran Anayasası”yla bağlantı kurmak, ancak bilim kurgu kitaplarında rastlanabilecek bir ilişkisizlik ve şaşırtmaca örneği olabilir.
13. İddianamedeki “şiddet ihtimali” iddiası tamamen hayal ürünüdür
İddianamedeki delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddianamede “Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen ‘ılımlı İslam’ modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür” denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
Ayrıca, iktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: “Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur” (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları yargı denetimine tabi olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:
“Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını’ çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir” (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre “davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır” (s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir: “İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle”nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir? Başsavcının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba Başsavcıya bu konuda “sessiz kitleler”den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır? Varsa her türlü gazete haberini iddianameye “delil” olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir?
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti’ye karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda sesli bir muhalefet de vardır. Tüm kitle iletişim imkanlarını ve yasalarımızın öngördüğü demokratik platformları ve yolları kullanarak, özgür bir biçimde muhalefetlerini de ortaya koymuşlardır. Bu ortamda gerçekleşen 22 Temmuz 2007 seçim sonuçları, toplumun partimizden ve Ak Parti iktidarından tedirgin olmadığını aksine memnuniyetinin artarak devam ettiğinin “demokratik ölçüm aletleri”yle kesin olarak teyit edilmiş bir delilidir.
14. AK Parti Hükümetinin dış politikası Anayasaya aykırı değildir
İddianamede AK Parti hükümetlerinin izlediği dış politikanın da kapatmaya gerekçe olarak sunulması anlaşılır bir durum değildir. Devletlerin dış politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından, demokratik ülkelerin tamamında seçimle işbaşına gelen siyasi iktidarlar sorumludur. Hükümetler, başarısız dış politika tercih ve uygulamalarının hesabını da parlamentoya ve halka karşı vermek zorundadırlar. Ancak temel dış politika tercihlerinden dolayı bir iktidar partisinin suçlanması görülmüş bir olay değildir. Kaldı ki, AK Parti iktidarlarının bölgemizde ve Ortadoğu’da izlediği politikalar Cumhuriyetin temel niteliklerine ve milli menfaatlerimize tamamen uygundur.
Bölgesel bir güç haline gelen Türkiye’nin, Irak başta olmak üzere çevresinde olup bitenlere seyirci kalması veya sırtını dönmesi beklenemez. İktidara geldiğimiz 2002 yılından bu yana izlediğimiz proaktif dış politika sayesinde Türkiye, bölgesinde ve uluslararası kurumlarda etkin ve saygın bir ülke haline gelmiştir. Irak’tan Lübnan’a, Rusya’dan Avrupa Birliği’ne, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada izlediğimiz etkin dış politika, Türkiye’ye duyulan güveni artırmıştır. Bunun sonucu olarak Türkiye’nin itibarı yükselmiş, uluslararası sermaye ülkemizi tercih etmeye başlamış, NATO zirvesi dâhil olmak üzere Türkiye pek çok uluslararası toplantıya ev sahipliği yapmış, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş, Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda kısa sürede önemli mesafe alınmış, Türk iş adamlarının dünyaya açılımı hız kazanmış, Türk firmaları çok geniş bir coğrafyada ticaret yapar hale gelmiş ve Türkiye bölgesinin en önde gelen aktörlerinden biri olarak kabul görmüştür.
Milli çıkarlarımızı savunmanın içimize kapanmaktan değil, kendi coğrafyamıza ve tarihimize dayanarak dünyaya açılmaktan geçtiğine inanan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri, Birleşmiş Milletler, G-8, NATO, OECD, IKO, AGIT ve AB’nin diğer organları bünyesinde yürütülen çalışmalara etkin olarak katılmış, çeşitli inisiyatiflere öncülük etmiş ve böylece bölgesel ve küresel barış ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmuştur. Bu çerçevede 2004 yılındaki G-8 zirvesine davet edilen Türkiye, dünyanın gelişmiş sekiz ülkesiyle beraber (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya) dünya ve bölge sorunlarını masaya yatırmış ve özellikle bölgemizde barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik girişimleri desteklemiştir.
Bölgesel ve küresel barışı milli menfaatlerimiz için öncelikli bir mesele olarak gören AK Parti hükümetleri, BM bünyesinde İspanya Devleti ile beraber eş başkanlığını yaptığı Medeniyetler İttifakı projesine de bu çerçevede katılmıştır. İddianamede “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) ile karıştırıldığı anlaşılan Medeniyetler İttifakı projesine ülkemiz İspanya’yla beraber öncülük etmiş ve etmeye devam etmektedir. Sadece milli ve bölgesel unsurlarla evrensel değerler arasında değil, farklı kültürler ve milletler arasında da barış ve uzlaşmanın olması gerektiğine inanan Hükümetimiz, bu ilkeye bu tür projelerle kurumsal bir kimlik kazandırmıştır. Evrensel hukuk normlarının ve demokratik kurumların yaygınlaşması ve desteklenmesi, hem bölgesel barış ve istikrarı sağlayacak, hem de Müslüman dünya ile Batı medeniyeti arasındaki ilişkilerin barışçıl ve yapıcı bir zeminde ilerlemesini sağlayacaktır. Bölgesel ve küresel güvenliğin, barış ve istikrarın sağlanması, ancak böyle bir dış politika vizyonu ile mümkün olabilir.
Sonuç olarak, AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik olmasına rağmen, iddianamede adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.
IV. İDDİANAME YANLIŞ BİLGİLER, ÇARPITMALAR VE KURGULAMALARDAN OLUŞMAKTADIR
Partimiz hakkında düzenlenen iddianame baştan sona okunduğunda ilk göze çarpan husus, çok özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınmış olmasıdır. Gerçekten büyük bir kısmı doğruluğu araştırılmadan gazete kupürlerine dayanılarak hazırlanmıştır. İddianame, düzeltmeler, açılan davalar ve mahkeme ilamları dikkate alınmadan, televizyon programlarında yapılan tartışmaların kayıtlarına bakılmadan, günlük gazetelerde çoğu kez çarpıtılarak verilmiş haberler ve köşe yazarlarının kasıtlı yorumları “makaslama” ve “cımbızlama” yöntemiyle delil hanesine konularak kaleme alınmıştır. Böylece “klasörleri dolduran deliller” ile desteklenen bir iddianame görüntüsü verilmeye çalışılmıştır.
İddianamede bir kısmını aşağıda belirttiğimiz çok sayıda kendi içerisinde çelişkili, gerçeklikten uzak, mesnetsiz ve hukuken yanlış ifadeler bulunmaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gibi bir merci tarafından hazırlanan bir iddianamede bu kadar fazla tahrifat, çarpıtma ve fahiş hataların bulunması, partimize karşı ciddi bir önyargı ve kuşku beslendiği ve ele geçen her türlü haber ve rivayetin doğruluğu araştırılmadan “delil” adı altında bir araya toplandığı intibaını vermektedir.
İddianame aynı zamanda tam bir “totoloji” abidesidir. Gerçekten de, aynı sözlerin birkaç kez tekrarlanması suretiyle iddianame şişirilmiştir. Bu yöntemle eylemler ve söylemler abartılarak, Anayasanın “odak” olmada aradığı “yoğunluk” ve “kararlılık” şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimi verilmek istenmiştir.
1. Başbakan’ın New Straits Times’a verdiği mülakat tahrif edilmiştir
Başbakan’a atfedilen ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ (s.27) sözü, iddianamedeki çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan’ın Malezya’da yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede İngilizce’ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Ek’te dönemin Star Gazetesinin talebi üzerine Malezya’nın Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan’ın “İslam devleti” anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Delil olarak sunulan kısmın İngilizcesi şöyledir. (EK – 19)
“NST: What role would Turkey want to play in global affairs as a modern Muslim nation?
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel) Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations. Turkey can show that harmony of civilisations is possible.”
Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın Merkezi’nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır. Mülakatın ilgili kısmı şu şekildedir : (EK – 20)
“SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi bir rol oynamak ister?
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet’in ve demokrasinin, ahenkli bir biçimde birarada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.”
Tek başına bu örnek bile, İngilizce metinlerin çevirisi yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve yorumlarından önyargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle “Ek” olarak sunulması, partimiz hakkında “delil” oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını açıkça göstermektedir. Bu sözde “delil” oluşturma sürecine bazı gazete ve gazetecilerin de katkıda bulunma gayreti içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Ayrıca, bizzat iddianamede yer verilen, Başbakan’ın başka bir vesileyle söylediği şu sözler de bu kavramların kullanılmasında ne kadar hassasiyetle davranıldığını göstermektedir:
“… Halkının yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde şunu unutmayalım ve gerçekleri birbirine hiçbir zaman karıştırmayalım; İslam devleti olmak başka bir şey, bir İslam ülkesi olmak başka bir şey. Bir defa bunu çok iyi kavrayacağız, çok iyi anlayacağız ve bu anlayışla yarına bakacağız. Ben teşkilatımızın insanlarını bu hassasiyete özellikle davet ediyorum…” (s.39)
Başbakanın bu açıklamaları, laikliğe aykırı olmak bir yana, medeniyetlerin uyumuna vurgu yapmak suretiyle, dinlerin çatışma ve gerginlik yerine toplumlar arasında barışa ve uyuma katkı yapabilecek biçimde yorumlanabileceğine ve Türkiye’nin de modern bir İslam ülkesi olarak bunu başarabildiğine işaret etmektedir.
2. Basında yer alan haberler doğrulanmadan “delil” olarak kullanılmıştır
İddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç’ın “laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri” arasında, “Başkanlığını yaptığı TBMM’nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı” şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir (s.57).
Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç’a yöneltilen “TBMM kampusü içindeki mescitte Kur’an Kursu açılıp açılmadığı” şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3.7.2005 tarihli cevapta Mecliste Kur’an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir. (EK – 21)
3. Anayasanın dili tahrif edilmiştir.
İddianamede Anayasa’nın 90 ıncı maddesinin son fıkrası tırnak içinde aynen aktarılmasına rağmen dili değiştirilmiştir. Son fıkra şöyle alıntılanmıştır: “yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır” (s.9). Halbuki, Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasının son cümlesi şu şekildedir: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Benzer bir yanlışlık, Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrası aktarılırken de yapılmıştır (s.7). Anayasadan aynen alıntı yapılmadan kullanılan terim ve kavramlar kişisel tercihin yansıması olarak kabul edilebilir. Hiç kimsenin Anayasanın dilini beğenme mecburiyeti yoktur. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında hiçbir kişi veya kurumun Anayasanın dilini değiştirmeye kalkışma yetkisi de yoktur. İktidar partisinin Anayasaya aykırı fiillerin odağı haline geldiğini ileri süren bir iddianamenin en azından Anayasanın diline sadık kalması beklenirdi.
4. Anamuhalefet partisi Anayasa değişikliklerinin şekil denetimini isteyemez.
İddianameye göre, Anayasanın 10 ve 42 inci maddelerinde değişiklik yapan “yasanın iptali için Ana Muhalefet Partisi 27.02.2008 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.” (s.133). Bu ifade hem hukuki hem de olgusal olarak yanlıştır. Anayasanın 148 inci maddesine göre, anamuhalefet partisinin Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların şekil bakımından denetlenmesi için Anayasa Mahkemesine başvurma yetkisi yoktur. Bu yetki Cumhurbaşkanına ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte birine aittir. Bilindiği gibi, mevcut anamuhalefet partisinin milletvekili sayısı tek başına böyle bir başvuru için yeterli değildir. Nitekim söz konusu kanunun iptali için bağımsız ve bazı muhalefet partilerine mensup milletvekilleri birlikte başvuruda bulunmuştur.
5. “Cemaat” kavramı yasalara yeni girmemiştir
İddianamede “13.6.2006 gün ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun ‘Mükellefler’ başlıklı 2. maddesinin beşinci fıkrasında; ‘Dernek veya vakıflara ait iktisadî işletmeler: Dernek veya vakıflara ait veya bağlı olup faaliyetleri devamlı bulunan ve bu maddenin birinci ve ikinci fıkraları dışında kalan ticarî, sınaî ve ziraî işletmeler ile benzer nitelikteki yabancı işletmeler, dernek veya vakıfların iktisadî işletmeleridir. Bu Kanunun uygulanmasında sendikalar dernek; cemaatler ise vakıf sayılır.’ hükmü getirilerek, cemaat kavramının yasalara girdiği,” ileri sürülmüş ve bu husus da “laiklik karşıtı eylemler” arasında sayılmıştır. (s.110-111).
Halbuki “cemaat” kavramı, yasalara ilk defa girmiş değildir. (EK – 22) Türkiye’de Kurumlar Vergisi Kanunu ilk olarak 3.6.1949 tarihinde kabul edilmiştir (5422 sayılı KVK, Resmi Gazete 10.6.1949-7229). Bu ilk Kurumlar Vergisi Kanununda da, “Bu Kanunun tatbikatında sendikalar dernek; cemaatler vakıf hükmündedir” hükmüne yer verilmiştir (m.1,f.2). 13.6.2006 tarihinde ise Kurumlar Vergisi Kanunu yenilenirken bazı hükümler aynen korunmuş, bazıları değiştirilmiştir. Yeni düzenlemede yapılan değişiklik, “tatbikatında” kelimesi yerine “uygulamasında”, “hükmündedir” kelimesi yerine de “sayılır” denilmesinden ibarettir. Öte yandan, “cemaat” kavramı 1961 tarihli Vergi Usul Kanununun 10 ve 94 üncü maddelerinde de geçmektedir. Kaldı ki, vergi hukuku tekniği açısından bu maddedeki “cemaat” kavramı Başsavcının zannettiği gibi “tarikatları” değil, Türkiye’nin taraf olduğu bazı uluslararası andlaşmalarda bahsi geçen “dini azınlıklara ait cemaatleri” ifade etmektedir. Hükmün amacı da, bu cemaatlere ait ticari işletmelerin vergilendirilmesini sağlamaktır.
6. “Hastalar için ibadet mekanı” düzenlemesi on yıldır yürürlüktedir
İddianamede “Sağlık Bakanlığı’nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı’nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü” belirtilmekte ve bunun iktidarın laiklik ilkesine aykırı bir eylemi olduğu ileri sürülmektedir (s.154). Söz konusu yönetmelik taslağının 113.maddesinde “Sağlık kuruluşlarında, hastaların dinî gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekânlar ayrılır” şeklinde bir hükmün olduğu doğrudur. Ancak, bunun laiklik ilkesine aykırı olduğunu söylemek için hasta hakları konusundaki ulusal ve uluslararası düzenlemelerden habersiz olmak gerekir. Üstelik bundan haberdar olabilmek için çok fazla araştırma yapmaya da gerek yoktur. Taslak yönetmeliğin “laikliğe aykırı” olduğu ileri sürülen aynı maddesinin ikinci fıkrasında atıf yapılan ve on yıldır yürürlükte bulunan Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesine bakmak yeterlidir.
01.08.1998 tarih ve 23420 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Hasta Hakları Yönetmeliğinin “Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini Hizmetlerden Faydalanma” başlığını taşıyan 38 inci maddesinde aynen şöyle denmektedir: “Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir. İfadeye muktedir olmayıp da dini inancı bilinen ve kimsesiz olan agoni halindeki hastalar için de, talep şartı aranmaksızın, dini inançlarına uygun olan din görevlisi çağrılır. Bu hakların nasıl ve ne zaman kullanılacağı ve bu konuda alınacak tedbirler, sağlık kuruluşunun çalışma usul ve esaslarını gösteren mevzuatta ayrıca düzenlenir.”
Bu yönetmelik, yayın tarihinden anlaşılacağı üzere, iktidarımızdan çok önce yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekanların ayrılmasını öngören ve henüz yürürlüğe girmemiş olan bir yönetmelik hükmü “laikliğe aykırı bir eylem” olarak görülüyorsa, aynı konuda on yıldır yürürlükte bulunan bir yönetmelik hükmünü nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Kaldı ki, ulusal hukuktaki bu düzenleme hasta hakları konusundaki uluslararası standartlarla tamamen uyumludur. Sağlık kuruluşlarında hastaların seçtikleri dine göre din adamlarından destek alabilmeleri ve dini gereklerini yerine getirebilecekleri imkanlar sağlanması sağlık hizmeti gereklerine, sağlık kuruluşları akreditasyon standartlarına, hasta hakları hususundaki evrensel bildirgelere ve uluslararası sağlık kuruluşları kriterlerine göre yapılmış bir düzenlemedir. Dünya Tabipler Birliği’nin yayınladığı 1981 Lizbon ve 1995 Bali “Hasta Hakları Bildirgesi”, Amsterdam’da 1994 yılında yayımlanan Avrupa’da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi, Amerika Hastane Birliği Hasta Hakları Bildirisi gibi birçok uluslararası belgede bu konuda düzenlemeler mevcuttur.
Son yıllarda sağlık hizmeti sunumu, sağlık kuruluşlarının fiziki yapısı, tıbbî malzeme, sağlık personeli gibi alanlarda Sağlık Bakanlığımız ve ülkemizin özel sağlık sektörü uluslararası standartları yakalamış ve ülkemiz bu hususta Dünya ülkeleri arasındaki yerini almış bulunmaktadır.
Dünyada ve özellikle ABD’de en yaygın ve saygın sağlık kuruluşlarının akreditasyon kuruluşu olan JCI (Joint Comission International-Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından 2003 Yılı Ocak Ayında yayımlanan “Hastaneler İçin Akreditasyon Standartları”nda, “Kurum hasta ve ailelerinin ibadet taleplerine ya da hastanın ruhani ve dini benzer taleplerine cevap veren bir sürece sahip olmalıdır” ve “Bir hasta ya da ailesi dini ya da ruhani inançlarla ilgili olarak birisi ile görüşmek istediğinde, kurum bu isteğe yanıt verme sürecine sahip olmalıdır” şeklinde ifade edilen standartlar bulunmaktadır.
Ülkemizde de, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi hastaneleri, Mesa, Bayındır, Acıbadem, Amerikan Hastaneleri gibi 20 civarında hastanenin JCI (Joint Comission International- Uluslararası Birleşik Komisyon) tarafından akredite edildiği ve bu hastanelerin hastalarının dini ve ruhani taleplerini karşılama standartlarını yerine getirdiği bilinmektedir.
Diğer taraftan Amerika, İngiltere, Almanya, Avustralya gibi ülkelerin hastanelerinde her biri kendi çalışma alanında uzman üyelerden oluşan “Etik Kurullar” yer almakta olup, “Hastanenin Din Sorumlusu” da bu Kurulun üyesidir. Uygar ülkelerde bu tür düzenlemeler yapılmakta ve bu düzenlemeler insan haklarının ve bunun sağlık alanında yansıması olan hasta haklarının bir gereği olduğu değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak, “hasta hakları”na ilişkin AK Partiye yöneltilen bu suçlama da, iddianamenin temel sorunlarından birinin iddialarla ilgili ulusal ve uluslararası hukuki düzenlemeler ve etik standartlar (EK – 23) araştırılmadan kaleme alındığını göstermektedir.
7. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliğinden sadece mükerrer hükümler çıkarılmıştır
İddianamede, “Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Yönetmeliği”nin 15 inci maddesinde yer alan ‘Gençleri Cumhuriyet esaslarına göre hazırlayacak ve okullarda milli terbiyeyi kuvvetlendirecek tedbirleri almak’ şeklindeki hükmün 8.11.2003 tarihinde kaldırıldığı ileri sürülmektedir (s.107). Halbuki, burada kaldırılan hüküm, aynı yönetmeliğin 6 ıncı maddesinin “s” bendinde ve 16 ıncı maddesinin “i” bendinde açıkça yer almıştır. Üstelik bu hükümler söz konusu yönetmeliğe 17.10.2003 tarihinde Hükümetimiz tarafından konulmuştur. Son yapılan değişikliğin amacı, sadece aynı hükmün Yönetmelikte mükerrer yazımını önlemektir. Dolayısıyla Yönetmelikten söz konusu hükmün çıkarıldığı iddiası gerçek dışıdır. (EK – 24)
8. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nda görevlendirilen personel tek bir sendikaya üye değildir
İddianamede “Talim Terbiye Kuruluna sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen’e üye olanlar arasından seçildiği” ileri sürülmektedir (s.113). Halbuki, görevlendirilen öğretmenlerin 9’u Türk Eğitim-Sen, 4’ü Eğitim-Bir-Sen, 2’si Eğitim-Sen üyesidir. Diğerleri ise hiçbir sendikaya üye değildir. (EK – 25)
Ayrıca, masumiyet karinesine herkesten çok dikkat etmesi gereken iddia makamının, yasal bir kuruluş olarak faaliyet gösteren bir sendikayı “Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen” bir kuruluş olarak nitelemesi ve bu sendikaya üye devlet memurlarını da zan altında bırakması hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
9. Kadrolaşma iddiaları mesnetsizdir
İddianamede yer verilen Hükümetimiz dönemindeki kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması yapılırken, hiçbir somut delil ortaya konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin atanmıştır? Bu atananların laiklikle ilgili sorunları nedir ve hangi nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır? Bu soruların cevapları iddianamede yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden suçlamak, hukuk devleti anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.
Diğer taraftan, bütün atamalar için mevzuat gereği “Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü” tarafından inceleme ve güvenlik soruşturması yapılmaktadır. İktidarımız döneminde göreve atanan personel için gerekli güvenlik soruşturmaları yapılmış olup, özellikle üçlü kararname ile atanan personelin kararları, Başsavcıyı da göreve getiren zamanın Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmıştır. Ayrıca, tüm bu atamalar idari yargı denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya yasalara aykırı işlemlerin yargı tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Hal böyleyken, yasalara tamamen uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf “kadrolaşma” olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianamede “Devlet kadrolarının İslami bir yapıya dönüştürülmesi” sürecinde “Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda görev yapan çok sayıda memur”un, diğer kurumlar yanı sıra hastane yöneticiliğinde görevlendirildiği iddia edilmiştir (s.143). Bu iddia da, diğerleri gibi, asılsızdır. Şöyle ki:
Başka kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personelin Sağlık Bakanlığına nakilleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kurumlar arası nakli düzenleyen 74 üncü maddesinin birinci fıkrasının “Memurların bu Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak dereceleri üzerinden veya 68 inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece yükselmesi suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür” hükmü çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.
Söz konusu hüküm çerçevesinde, evvelce, tüm Bakanlıklarda olduğu gibi, başka kamu kurum ve kuruluşundan takdîren atamalar yapılabilmekte ve bu atamalarda kamu yararı ve hizmet gerekleri dışında bir kısım sübjektif saik ve maksadlar gözetilebilmekte iken, 8.6.2004 tarihli ve 25486 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe konulan Sağlık Bakanlığı Atama ve Nakil Yönetmeliği ile kurumlar arası nakiller bakımından (m.17) objektif kıstaslar belirlenmiş ve başka kurumlardan Sağlık Bakanlığımıza nakillerde, Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilerek kura usûlü kabul edilmiştir. Bu çerçevede Sağlık Bakanlığına Şubat ve Eylül dönemlerinde kura ile kurumlar arası nakiller yapılmaktadır. Bu şekilde yapılacak atamalarda ilan edilecek kadrolar, 6 ncı ve 5 inci hizmet bölgelerinden başlamak üzere belirlenmektedir. Kura, bütün kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele açık olup, kurum ve personel bakımından herhangi bir kısıtlama sözkonusu değildir ve esasen kısıtlama yapılması da hukuken mümkün olamaz.
Diyanet İşleri Başkanlığı da, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun uyarınca Başbakanlığın bağlı kuruluşu olup, bir kamu kurumudur ve personeli de memur statüsündedir. Dolayısıyla bütün kamu kurum ve kuruluşunda çalışan personel gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı personeli de Sağlık Bakanlığımızın kurumlar arası naklen atama kurasına müracaat edebilmekte ve kurada çıktığı ve yerleştiği takdirde ataması yapılmaktadır.
Kura, herkesin katılımına açık olup, boş kadrolar ilan edilmekte ve müracaatlar alınıp tercihler yapıldıktan sonra noter huzurunda gerçekleştirilmektedir. Kurumlar arası atamalar bu şekilde kura ile yapıldığından, torpil, iltimas ve sair usul ile objektiflikten uzak atamalar yapılması maddeten de mümkün olamaz. Herhangi bir kurum veya personele ayrıcalık tanınması veya müracaatının engellenmesi de sözkonusu değildir.
Diğer yandan, Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelere yönetici atamaları da “Sağlık Bakanlığı Personeli Unvan Değişikliği ve Görevde Yükselme Yönetmeliği” hükümleri çerçevesinde yapılmakta olup; bu Yönetmelikte belirlenen şartları taşıyan bütün personel görevde yükselme eğitim ve sınavına katılabilmekte ve bu eğitim ve sınav neticesinde başarı durumuna göre atama yapılmaktadır.
Diğer kamu kurum ve kuruluşlarından Bakanlığımıza atanmak isteyen personel kura ile tespit edilip atandığından ve Sağlık Bakanlığı hastanelerine yapılan yönetici atamaları da, şartları taşıyan tüm personelin katılımına açık görevde yükselme eğitimi ve sınavı neticesinde yapıldığından, Diyanet İşleri Başkanlığı personeline özel bir uygulama yapılması veya ayrıcalık tanınması hukuken mümkün değildir.
Bu sebeplerle, Diyanet İşleri Başkanlığında görev yapan “çok sayıda” memurun, hastane yöneticiliğine görevlendirildiği iddiası tamamen afâki ve mesnetsizdir. Kaldı ki, iddia makamının değerlendirmesinin aksine, Sağlık Bakanlığına ait bu tip sağlık hizmetleri sınıfı dışında personelin atanabileceği 1650 kadar yönetici kadrosundan, AK Parti iktidarı döneminde Diyanet İşleri Başkanlığından atama veya görevlendirme suretiyle yönetici yapılan personel sayısı sadece 6’dır.
Sonuç olarak, önceki iktidarlarla karşılaştırıldığında AK Parti iktidarının kamu kurumlarına yönelik bir kadrolaşma politikasını olmadığı bir gerçektir.
10. Hakkında disiplin soruşturması açılan partililerin beyanlarının delil olarak iddianameye konulması mümkün değildir
İddianameye göre, “siyasi partilerin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem ve söylemleri nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında disiplin soruşturması başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır” (s.25). Buna rağmen partimizin bazı üyelerle ilgili olarak parti tüzüğü uyarınca yaptığı disiplin soruşturmalarının görmezlikten gelinerek, hakkında soruşturma işlemi yapılan parti üyelerinin beyanlarının da delil olarak sunulması bir tutarsızlık ve önyargının bulunduğunu göstermektedir.
İddianamede partimizin bazı milletvekillerinin başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve başka konulardaki kişisel beyanları partimiz aleyhine delil olarak sunulmuştur. Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir. (EK – 26)
Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla bu kişiler hakkında partimizin disiplin soruşturması başlattığı kamuoyuna açıklandığı ve basın ve yayın organlarında da yer aldığı halde, bu sözlerin partimiz hakkında delil olarak sunulması iyiniyetle bağdaşmayan bir tutumdur.
11. Tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalar iddianamede deliller arasında sayılmıştır
İddianamede daha sonra tekzip edilen parti üyelerine ait beyanlar da delil olarak kullanılmıştır. Halbuki, kamu adına hareket eden iddia makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi. Ayrıca aynı haber birden fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir.
Bu bağlamda iddianamede AK Parti Mardin Milletvekili Nihat Eri’nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak “Böyle olunca da gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,” dediği ileri sürülmüştür (s.77). Halbuki söz konusu konuşma iddianamede ileri sürüldüğü gibi olmayıp, bu konuşmada kesinlikle “tekke” kelimesi geçmemiştir. Nitekim Komisyon Başkanı da bu durumu teyit etmiştir. Ayrıca, basında çıkan haberler üzerine Nihat Eri, “tekzip” metni göndermiş, ertesi günkü yayınlarında bir kısım gazeteler açıklamalarından bahsetmiştir. Tekzipten hiç bahsetmeyen bir gazete muhabirine Basın Konseyi tarafından “uyarma” cezası verilmiştir. (EK – 27)
Diğer yandan, iddianamede AK Parti İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın açıkça “Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık” şeklinde ifade ettiği kişisel görüşleri adeta partimizi bağlayan beyanlar olarak gösterilmiştir (s.98). Bağış bu konuşmanın bazı kısımlarını tekzip ettiği ve tekzip metni 7 ve 8 Şubat 2008 tarihli basın ve yayın organlarında yer aldığı halde iddianamede bu husus belirtilmemiştir. Aksine, bu konuşmanın bağlamından koparılarak ve tekzipler dikkate alınmadan, Merve Kavakçı hadisesiyle irtibatlandırılmaya çalışılması (s.124), iddianamenin kurgusal boyutunu gösteren diğer bir çarpıcı örnektir. (EK – 28)
İddianamede, bir televizyon programında “AKP’nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler’in türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu’nun, “Acele etmeyin ona da sıra gelecek” diye yanıtladığı” şeklindeki ifadelere yer verilmiştir (s. 95).
Bu iddia da tamamen gerçek dışıdır. Burhan Kuzu, hiçbir yerde böyle bir açıklama yapmamıştır. Bu konuda yayınlanan gazete haberlerine itibar etmek yerine, söz konusu televizyon programının kasetleri izlenmiş olsaydı, iddianamede bu asılsız sözlere yer verilmezdi. Nitekim Kuzu, hakkında bu yönde çıkan gazete haberlerini tekzip etmiş ve bu tekzip yazısı daha önce bu yanlış haberi yayınlayan gazetelerin köşe yazarları tarafından da yayınlanmıştır. (EK – 29)
Aynı şekilde, iddianamede partimiz Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin’in “kamuda türban takılması” hakkında beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. (s.97). Ancak, Fatma Şahin’in konuşması bazı basın organlarında tamamen çarpıtılarak yer almıştır. Şahin, daha sonra “kamuda çalışanların başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir düşüncesi ve çalışmasının olmadığını” açıkça belirtmiş ve bu konudaki düzeltmeler farklı basın organlarında yer almıştır. (EK – 30) Ne yazık ki, bu düzeltmeler de iddianamede yer almamıştır.
İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “Reformlar sancılı olur… Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz.” şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali Yıldırım’ın bu konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece birisinde “kanlı oldu” ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok sayıdaki diğer yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle “Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak zorundayız” şeklinde yer almaktadır. (EK – 31)
İddianamede Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya’da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte “Eğer bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var…Türban takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir…Bizim kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan konudan büyük sorun yaratırız” dediği ileri sürülmektedir. (s. 89). Oysa Mehmet Aydın bu sözleri Almanya’da o tarihte yaşanan başörtüsü tartışmaları hakkında söylemiştir. Mehmet Aydın’a Almanya’da adı geçen gazete muhabiri, “Berlin’de başını örterek devlet okulunda derslere giren öğretmen nedeniyle Almanya’da yoğun şekilde İslami başörtüsü tartışılmaktadır. Hicap (başörtüsü) İslamcı aşırılığın bir simgesi midir?” şeklinde sorular yöneltmiştir. Aydın’ın iddianamede yer verilen sözleri bu soruya verilen bir cevap olup, Türkiye’deki sorunla ilgisi yoktur. (EK – 32)
Diğer yandan, iddianamede Konya’nın Seydişehir AKP’li Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın ‘‘İnşallah bütün okullar imam hatip olacak’’ dediği, ileri sürülmektedir (s.105). Sadece Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu iddia tamamen asılsızdır. İddianamedeki bu söz, İbrahim Halıcı’nın konuşmasını haber yapan 30 Mart 2008 tarihli çok sayıdaki yerel gazetenin hiçbirinde yer almamıştır. (EK – 33)
12. Parti yetkililerinin benimsemediği ifadeler ve faaliyetler odak olmada delil olarak kullanılmıştır
İddianamede parti yetkililerinin desteklemediği konuşmalar delil olarak yer almıştır. Parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin kapatma davasında ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi için parti yetkililerinin bunları benimsemesi şarttır. İddianamede, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin parti yetkilileri tarafından benimsendiğine dair en küçük bir delil sunulamamıştır. Hatta, parti yetkilileri tarafından açıkça reddedilen sözler bile deliller arasında sayılmıştır.
Örneğin, iddianamede AK Parti Adana eski Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın sözleri deliller arasında sayılmıştır (s.90-91). Oysa aynı toplantıda divanı yöneten Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün, bu konuşmaya müdahale etmiş, parti olarak bu görüşleri benimsemediklerini açıklamış, ama bu açıklamaya iddianamede yer verilmemiştir. Nihat Ergün, Abdullah Çalışkan’ın konuşmasının ardından şunları söylemiştir. (EK – 34)
“Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, hizmet. Parti olarak da bir hizmet partisiyiz, bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam etme sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz. İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problemlerini çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz, yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler değildirler. Yeşil ya da kırmızı, önemli değil. Tedricî değişimden yana olan evrimci partilerdir. Değişimden yanayız, yenilikçiyiz. Ama, bu yenilikçilik kökten silen atan, devrimci bir yenilenme değildir. Kendi kendine, doğal süreci içerisinde değişen, bir evrim geçiren bir yenilenmedir. Böyle bir yenilenmeden yanayız. Kökten silip atan bir yenilenmenin toplumu tahrip ettiğini düşünürüz. Böyle bir yenilenme yerine evrimci, birbirinden etkilenerek toplumu ilerleten, mesafe aldıran bir yenilenmenin öncüleri olan muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin temsilcileriyiz. O açıdan, bizim yaklaşımlarımızın radikal olmadığımızı, köktenci olmadığımızı, toplumu adam etme sevdasında olmadığımızı, toplumu bir veri olarak kabul ettiğimizi, o veriyle etkileşim içerisinde kâh ondan etkilenerek kâh onu etkileyerek ilerleme kaydetmemiz gerektiğini düşünen bir siyasi partiyiz. Bazı köktenci partiler toplumu beğenmezler, onu adam etmek sevdasındadırlar, kendi hâline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gideceğine inanırlar. Onun için, ensesinden devletin sopasını eksik etmemek ve onu hiza istikamete sokmak peşinde koşmuşlardır. Böyle dönemler yaşamıştır Türkiye. Bu dönemlerin Türkiye’de topluma da, siyasete de bir şey katmadığını, kazandırmadığını biz, hepimiz biliyoruz.
Onun için, değerli arkadaşlar, siyaset bir vatanseverlik işi, vatanımıza, milletimize sahip çıkma işi ve onu bugün bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya götürme işidir. Onu yapıyor AK Partililer. (Alkışlar) Belediye başkanları bunu yapıyorlar, meclis üyeleri, il genel meclisi üyeleri bunu yapıyorlar. Yaptığımız şey budur.”
AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır. Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan “AK Partili belediyelerin kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar” nedeniyle, 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve “Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar” konulu genelgeyi bütün AK Parti’li belediye başkanlarına göndermiştir.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Yerel Yönetimler Başkanı ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün imzası ile yayınlanan bu genelgede şu hususlara vurgu yapılmıştır : ( EK – 35 )
“Son zamanlarda belediyelerimizin kültürel içerikli toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı neşriyatında, kamuoyunu yanlış yönlendirebilecek, yanlış anlaşılabilecek, başkalarınca istismar edilebilecek veya gereksiz tartışmalara yol açabilecek nitelikte politik-sosyal ve dini konular işlendiği görülmüştür.
Belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan ve basın yayın organlarına da intikal eden bu hususların parti programımıza, partimiz temel ilke ve amaçlarına da uygun olmadığı ve partimiz genel merkezince tasvip edilmediği bilinmelidir.
Sosyal ve kültürel amaçlı çalışmalar ve yayınlar konusunda yukarıdaki hususlara özen gösterilmesi gereğini önemle rica eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.”
Bu genelge, çok sayıda basın ve yayın organında da yer almıştır. Bu genelge, partimizin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Partimizle ilgili olarak kıyıda köşede kalmış, çoğu defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu genelgenin görmezlikten gelinmesi önyargı ve artniyetin bir göstergesidir.
SONUÇ VE TALEP
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde iddianame, toplumsal talepleri dile getirme görevi olan siyasilerin, toplumsal ve siyasi sorunlar karşısında adeta duyarsız ve dilsiz olduğu bir partiler düzeni istemektedir. İddianamede “delil” olarak sunulan beyan veya eylemlerin özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu söylenemez. Aksine, bu sözde “deliller”le bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi, Türkiye’de demokrasiyi teksesli ve yasakçı bir boyuta taşıyabilecek bir tehdit niteliğindedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, ortada AK Parti’ye isnat edilebilecek nitelikte laikliğe aykırı eylemler, hatta söylemler olmadığına göre, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmaktan değil, ancak “vehimlere dayalı bir algılama hatası”nın varlığından söz edilebilir. Her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadeler, bir milyon defa tekrarlansa bile, bir partiyi Anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline getirmez.
AK Parti, laikliğe aykırı fiillerin değil, kurulduğundan itibaren yaptığı çalışmalarla ülkemize ve milletimize hizmetin odağı haline gelmiştir.
Sonuç olarak, bu nedenlerle, AK Partinin kapatılması için açılan davanın reddine karar verilmesi hususunu Anayasa Mahkemesinin takdirlerine saygıyla sunarız.”
III- YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞININ ESAS HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 30.5.2008 tarihli esas hakkındaki görüşü:
“1- GİRİŞ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafından Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında Anayasanın 68/4, 69/6 ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun (SPY) 101/1-b ve 103/2 nci maddeleri uyarınca temelli kapatılması istemi ile dava açılmıştır.
Davalı partinin 30.04.2008 tarihli savunmasının bir örneği Yüksek Mahkemenizin 01.05.2008 gün ve C.01.0.YİM–106/212–585 sayılı yazısı ekinde gönderilerek 31.03.2008 günlü E.2008/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı kararının 3 ncü maddesinin (e) bendi uyarınca davaya ilişkin esas hakkında ki düşüncemizin bildirilmesi istenilmiştir.
Davalı partinin “iddianameye cevap” olarak nitelendirdiği ön savunmasında özetle:
-İddianamenin delil niteliği olmayan siyasi ve sübjektif olgular ve değerlendirmeler esas alınarak, korku ve vehimlerden hareketle geleceğe yönelik spekülatif öngörülere yer verilmek suretiyle düzenlendiği,
-İktidar partisine yönelik bir kapatma davasının açılamayacağı, Batı demokrasilerinde kapatma davalarına sıklıkla rastlanmadığı,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin “laikliği toplumsallaştırdığı” ve laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmadığı,
-İddiaların, doğrulanmayan gazete kupürlerine dayandığı, basında yer alan haberlerin doğrulanmadan delil olarak kullanıldığı,
-Laikliğe aykırı olduğu iddia edilen eylemlerin “ifade özgürlüğü” kapsamında olduğu,
-İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS), İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları, Venedik İlkeleri ve Anayasanın 90 ncı maddesi birlikte incelendiğinde; partinin kapatılma koşullarının oluşmadığı, 1995 ve 2001 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle siyasi parti kapatmanın zorlaştırıldığı, siyasi partilerin sadece beyanlarından dolayı “odak” haline gelmelerinin mümkün bulunmadığı,
-Türbanın (başörtüsü) üniversitelerde serbestisine ilişkin eylem ve söylemlerin laiklikle ilişkilendirilemeyeceği, söylemlerin tamamının ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu,
- Gerçekleştirilen Anayasa değişikliğinin, kanun tekliflerinin birer yasama tasarrufu niteliğinde olması nedeniyle partiye isnat edilemeyeceği,
-Üniversitelerde türban serbestisinin bireysel özgürlüğün gereği olduğu, bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararlarının değişebilir nitelikte bulunduğu,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin türban sorununun toplumsal ve kurumsal mutabakatla çözülmesi gerektiğine işaret ettiği ve toplumun yüzde sekseninde üniversitelerde türban serbestliğine dair bir mutabakatın oluştuğu,
-Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerinde yapılan değişikliklerin uygulanması gerektiğine ilişkin açıklamaların laikliğe aykırılık olarak nitelendirilemeyeceği, laiklik ilkesi gereğince üniversitelerde türban ile öğrenim görülmesinin mümkün olamayacağına ilişkin görüş ve kararların isabetsiz olduğu, kaldı ki değişikliklerin kamu hizmetlerinden yararlanmada kanun önünde eşitlik ilkesi, üniversite eğitiminde fırsat eşitliği ve öğrenim özgürlüğünün alanını genişletme amacı taşıdığı,
-Genel Başkanın açıklamalarının ifade özgürlüğü kapsamında olduğu, iddianamede yer verilenlere benzer sözlerin farklı siyasi liderler tarafından da söylendiği,
-Çocukların din eğitimi özgürlüğünü, meslek liselerine uygulanan katsayı farklılığını savunmanın, fakir öğrencilerin devletçe özel okullarda okutulması girişimlerinin laikliğe aykırı olamayacağı,
-Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan oy ve sözlerin delil olarak kullanılamayacağı,
-Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmadan önce söylenen sözlerin partiyi bağlamayacağı,
- Siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin söylem ve eylemlerinin partiye isnat edilemeyeceği,
-Cumhurbaşkanının siyasi parti kapatma davasına dahil edilemeyeceği,
-Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının ifadelerinin delil olarak kullanılamayacağı,
-Adalet ve Kalkınma Partisinin eylem ve söylemlerinde şiddet unsurunun bulunmadığı, şiddetin teşvik edilmediği, böyle bir ihtimalin varsayılamayacağı,
-Hakkında disiplin soruşturması açılan partililerin beyanlarının delil olarak kullanılamayacağı,
-Parti yetkililerinin benimsemediği ifadeler ve faaliyetlerin odak olmada delil olarak kullanılamayacağı,
-Sonuç olarak; iddianamede delil olarak sunulan beyan ve eylemlerin özgürlükçü demokratik ve laik rejime yönelik bir tehdit oluşturmadığı, iddianamenin vehimlere dayalı bir algılama hatasının ürünü olduğu, belirtilen nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerektiği, savunulmuştur.
2- DAVALI PARTİNİN EYLEMLERİNİN VE ÖN SAVUNMASININ İRDELENMESİ
A- Genel olarak
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, köhnemiş idari ve siyasi yapısı ile çağının gerisinde kalan, başında dinin en yüksek temsilcisi ‘halife’ sıfatını da taşıyan, teokratik Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden doğmuş, bağımsızlığını canı ve kanıyla kazanıp, gasp edilen egemenliğini sultanın elinden almış bir ulusun vücut verdiği ‘ulus devlettir’. Ulus, egemenlik yetkisini ilahi bir güçten değil, bizzat kendisinden alır. Ulus egemenliğinin ilahi bir kaynağı yoktur ve bu nedenledir ki laiklik, Cumhuriyetin temel karakteristiğidir.
Yirminci yüzyılda Dünya iki büyük savaş yaşamıştır. Birinci Dünya savaşının nihai hedeflerinden birisinin, Osmanlı Coğrafyasındaki toprakların ve kaynakların paylaşımı ile Anadolu’daki Türk varlığının sona erdirilmesi olduğu tarihi bir gerçektir. Anadolu’yu kendine ebedi yurt edinmiş olan Türk Ulusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlattığı tarihin ilk ulusal kurtuluş savaşını zaferle taçlandırarak işgalcilerin yayılmacı emellerini, sömürgeci planlarını yok etmiştir.
Emperyalizm, günümüzde de sürdürdüğü yayılmacı politikalarının icrasında temel güç olarak yerelden devşirdiği işbirlikçileri kullanmıştır. Yakın tarihimizde “mandacılık” olarak anımsadığımız bu işbirliği şebekesinin kaynaklarını, yüzyıllardır halkın din duygularını sömüren din tacirleri ile ekonomik ve siyasi çıkarlarını ‘müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit’ eden işbirlikçi sözde aydın bir kesim oluşturmuştur.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Ulusun kurtuluş mücadelesini sekteye uğratan isyanların elebaşları, kışkırtıcıları, tertipçileri, bu din taciri molla, şıh, şeyh ve derviş takımıdır. Bin yıllık Türk yurdu Anadolu’yu işgale kalkışan Yunan Ordularını, İslamın ve Halifenin koruyucusu olarak gösteren ve öven de bu işbirlikçi mürteci zihniyettir.
İşgalcilerin en büyük yerli destekçisi, ‘sivil toplum kuruluşu’ İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu, Sait Molla isimli bir mürtecidir.
Mustafa Kemal’in ve tüm Kuva-yı Milliyecilerin idamına fetva veren bir diğer mürteci de Dürrizade Abdullah Efendi isimli şeyhülislamdır.
Sait Molla ve Dürrizade Abdullah Efendi aynı zamanda Osmanlı’nın ulema(!) sınıfındandır.
İrticanın kendi ulusuna ihanetleri, Kurtuluş Savaşı dönemi ile de sınırlı değildir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Sait’ler, Derviş Vahdeti’ler İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat devleti-hilafet çığlıklarıyla ayaklanmışlar, binlerce şehit kanı dökmüşlerdir.
Yakın tarihimizde din ve mezhep kışkırtmalarıyla gerçekleştirilen Malatya, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları hatırlandığında; irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı ile laiklik ilkesinin Türkiye için önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü Cumhuriyetin temelindeki Kurtuluş Savaşı sadece yabancı işgalcilere karşı değil, onun içteki işbirlikçisi irticaya, din istismarcılarına karşı da verilmiştir.
Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü ulusal egemenliğin kaynağı ilahi kudret değil, bizzat ulusun kendisidir.
“Totoloji” kaygısı, varlığını Cumhuriyete ve onun devrimlerine borçlu olanları bu gerçeği defalarca ve ısrarla vurgulamaktan alıkoyamayacaktır.
Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin kuruluş yılarında Ulusundan yediği darbelerle gerileyen ve sinen irtica, 1946 yılında çok partili rejime geçilmesiyle birlikte bazı siyasi partiler içine sızarak faaliyetlerini sürdürmüştür.
1960 yılına kadar farklı partiler içinde yuvalanan, bu partilerin sosyal ve siyasal tercihlerinin belirlenmesinde önemli roller üstlenen irtica, ilk defa 26 Ocak 1970 tarihinde bir siyasi parti olarak örgütlenerek Milli Nizam Partisi adıyla Türk siyaset sahnesine çıkmıştır.
Milli Nizam Partisi ve onun devamı niteliğindeki diğer parti örgütlenmeleri olan Refah Partisi ile Fazilet Partisi, laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmışlardır.
Davalı Parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir. Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamıştır
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve toplumu, davalı partinin sistemi tartışmaya açan politikaları nedeniyle ayrışmakta, kamplara bölünmektedir. Davalı parti ilgili ilgisiz her konuda dini inançları referans göstererek, bireylerin laik olamayacağını savunarak, laik inanca sahip olanları dinsizlikle eşdeğer tutmak suretiyle toplumda laik-anti laik bir kamplaşma yaratmıştır.
Davalı partinin 14.03.2008 tarihli iddianamede geniş bir biçimde değerlendirilen eylem ve söylemleri, ılımlı İslam devleti adı altında bir şeriat devletine gidişin açık kanıtlarıdır.
Ülkemizin yargı kurumlarının laiklikle ilgili kararlarını çoğulcu demokrasinin temeli olan kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ilkelerini görmezden gelerek kişilere ve kurumlara saldırı düzeyinde eleştirenler ile ‘demokratik laiklik’ gibi yeni siyasi terimler ortaya koyanlar; Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin ülkeyi ortaçağ karanlığına götürmek isteyen dinci-şeriatçı-etnik güçleri de kapsadığını, din istismarına dayalı hiçbir gericiliğin insan hakkı olarak savunulamayacağını, Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu coğrafyada laiklik olmadan demokrasinin gerçekleşemeyeceğini, Laik Cumhuriyetin aynı zamanda bir demokratikleşme projesi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 68 ve 69 ncu maddeleri ile Siyasi Partiler Yasasının ilgili hükümlerine göre, Devletin Anayasa’da belirtilen temel ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelen siyasi partiler hakkında kapatma davası açılabileceği ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, koşulları oluştuğunda dava açmakla yetkili bulunduğunda tartışma bulunmamaktadır.
Başsavcılığımız Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununun kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde ve iddianame ekinde sunduğu 17 klasörden oluşan kanıtlara dayanarak davalı Adalet ve Kalkınma Partisinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu iddiasıyla 14.03.2008 tarihinde temelli kapatılması istemiyle dava açmıştır.
İddialarımız, adı geçen partinin genel başkanı başta olmak üzere, partiye isnat edilen 71 mensubunun ve hükümetçe atanan bazı kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerine, davalı siyasi partinin beş buçuk yıllık iktidarı süresince devlet ve toplumu şeriat devletine dönüştürme yolundaki faaliyetlerine, hükümetin aynı amaçlı yasa ve mevzuat düzenlemelerine dayandırılmış, tüm bu iddialar kanıtlarıyla ortaya konulmuştur.
Şüphesiz, davalı partinin laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı olup olmadığına karar verecek mercii Yüksek Mahkeme olmakla birlikte, bu eylemlerin izlenmesi ve odaklığa ulaştığına kanaat getirildiği anda dava açmak yetkisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına aittir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı siyasi olasılıklardan etkilenmeksizin, demokratik düzenin korunması için Anayasa’nın verdiği görevi yerine getirmekle sorumludur.
Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında açılan kapatma davasının kamuoyunda geniş bir yankı uyandırması ve eleştirilmesi doğaldır. Ancak, yüksek yargı kuruluşları ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının davalı parti mensupları ve destekleyenlerince ağır eleştiri ve tehditlere varan yasadışı saldırılara uğraması, hukuk devletinin bir erk olarak kabul edildiği demokratik bir ülkede karşılaşılacak bir olgu değildir.
Davalı partinin iddianame hakkındaki düşünceleri, ifade özgürlüğü ve savunma masuniyetini de aşan, hukukun üstünlüğü ilkesini tahribe yönelik beyanlardır. Hukuki bir savunma yapılması yerine, yargıya saldırıyı esas alan bir yöntem izlenmiş, bu şekilde Yargıtay’a ve anayasal sisteme ağır eleştirilerde bulunulmuştur. Davalı partiye mensup bir hükümet üyesi, iddianamenin Yüksek Mahkemeye verilmesinin üzerinden birkaç saat geçtikten sonra ve iddianamenin içeriği hakkında bilgi sahibi dahi olmadan, eşine rastlanmayacak bir davranış sergileyerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını, devam eden bir çete soruşturması ile ilişkilendirmeye çalışmış, siyasetçi, köşe yazarı ve bilim adamı sıfatını taşıyan bazıları ise, anayasal bir görev yapıldığını gözardı ederek, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iktidar partisine kapatma davası açması nedeniyle yargılanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca yargıya, Anayasa ve yasalarca verilen yetkinin kullanılması “hâkimler yönetimi” olarak adlandırılmıştır. Bu benzetme, çoğunlukçu bir iktidar anlayışının çoğulcu demokrasinin temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ilkelerini yok sayma, zayıflatma düşüncesinin, geniş halk kitlelerine benimsetme amacını taşıyan, bütünüyle hukuki dayanaktan yoksun, yanıltıcı siyasal bir söylemden ibarettir. Amacın, kamuoyu önünde yüksek yargı kurumlarını küçük düşürerek saygınlığını yok etmek ve işbu davanın hukuki bir dayanağı olmadığı, şahsi bir garez ve önyargı ile açıldığı intibaını yaratarak Yüce Mahkeme üzerinde bir baskı yaratmak olduğu açıktır.
İktidar partisine karşı kapatma davası açılamayacağına ilişkin savunma da, hukuki temele dayanmamaktadır. İktidar partisi hakkında kapatma davası açılamayacağına (ayrımcılığa) ilişkin bir düzenlemeye gerek iç hukukumuzda, gerekse Avrupa kamu düzeninde yer verilmemiş, iktidar partisine ayrıcalık tanınmamıştır. Anayasamız ve Siyasi Partiler Kanunu hangi hallerde kapatma davası açılacağını açıkça belirtmiş, partilerin büyük ya da küçük olmalarına, muhalefet ya da iktidar olmalarına göre bir ayrım yapmamıştır. Demokrasi ve Anayasamızın temellerinden olan eşitlik ilkesi de, bu şekilde bir ayrım yapılmasına izin veremez. İktidar partisi hakkında kapatma davası açılamayacağının veya demokratik ülkelerin hiçbirinde bu yönde bir dava açılmadığının ileri sürülmesi, davalı parti hakkında ayrımcılık yapılması istemi niteliğindedir. Kaldı ki, Refah Partisi hakkında koalisyonun büyük ortağı olarak iktidarda bulunduğu sırada açılan dava sonucunda kapatma kararı verilmiş, İHAM/Refah Kararında, davalı partinin iktidarda bulunmasının, amaçladığı projeyi yürürlüğe koyma olanağına sahip olması nedeniyle, “demokrasiye yönelen tehdidi daha somut ve yakın nitelik kazandırdığına” vurgu yapılmıştır.
Siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunda kuşku yoktur. Ancak, bu onların faaliyetlerinin sınırsız olduğu, demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmalarına geçit verilebileceği anlamına gelmez. Siyasi partiler çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine uygun davranmak zorundadır. Siyasi partilerin faaliyetlerine sınır çizilmesi, bazı eylemleri nedeniyle yaptırım uygulanması, özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına yöneliktir.
Batı demokrasilerinde siyasi parti kapatma davalarına sıklıkla rastlanmadığı iddiası doğrudur. Çünkü bu ülkelerde siyasi partiler arasında rejimin niteliği (demokrasi) ve değişmezliği konusunda genel, yerleşik bir uzlaşı vardır. Siyasi partiler demokrasinin temel değerlerine karşı duramazlar. Bu temel değerleri ve demokrasinin olmazsa olmazı laiklik ilkesini sürekli olarak tartışmaz, aşındırmaya çalışmazlar. Bazı batı ülkelerinin Anayasalarında laiklik ilkesi ya hiç yer almamış, ya da çok az değinilmiştir. Çünkü bu ülkelerde laiklik, herhangi bir siyasal tartışmanın konusu olmayacak kadar içselleştirilmiştir. Ancak, ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasından da önce başlayan laikleşme süreci, din istismarcılarının yoğun saldırılarına maruz kalmış, Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra girişilen çok parti denemeleri irticanın bu partileri bir anlamda teslim almasıyla gerçekleşememiş, çok partili sisteme geçildikten sonra da bu unsurlar sızdıkları ya da bizzat kurdukları siyasi partilerde demokrasinin temel değerlerini, olmazsa olmaz kurallarını sürekli olarak tahrip ederek yozlaştırmışlardır.
Anayasa ve yasalarımızda siyasi partilerin bu nevi siyasi faaliyetlerini önlemeye yönelik kuralların varlık nedeni, Türkiye’nin yukarıda arzına çalıştığımız yakın siyasi tarihindeki örneklerin sonucudur.
Dolayısıyla, Ülkemizde laikliğe aykırı faaliyetleri olan partilerin kapatılması ile Avrupa’daki parti kapatmaya ilişkin mevzuat ve uygulamaların karşılaştırılmasında; yaşanan bu tarihi gerçekler ile çoğulcu demokrasi için ortaya çıkan yakın ve açık tehlikeler dikkate alınmak suretiyle değerlendirme yapılması zorunlu bulunmaktadır.
Demokratik ve Laik Cumhuriyeti korumak, Yargıtay Başsavcılığının Anayasa ve yasalar ile belirlenmiş temel görevleri arasındadır. Devletin temel niteliklerine aykırı eylemlerin odağı haline gelen her siyasi parti hakkında, davanın siyasi sonuçlarıyla bağlı olmaksızın, iktidar ya da muhalefet, küçük ya da büyük olup olmadıkları ayrımı yapılmadan, kapatma davası açmak zorunluluğu bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasanın ikinci maddesinde de vurgulandığı üzere, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.
Egemenlik yetkisinin kullanılmasında “kuvvetler ayrılığı esastır” ve Yargı Yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
Kuvvetler ayrılığı, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliğidir.
Hiçbir kimse ve organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu davayı Anayasa da yazılı yetki ve esaslar çerçevesinde (ileri sürüldüğü gibi vehimlerle, sanal korkularla değil) somut kanıtlara dayanarak açmış, siyasi partiler üzerindeki yargısal denetim mekanizmasını işletmiştir. Savcıların görev unvanlarının başında taşıdıkları “Cumhuriyet” sıfatı, Cumhuriyeti korumak için verilmiştir. Başsavcılığımız, Cumhuriyetin değerlerini, Anayasa ve hukukun üstünlüğünü her zaman ve her durumda savunmaya kararlılıkla devam edecektir.
Çoğunlukçu yönetim anlayışının İkinci Dünya Savaşı ile insanoğluna yaşattığı acı deneyimler sonunda bugünkü çoğulcu demokrasi anlayışı benimsenmiş ve siyasal iktidarın hukuk ile sınırlandırılması gereği ortaya çıkmıştır. Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ilkeleri, yürütmenin her türlü işlem ve eylemlerinin yargısal denetime tabi tutulması, yasaların anayasal denetimi için anayasa mahkemelerinin kurulması, çoğulcu demokrasi sisteminin işlemesi ve yerleşmesi için kabul edilmişlerdir. Anayasa’da yer alan kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ilkeleri ile yargı bağımsızlığına ilişkin hükümler, Dünyanın ve ülkemizin uzun tarihi deneyimleri ve mücadeleleri sonucu siyasi rejimimizin özü ve karakteristiği olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti çoğulcu demokrasinin de esasları olan bu ilkeleri 85 yıllık tarihi serüveni içerisinde hayata geçirebilmiş nüfusunun ekseriyeti İslam olan yegâne ülkedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi ve temel Anayasal kuralları, siyasi partilerin dönemsel sayısal çoğunluğuna göre değerlendirilemez, tartışılamaz ve değiştirilemez. Demokrasinin de teminatı olan iktidarların yargısal denetimi ve buna ilişkin kurumlar, davalı partinin iktidara gelişinden beri eleştiriden de öte, yoğun bir saldırıya maruz bırakılmışlardır. Millet iradesini sadece çoğunluğun mutlak egemenliği olarak algılayan, Anayasaya ve demokrasinin temel ilkelerine aykırı olarak egemenliğin kullanılmasında yalnızca kendisini yetkili gören bu düşünce ve bazı iç ve dış odaklar, çoğulcu demokrasinin teminatı olan yargı kurumlarını, üstelik demokrasi adına ağır bir dille eleştirip, Türkiye Cumhuriyeti’ni hak etmediği konuma sokmuşlardır.
İnsanlığın ortak mücadelesinin ürünleri olan insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik, laiklik gibi değerleri Batıya maleden batılı bazı siyasetçiler, laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu, Türkiye’nin kuruluşundan beri din eksenli isyan ve kışkırtmalarla mücadele ettiğini, teokratik Osmanlı Devletini tasfiye ederek kurulduğunu, şeriat uygulama ve geleneklerinin hatırası ve izlerinin henüz çok taze olduğu gerçeğini görmezden gelerek, “demokratik laiklik-laikliğin zorla dayatılması” gibi kavramlar üreterek, Ülkemizin kuruluş felsefesini, Anayasal düzenini, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini görmezden gelmişlerdir.
Oysa, yakın tarihteki Refah partisi örneği anımsandığında AB’den gelen tepkilerin yerinde ve İHAS’a uygun olmadığı görülecektir. Benzer politik söylemler Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası sürecinde de yaşanmış, ancak bu politik söylemler ve kararlar, söz konusu İHAM kararına etkili olmamıştır. Çünkü hukuk devleti ilkesinin egemen olduğu ülkelerde bağlayıcı ve geçerli olan politik söylemler değil, yargı organlarının kararlarıdır.
Nitekim, Avrupa Birliğinin yargı kurumu İHAM, Türkiye’nin laikliğe ilişkin Anayasal ve yasal düzenlemelerini haklı bulmuş, bu düzenlemelerin İHAS’ın temelini oluşturan değerler ile uyumlu olduğunu belirtmiş, laikliğin Türkiye’deki demokratik sistemin korunması için gerekli olduğunu vurgulamış, laiklik ilkesine ilişkin düzenlemeleri ve mahkeme kararlarını temel insan haklarına ve Avrupa kamu düzenine aykırı görmemiş, Türkiye’nin tarihsel, hukuksal deneyimleri gözetildiğinde bir takdir marjının olduğunu ısrarla vurgulamıştır (Refah/Türkiye Kararı).
Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve temel anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır.
İdarenin her türlü eylem ve işlemleri ile yasalar için yargısal denetim yolunun bulunması, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle hakkında dava açılmasını ve kapatma yaptırımı uygulanmasını gereksiz kılmaz. Tam aksine, kararlı ve ısrarlı eylem ve söylemleriyle demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik prensibine aykırı davranan iktidardaki siyasi parti hakkında, toplumsal barış ve anayasal düzen (demokrasi) için tehlike oluşturması nedeniyle her iki denetim mekanizmasının birlikte işlemesi ve özellikle kapatma yaptırımı uygulanması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle, siyasi iktidarın icraatlarının, anayasa yargısı ve idari yargı yoluyla denetlendiğinden bahisle kapatma davasına konu edilemeyeceğine ilişkin savunmaya da itibar edilemez.
Davalı partinin ön savunmasındaki siyasi tarihin gerçekleri ile bağdaşmayan diğer bir düşüncesi de, Avrupa Kamu düzeninin bir siyasi partinin kapatılmasını kabul etmeyeceği ve olası bir kapatma kararının Avrupa Birliği ile müzakereleri sonlandıracağı iddiasıdır.
Bir tarihi gerçeğe işaret etmekte fayda vardır: Türkiye’nin AB ile birleşme müzakereleri davalı parti zamanında başlamayıp uzun zamandan beri süregelmektedir. Kaldı ki, uluslararası ilişkiler parti temelinde değil, devletler ya da onların oluşturduğu kurumlar temelinde yürür. Diğer yandan; davalı parti AB ile müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunma için uygun ortam olarak değerlendirmiş, ülkemizde kendi siyasal gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek, etkisizleştirmek için kullanmıştır. Nitekim, davalı parti 22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş, ideolojik aslına, yani MNP, MSP; RP, FP’nin ideolojik omurgasını oluşturan ve bu partilerle birlikte laik rejim karşıtlığı tescillenen “Milli Görüş” diye adlandırdıkları siyasal çizgisinde yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’ne destek veren iç liberal çevreler ile AB siyasi temsilcilerinin davalı partiye yönelik eleştirileri (bu eleştirilerin içeriğinin de davalı partinin laikliğe karşı eylemleri olduğu) henüz belleklerde çok tazedir. 22 Temmuz seçimlerinden sonra bu ittifaklara ihtiyacı kalmadığını düşünen ve devleti bir ılımlı İslam cumhuriyetine dönüştürme yolunda temel Anayasal değişikliklere hız veren davalı partinin birdenbire AB’ye yakınlaşması ve AB hukukundan medet umması “ironi” olduğu kadar laik Avrupa söylemindeki samimiyetsizliğinin de bir göstergesidir.
B- İddianame hukuksal temele dayalıdır.
İHAS, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu hükümlerine göre açılmıştır.
Örgütlenme özgürlüğü içerisinde değerlendirilen siyasi partiler, kural olarak Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) tarafından korunmaktadır. İHAS’ın öngördüğü koruma ana hatlarıyla şöyledir:
İHAS’ın 11 nci maddesinde konu düzenlenmiş olup, siyasi partiler dernekler bağlamında değerlendirilmektedir.
İHAM’a göre, 11 nci madde ile bir siyasi partinin kurulması ve faaliyetlerini özgürce sürdürmesi de korunmaktadır. Ancak bu özgürlük, sınırsız değildir ve kısıtlanabilir. Bir siyasi partinin faaliyetleriyle devletin kurumlarını tehlikeye soktuğu anda, devletin yetkili mercilerinin, o kurumları koruma hakkından yoksun olduğu söylenemez. Demokratik toplumun savunulmasının gerekleri ile bireysel haklar arasında bir uzlaşmanın sağlanması ve bu çerçevede bir takım kısıtlamaların veya yaptırımların sözleşmede belirtilen ilkeler bağlamında öngörülmesi olasıdır (Klass vd/Almanya Kararı).
Kararları bağlayıcı, uyulması zorunlu olan İHAM’a göre, siyasi partiler çoğulcu bir demokrasi için tehdit oluşturmaları veya demokratik kurallardan uzaklaşmaları halinde kapatılabilir.
Davalı siyasi partinin şeriata ve çok hukukluluğa dayanan bir sistemi amaçladığı, devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir devlete dönüştürmeye çalıştığı başta genel başkan olmak üzere her kademedeki parti üyelerinin beyanları ve davalı partinin eylemleri ile ortaya çıkmıştır. Şeriat ve çok hukukluluğun demokrasi ve demokratik toplumla ile bağdaşmadığı İHAM kararlarında vurgulanmıştır. Davalı partinin eylemleri Avrupa kamu düzenini oluşturan çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine aykırıdır. Davalı partinin iktidarda bulunması, projesini yürürlüğe koyma olanağına sahip bulunması amaçları bakımından demokrasiye yönelen tehlike ve tehdidi daha somut ve yakın kılmaktadır.
İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan nedenlere dayanarak bir siyasi partinin kapatılması konusu, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu tarafından incelenerek 1999 yılında Venedik İlkeleri adıyla da raporlaştırılmıştır.
Buna göre, ifade özgürlüğünü düzenleyen İHAS’ın 10 ncu maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci madde uyarınca; “ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını, şiddeti, şiddet çağrısını teşvik eden veya hoşgörüsüzlüğe dayanan” bir siyasi partinin İHAS’ın 11 nci maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden hareketle kapatılması mümkün olabilecektir.
Venedik Komisyonu, eski Doğu Bloku ülkelerinde yaşanan rejim değişikliği sonrasında bu ülkelerin demokratik bir anayasa yapımına katkı sağlamak amacıyla kurulmuş, Avrupa Komisyonu’nun bir danışma organıdır. Bu nedenle tespit ettiği ilkeler tavsiye niteliğinde olup bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Nitekim 1999 yılında Venedik İlkelerinin oluşturulmasından sonra İHAM tarafından sonuçlandırılan Refah Partisi kararında söz konusu ilkeler yönünden bir inceleme yapılmamış, atıfta bulunulmamıştır.
“Laikliğe aykırılık”, Venedik İlkeleri arasında doğrudan yer almamıştır. Çünkü yakın tarihte hiçbir Avrupa ülkesinde siyasal partilerin takibata konu olabilecek laiklik karşıtı eylemlerine tesadüf edilmemiştir. Avrupa kamu düzeninde laiklik içselleştirilmiş ve tartışma konusu olmaktan çıkarılmıştır. Devlet yönetiminde din kurallarının belirleyiciliği konusu bu toplumlarda yüzyıllardır tartışma dışıdır. Bu nedenle, İHAM gibi bazı yüksek yargı kurumları ancak Türkiye’den yansıyan davalar nedeniyle laiklik konusunda içtihatlar oluşturmaktadırlar.
Laiklik ilkesinin hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi ile uyum halinde olduğu, laiklik ilkesine aykırı davranışların İHAS’ın din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 9 ncu maddesi tarafından korunmadığı İHAM kararlarında vurgulanmıştır (Refah/Türkiye Kararı).
Diğer yandan, Venedik Komisyonu raporunda yer alan yasaklama ilkeleri, yalnızca “şiddet” ile sınırlı değildir. Yasaklama ilkeleri arasında; “ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük” de bulunmaktadır. Laikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan, güvence altına alan bir ilke olduğu gerçektir.
Venedik Komisyonu Belgesine ve İHAM kararlarına dayanarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), parti kısıtlamaları konusunda aldığı 17 Temmuz 2002 tarihli 1308 sayılı kararında 11 Eylül olaylarının gösterdiği üzere fanatizm ile ekstremizmin demokrasi için tehlikelerinin göz önünde tutulması gerektiği vurgulanmış, Venedik İlkelerinden farklı olarak bir parti sivil barışı ve demokratik anayasal düzeni tehlikeye sokuyorsa bu amaca ulaşmak için demokratik yolları kullanıyor olsa dahi, kapatılabileceği kuralını getirmiştir(Esas Hakkında Görüş / EK 1).
Davalı partinin bütün eylem ve söylemlerinde dini referans alan açıklamaları, ülkeye “Milli Görüş” düşüncesine uygun projeleri ile egemen olma faaliyetleri, bu yönde Anayasa ve yasalarda değişiklik yapmaları, yönetmelikler çıkarmaları, kadrolaşmaya ve toplumu dönüştürmeye, devleti dini esaslara göre şekillendirmeye çalışmaları, mahkemelerin laiklikle ilgili kararlarına hakarete, tehdide varan tahammülsüzlükleri, “ulemaya danışma” tavsiyeleri, inançlı insanların laik olamayacaklarına dair söylemleri, bu eksende toplumda yarattıkları ayrışma ve kutuplaşma, bu kutuplaşmanın laik insanlar üzerinde yarattığı tedirginlik davalı partinin eylemlerinin Venedik İlkeleri ve AKPM kararları bağlamında bir hoşgörüsüzlüğün, anayasal düzenin ve demokrasinin tehlikeye sokulmasının kaynağı olduğunu açıklamaktadır.
Örnek vermek gerekirse, Danıştay’ın türbanlı öğretmen Aytaç Kılınç hakkında verdiği karara başta davalı partinin genel başkanı olmak üzere tüm parti ileri gelenlerinin tepkisi bu niteliktedir. Kararı veren daire üyelerinin silahlı saldırıya uğraması ile bu beyanlar arasında ceza hukuku anlamında bir illiyet bağı bulunmasa da, bir iktidar partisinin tehdit ve hakarete varan açıklamalarının bu tür saldırıları cesaretlendireceği açıktır.
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın türban takmayan üniversite öğrencileri için kullandığı, “…Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz…” sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir (İddianame Ek 71).
Aynı kişinin Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin’in Mahkemenin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada laiklik ilkesinin önemine vurgu yapması üzerine söylediği, “…Bu Anayasa Mahkemesi’ni Meclis’te yapacağım bir Anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim? Kaldırabilirim. Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Anayasa Mahkemesi’ne benzer bir kurum yok…”(İddianame EK 58) sözü, yargı karalarına ve siyasi iktidarın yargısal denetimle sınırlandırılmasına tahammülsüzlüğün, çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasi anlayışının ve bu bağlamda hoşgörüsüzlüğün anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğunun başka bir örneğidir.
Başka ülkelerde yakın tarihte yaşanan “yeşil devrimler” ve sonuçları gözetildiğinde, siyasi literatürde şeriatı tarif ettiği açık olan “yeşil devrimi” partisinin bir toplantısında açıkça benimsediğini söyleyen ve buna övgüler düzen davalı partinin Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın çağrısının, şiddeti ve hoşgörüsüzlüğü içerdiği, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu tartışmasızdır. Bu sözlerin benimsenmediğinin bir başka partili tarafından açıklanması, eylem ve söylemlerinde takiyyeyi bir yöntem olarak kullanan davalı partiye hakim olan genel inanç ve beklentiyi değiştirmeye, yok saymaya yeterli değildir ( Esas Hakkında Görüş: EK 2).
Adalet ve Kalkınma Partili belediyelerin sözbirliği etmişçesine kent merkezlerinde alkollü içki satan yerleri baskılamaları, ruhsatlarını yenilememeleri, bunları şehir dışında yalıtılmış ücra yerlere taşınmaya zorlamaları, yasaklama ve baskılarla talebi ortadan kaldırdıktan sonra da “halk böyle istiyor” bahanesiyle neredeyse tek bir içkili lokantası olmayan şehirlerin yaratılmasına katkı da bulundukları sadece Başkentin biraz dışına çıkmakla keşfedilebilecek bir Türkiye gerçeğidir. Bu uygulama, birkaç büyük şehir dışında neredeyse bütün bir yurt sathında yaygındır. Bu konu aslında bir içki sorunu değildir. Dinin alkollü içkiyi yasaklamasını bahane ederek ve kutsal din duygularını sömürerek toplumu nasıl dönüştüreceklerini ve bu konudaki hoşgörüsüzlüklerinin, sivil barışı anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuklarının bir göstergesidir.
İHAM’a göre, bir siyasi parti, anayasal yapının değiştirilmesi konusunda iki koşula uymak zorundadır. Bunlardan birincisi, kullanılan yöntemler yasal ve demokratik olmalıdır. İkincisi ise, önerilen değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle bağdaşmalıdır. Dolayısıyla; eğer bir siyasi parti şiddete başvuruyor ya da teşvik ediyor ise veya politik amacı demokrasiye saygı göstermiyor, demokratik düzeni bozmayı, ortadan kaldırmayı amaçlıyorsa bu parti İHAS uyarınca koruma göremez, kapatılabilir. Bir siyasi partinin tarihte de görüldüğü üzere, demokrasinin kurallarına uyarak demokratik sistemi sona erdirmesi mümkündür.
İddianamemizde ayrıntılarıyla yer verdiğimiz davalı partinin eylemlerinin bir şeriat devletine giden yolu açmaya yönelik olduğu ve bu yolda takiyye yapıldığı açıktır. Şeriatın şiddet unsurunu da içerdiği (cihat) ve Avrupa kamu düzenine aykırı olduğu İHAM kararlarıyla ortaya konulmuştur. Şeriatın içerdiği şiddet (cihat) unsuru da dikkate alındığında davalı partinin eylemlerinin İHAS ve Venedik İlkelerine aykırılığı açıkça ortaya çıkmaktadır. (Refah/Türkiye Kararı)
Kapatma yaptırımı boyutundaki müdahale, takip edilen meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap vermelidir, yani demokratik bir toplumda gerekli olmalıdır.
Davalı partinin eylemleri ve şeriat devleti amacı gözetildiğinde kapatma yaptırımının meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli, demokratik bir toplum için gerekli olmadığı iddia edilemez.
Kuşkusuz hiç kimse, demokratik bir toplumun ideallerini ve değerlerini zayıflatmak ya da yok etmek amacıyla sözleşme hükümlerine dayanamaz. Sözleşme ve demokrasinin standartlarıyla çelişen somut adımlar henüz atılmadan, ulusal makamlar bunları engelleme hakkına sahiptir. Örneğin iktidardaki bir siyasi partinin, projelerini gerçekleştirmek için yasama organından yasaları geçirmesini beklemek gerekmemektedir. (Yüksek Öğretim Kanununun Ek 17 nci maddesinin değiştirilmesine ilişkin tasarı). Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerine aykırı olan, yasa, tasarı ve öneriler, kapatma davasına kanıt olabilir. Tasarı ve önerilerin yasalaşması, bunların kanıt olma niteliğini ve yasama işlemi vasfında olduğundan bahisle siyasi partiye isnadiyetini ortadan kaldırmaz. Tam aksine, bu durum siyasi partinin amaçladığı demokrasiye aykırı sistem konusundaki kararlı ve ısrarlı olduğunu gösterir. Siyasi partinin iktidar olması, istediği düzenlemelerin her an yasalaşmasını sağlaması olanağı bulunması nedeniyle demokrasi için tehlikeyi somut ve yakın kılar. Bu açıdan davalı partinin devleti teokratik bir yapıya dönüştürmesi beklenilmeden dava açılmıştır.
Bir siyasi parti eylemlerinin kapatma yaptırımına konu olabilmesi için, her şeyden önce bu eylemlerin niteliği belirgin olmalı ve siyasi partiye isnat edilebilmelidir. Konu İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur. İHAM kararlarına göre;
Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır.
Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler de bu kapsamdadır ve kapatma yaptırımına dayanak olarak kullanılabilir.
Nitekim davalı partinin Anayasanın 10 ve 42, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17 nci maddelerini değiştirme girişimleri de, bu kapsamda değerlendirilmiş ve iddianameye dayanak olarak alınmıştır. Ancak dava, yalnızca Anayasa’nın 10 ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılması nedeniyle açılmamış, davalı partinin iddianamede ayrıntılarıyla açıklanan diğer beyan ve fiilleri ile birlikte Yüksek Öğretim Kanununun Ek 17 nci maddesini değiştirme girişimi nedeniyle laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla düzenlenmiştir.
Hukukumuzda siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar arasında siyasi partilerin kapatılmasına da yer verilmiştir.
Siyasi parti kapatma yaptırımı ve bu yaptırımın hangi hallerde söz konusu olabileceği Anayasa’nın 69 ncu maddesinde düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrasına göre, siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak karara bağlanır.
Buna göre:
-Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı olması (Anayasa md 69/5),
-Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi (Anayasa md 69/6)
-Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması (Anayasa md 69/10)
halinde siyasi partinin kapatılmasına hükmedilmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında, “siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.” denilmektedir.
Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ise, 69 ncu maddenin altıncı fıkrasındaki düzenleme uyarınca “68 nci maddenin dördüncü fıkrasına aykırı fiillerin, o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu durumun, o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi yahut bu fiillerin doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesi durumunda” söz konusudur.
Anayasa’daki kapatma yaptırımına ilişkin düzenlemeler, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar çerçevesinde 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nda da (SPY) yer almıştır.
SPY’nda Anayasaya paralel olarak yapılan düzenlemelere göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’daki yasaklara aykırılık durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY’nın 101 nci maddesindeki düzenlemelere göre;
-Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
-Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti,
-Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması, durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma yaptırımı yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin almakta olduğu son yıllık devlet yardımı miktarından az olmamak koşuluyla, bu yardımdan, kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak haline gelmiş sayılmak ise, Anayasa’nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki düzenlemelerle aynı paralelde, SPY’nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen eylemlerin odağı durumuna gelmek konusunda, SPY ayrıntılı hükümlere yer vermiş ve anılan fıkrada belirtilen kavramlar SPY’ndaki düzenlemelerle açıklığa kavuşturulmuştur.
Bu bağlamda SPY’nın dördüncü kısmının birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerinde açıklayıcı hükümlere yer verilmiştir.
Davalı partinin iddianamemizde ayrıntılarıyla açıkladığımız 178 kanıta dayalı eylemleri irdelendiğinde Anayasanın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası ve SPY’nın 103 ncü maddelerinde tanımlanan odak olma koşulunun gerçekleştiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Somut olayda 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 102/2 ve 104 ncü madde hükümlerinin uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu hususa ilişkin savunma, hukuki değerden yoksundur.
C- Kapatma davası açma yetkisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına aittir. Kapatma davası kendine özgü bir davadır.
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile SPY’nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak karara bağlanır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa’nın 33 ncü maddesine göre de, açılan bu davalar Ceza Muhakemesi Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde incelenerek kesin olarak karar altına alınır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası hükümlerinin uygulanması, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu sonucunu doğurmamaktadır. Aksine, siyasi parti kapatma davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava türü olduğundan, bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması gereği duyulmuş ve maddi gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin lehine olarak bu davalarda Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı). Bu düşünceden hareketle, siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hangi yetkileri kullanarak dava açabileceği de özel olarak SPY’nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir.
D- Kapatmaya konu eylemlerin ceza hukuku kapsamında suç olma zorunluluğu yoktur.
Parti kapatılması, ceza normunun ihlali ile ilgili bir sonuç olmayıp, anayasal düzenin ve demokrasinin hukuki yollardan kendini koruması için Anayasa’da koruyucu bir önlem olarak düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 68/4 ncü maddesi siyasi partiler için yasak sayılan fiilleri belirtmiştir. Bu fiillere aykırı davranılması kişisel olarak suç olmaktan çıkarılsa dahi Anayasa’da siyasi partiler için yasaklandığından, siyasi partilerin kapatılması davalarında tüzel kişilik olan siyasi parti yasağı biçiminde değerlendirilir. Yasa koyucunun buradaki amacı laiklik ilkesine aykırı beyan veya faaliyetlerin bir parti tarafından işlenmesinin kişi yönünden işlenmesine göre anayasal düzen ve demokrasiye karşı daha çok tehdit ve tehlikeye yol açması olduğundan, siyasi partiler bakımından bu yasakların devam etmesi gerektiği düşüncesidir.
Bu nedenle, ceza normu ile parti kapatmanın amaçları itibariyle, ayrı ayrı koruma önlemi olduğu gözetildiğinde, kişisel cezai sorumluluk doğurmayan eylemlerin parti kapatma davasında delil olması mümkündür.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu da gerektirmemektedir. Siyasi partilerin kapatılması, bir ceza normunun ihlaline bağlı bir netice değildir. Çoğulcu demokratik sistemin kendini koruma araçlarındandır. Bu nedenle cezai sorumluluk veya cezai bir yaptırım gerektirmeyen fiiller, siyasi partilerin kapatılması arasında yer alabilir. Suç olarak düzenlenmeyen eylemler ile suç olmaktan çıkarılan fiiller siyasi partiler için yasak olma niteliğini ve varlığını sürdürebilirler. Başka bir anlatımla ceza normları ile siyasi partilerin kapatılması birbirinden bağımsız, iki ayrı koruma önlemi niteliğini taşımaktadır.
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ile SPY’nın 101 ve 103 ncü maddelerindeki düzenlemelere göre, kapatmaya konu eylemlerin sadece “işlenmiş olması” yeterli olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu açıklamalar ışığında kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkûmiyetle sonuçlanmış davaların olup olmaması sonuca etkili değildir.
E- Kapatma yaptırımı ceza hukuku anlamında bir “ceza” değildir.
Siyasi parti kapatma davaları kendine özgü bir dava türü olduğu gibi, uygulanan “kapatma yaptırımı da” ceza hukuku anlamında bir “ceza” değildir. Kapatma yaptırımı hem Anayasa’da hem de SPY’nda gösterilmiş olup;
-Bu yaptırımın ceza niteliğinde olmaması,
-Kapatma yaptırımına konu eylemlerin (gerçek kişilerin söz konusu olabilecek sorumluluğu saklı kalmak kaydıyla) siyasi parti tüzel kişiliğinin ceza hukuku yönünden işlediği bir suç sayılmaması,
-Ayrıca normlar hiyerarşisi yönünden de siyasi parti kapatma davası ve kapatma yaptırımın Anayasa’da düzenlenmiş olması
Karşısında; 5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nın 5 nci maddesinin (5252 sayılı Yasanın 5560 sayılı Yasa ile değişik Geçici Madde 1) 2008 yılı sonrasında dahi siyasi parti kapatma davaları yönünden uygulanma yeri bulunmadığından siyasi parti kapatma davası ve kapatma yaptırımı özel nitelikte bir dava ve yaptırım olarak görülmelidir.
F- Kanıtlar usulüne uygun olarak toplanmış olup, nesnel ve somuttur.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilerin Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında sayılan yasak fiilleri işleyip işlemediklerinin araştırmasında yasal dayanakları SPY’nın 98 ve 106 ncı maddeleridir.
SPY’nın 98 nci maddesi aşağıdaki gibidir:
“Görevli mahkeme ve savcılık:
Madde 98 – (Değişik birinci fıkra: 12/8/1999-4445/15 md.) Siyasî partilerin kapatılması davaları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesinde açılır. (Ek cümle: 02.01.2003-4778-md 9.) Siyasî partilerin kapatılması davalarında kapatılmaya karar verilebilmesi için beşte üç oy çokluğu şarttır.
Anayasa Mahkemesince verilen kararlar kesindir.
Cumhuriyet Başsavcılığı, iddianamesine esas teşkil edecek olayların araştırılması ve soruşturulmasında ve davanın açılması ve yürütülmesinde Cumhuriyet savcılarına ve sorgu hakimlerine tanınan bütün yetkilere sahiptir. Ancak; Anayasanın ve kanunların sadece hakimler tarafından kullanılabileceğini belirttiği yetkiler bunun dışındadır.
(Değişik dördüncü fıkra: 12/8/1999-4445/15 md.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı siyasî partilerden incelenmek üzere gerekli gördüğü belgeleri isteyebilir.
Siyasi partiler, Cumhuriyet Başsavcılığının isteklerine en geç onbeş gün içinde cevap vermek zorundadırlar.
Cumhuriyet Başsavcısı, soruşturmayı Cumhuriyet Başsavcıvekili veya yardımcıları eliyle de yürütebilir.
Cumhuriyet Başsavcısının soruşturma için görevlendirdiği Başsavcı yardımcılarının, Yargıtay üyeliğine seçilmeleri hali hariç, soruşturma sonuçlanıncaya kadar süreli veya süresiz başka bir göreve atanmaları Cumhuriyet Başsavcısının yazılı muvafakatine bağlıdır.”
SPY’nın 106 ncı maddesi aşağıdaki gibidir:
“İdari mercilerin, savcıların ve mahkemelerin görevi:
Madde 106 - Bu Kanunun 101, 103 ve 104 üncü maddelerinde belirtilen fiil ve haller hakkında bilgi edinen idari merciler, bu bilgileri mahalli Cumhuriyet savcılığına derhal ve yazılı olarak intikal ettirirler. Mahkemeler de, bu gibi fiil ve halleri öğrendikleri zaman durumu derhal mahalli Cumhuriyet savcılığına yazı ile duyururlar. Cumhuriyet savcılıkları, bu bilgileri hemen Adalet Bakanlığına ve belgeleriyle birlikte Cumhuriyet Başsavcılığına yazı ile bildirirler.”
SPY’nın 98 nci ve 106 ncı maddelerinden açıkça anlaşılacağı üzere; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilere ilişkin soruşturmalarda uygulayacağı yöntem “delil serbestîsi ilkesidir”. Bu nedenle delillerin gazete, televizyon, internet gibi iletişim araçlarından temin edilmesinin önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi, bu yöntem, siyasi faaliyetlerin izlenmesinin en etkili yoludur. Kaldı ki, bu delillerin tamamına yakının aksi kanıtlanamamıştır.
Gazete haberlerinin tekzip edilmesi ya da yalanlanması, haberin özünü, içeriğini, dolayısıyla ortaya çıkan hukuki sonucu değiştirmeye yeterli bulunmamaktadır. Örneğin, davalı partinin kurucusu, MKYK üyesi ve dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı olan İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın iddianameye konu eylemi bu niteliktedir. Bu haberin bant kayıtları, haberi hazırlayan gazeteci tarafından aynı gazetede yayınlanmış, keza ses bandı da deliller arasında Yüksek Mahkemeye sunulmuştur. Ses bandındaki kayıttan anlaşılacağı üzere Egemen Bağış’ın, milletvekillerinin de TBMM’ne türbanla girebilmelerini savunduğu gayet açıktır.
İddianamede belirtilen ve davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna kanıt oluşturan parti üyelerinin beyanlarına sadece tek kaynak gösterilmemiş, bu beyanlar başka kaynaklarla da doğrulanmıştır. Bilindiği üzere; yazılı olmayan (sözlü) açıklamalar, görüntülü veya sesli kayıt bulunduğu takdirde buna dair kayıtlar ile görüntülü olmayanlar ise ancak yazılı basında yer alan haberler ile kanıtlanabilir. Davalı siyasi parti üyelerinin iddianameye konu beyanları için, görüntülü ve sesli kaydı bulunanların bu kayıtları, bulunmayanların ise çeşitli gazetelerde yer alan yazılar delil olarak gösterilmiştir.
Söz konusu beyanların görüntülü ve sesli kayıtları olmayanların yazılı basında yer alan yazılar ile kanıtlanamayacağının ileri sürülmesi, iddianın başka türlü kanıtlanma olanağının bulunmadığı gerçeğinin yok sayılmasıdır.
Yukarıda belirtilen SPY’nın 106 ncı maddesi; idari mercilerin Siyasi Partiler Kanunun 101, 103 ve 104 üncü maddelerinde belirtilen fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri derhal ve yazılı olarak yerel Cumhuriyet Savcılıklarına intikal ettirmeleri, savcılıklarında Adalet Bakanlığına ve belgeleriyle birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına bildirmeleri gerektiği düzenlemiştir.
Yasanın bu amir hükmüne rağmen iddianamemize eklenen yüzlerce kanıttan hiçbiri bu kanaldan intikal ettirilmemiş, Başsavcılığımızın re’sen yaptığı araştırma ve soruşturma sonucu edinilmiştir.
Bu durum bile ‘siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin eylem ve söylemlerinden partinin sorumlu tutulamayacağını’ savunan davalı partinin, kamu görevlileri üzerinde yarattığı etkinin açık göstergesidir. Bu etki nedeniyledir ki davalı parti üyelerinin laikliğe aykırı hiçbir eylemi Başsavcılığımıza bildirilmemiş, birçok olayda ancak Başsavcılığımızın tahriki ile idari soruşturma yapılmış, fakat bu soruşturmalar göstermelik yaptırımlarla sonuçlandırılmıştır.
Yapılan açıklamalar ışığında ve kamuoyunun gözü önünde cereyan eden siyasal yaşamda; gazete haberlerinin kanıt olarak kullanılamayacağını savunmanın hukuksal bir temeli bulunmamaktadır.
Başsavcılığımız, yukarıda da belirtildiği; üzere Anayasa ve Siyasi partiler yasasında çerçevesi çizilmiş yetkileri çerçevesinde ve somut kanıtlardan yola çıkarak, davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiasıyla işbu kapatma davasını açmıştır. Kanıtlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Başsavcılığımızın odaklaşmaya ilişkin kanaatinin bir vehim olmadığı, davalı partinin devlet ve toplumu bir şeriat devletine dönüştürecek adımları her alanda kararlılıkla attığı net olarak görülecektir.
G- İddianamedeki savlarımız kanıtlanmıştır
a- BOP (Büyük Ortadoğu Projesi-Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi-GOKAP-) Türkiye’ye ve bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir projedir.
BOP, soğuk savaş döneminin kapanmasıyla tek kutuplu hale gelen Dünyada halkların çoğunluğunun Müslüman olduğu Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyasında (sonra bazı Kuzey Afrika ülkeleri) bulunan ülkelerin mevcut sınırlarının “etnik, dinsel, dilsel” durumlara göre yeniden çizilmesini (parçalanmalarını) öngören ve bu yapılırken, suni olarak üretilmiş ‘ılımlı İslam’ (ehlileştirilmiş İslam) ideolojisinin kullanıldığı, bu bağlamda ülkemizin ulus devlet kimliğini ve üniter bütünlüğünü de tehdit eden bir büyük yayılmacı projenin adıdır.
Bu proje günümüz dünyasında kapalı kapılar arkasında, fısıltılarla konuşulan bir dedikodu değildir. İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra fikri altyapısının oluşturulmasına başlanılmış, Soğuk Savaş Döneminin kapanmasıyla olgunlaştırılıp uygulamaya sokularak bölgede işgaller yapılmış, yeni devletçikler yaratılmış, bir müteffik ülkenin “Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde” yayınlanan bir makalede Ortadoğu sınırlarının doğal olmadığı, daha adil bir yapılanma ile sınırların değiştirilmesi gerektiği savunulmuş, makale sonuna eklenen iki haritada Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri, Karadeniz’e de açılacak şekilde “Özgür Kürdistan’ın” sınırları içerisinde gösterilmiştir!
Davalı Partinin Genel Başkanı Türkiye üzerine böylesine açık “niyetleri” olan bir yayılmacı projenin “eş başkanı” olduğunu, Diyarbakır ilimizin bu projenin merkez üssü olacağını açık bir şekilde televizyon programında ve bir parti konuşmasında ifade etmiş, davalı partinin internet sitesinde bu proje bütün ayrıntılarıyla yer almıştır(Fatih Altaylı’nın Kanal D Televizyonunda 14 Şubat 2004 tarihinde sunduğu Teke Tek Programının CD kaydı ve akparti.org.tr isimli web sayfasından alınan dökümanlar/ Esas Hakkında Görüş: EK 3).
Bu bağlamda Başsavcılığımız, bir başka siyasi hegemonya projesi olan “Medeniyetler İttifakı” ile BOP’u karıştırmış değildir.
Bölgenin ve Türkiye’nin sınırlarını, etnik, dilsel, dinsel yapılanmalar paralelinde yeniden çizmek ve ulus devletleri parçalamak üzerine planlanmış böylesine açık sömürgeci emelleri olan bir projenin (BOP’un) ideolojik yapısının ‘ılımlı İslam’ olduğunu, Türkiye’de bu projeye uygun bir “İslami partinin” iktidarda olduğunu ortaya koyanlar, bizzat bu projenin fikri mimarları Batılı siyasetçi ve fikir adamlarıdır.
Ülkemizin ılımlı İslami bir rejimle yönetildiğine ilişkin tanımlama ve yorumlar Batılı siyasal bilimci, yazar ve devlet adamlarının görüş açıklamalarıyla sınırlı değildir. İslam devleti olan ülkelerin basını ile siyasetçilerinin davalı partiyi tanımlarken kullandıkları sıfat da, “İslami partidir”. Bunlardan bazıları Adalet ve Kalkınma Partisi sayesinde Türkiye’de bir “İslam Devrimi” beklentisi içindedirler (29.04.2008 tarihli basın./Esas Hakkında Görüş EK 4).
Sonuçta bir şeriat devletine dönüşmesi kaçınılmaz olan ılımlı İslamın ve onun siyasi ayağı olan BOP’un benimsenmesinin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni rejim tehlikesi ile karşı karşıya getireceği açıktır.
b- Davalı partinin genel başkanının, milletvekillerinin, yerel yöneticilerin eylemleri partiyi bağlar.
İHAM Kararlarına göre; “bir partinin genel başkanı ile genel başkan yardımcılarının açıklama ve eylemleri tartışılmaz biçimde partiye isnat edilebilir. Çünkü genel başkan partinin simgesel figürüdür. Genel başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı düşüncelerin, kişisel görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve kamuoyu tarafından partinin görüşünü yansıttığı şekilde yorumlanır ve partiye isnat edilebilir. Siyasi yaşamının önemli bir kısmı kamuoyunun gözü önünde geçen bir genel başkanın eylem ve söylemlerinin etkileme gücü düşünüldüğünde bu eylem ve söylemlerin partiyi bağlamayacağını iddia etmek olanaksızdır.
Genel Başkan yardımcıları ve partinin üst düzey yöneticileri için de aynı düşünce geçerlidir.
Bu nedenle davalı siyasi partinin kurucu ve üyelerinin, milletvekillerinin, genel başkanın ve yöneticilerinin sözlerinin Anayasa’nın 69/6-9, 84/son ve SPY’nun 95 nci maddelerindeki “..bir siyasi partinin kapatılmasına söz veya eylemleriyle neden olan..” ibaresi karşısında kişisel görüş ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğu ve partiyi bağlamayacağı savunmasının yasal dayanağı yoktur. Bu husus, Anayasa Mahkemesi ve İHAM kararlarıyla açıklığa kavuşmuştur.
Ayrıca milletvekili sıfatı taşıyan ya da yerel yönetimlerde görev alan parti üyelerinin, partinin amaç ve eğilimlerini sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum modelini yansıtan eylemleri bir bütün oluşturduğunda bu gibi şahısların eylem ve düşünceleri de davalı partiye isnat edilebilir. Bu eylem ve düşüncelerin bireylere isnat edilebildikleri için değil, hepsi davalı parti platformundan seçilen milletvekilleri ve belediye başkanları tarafından parti adına yapıldıkları ya da dile getirildikleri için potansiyel seçmenlerin umutlarını, beklentilerini ya da korkularını canlandırarak onları etkileme olasılığı bulunmaktadır” (İHAM/Refah Kararı. Paragraf 115, 116).
İHAM kararından açıkça anlaşılacağı üzere davalı partiye mensup milletvekilleri ile yerel yöneticilerin eylemleri partiyi bağlayıcı niteliktedir ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.
Keza, parti üyelerinin, milletvekillerinin laikliğe aykırı eylem ve söylemlerinin bizzat parti genel başkanı ve yöneticilerinin fiil ve beyanları doğrultusunda bulunması ve bir bütünlük teşkil etmesi karşısında, parti üyeleri ve milletvekillerinin eylem ve söylemlerinin parti yönetimince benimsenmediği, kabul görmediği savunmasına itibar edilemez.
c- Siyasi parti üyesi olmayan üst düzey kamu yöneticilerinin beyan ve faaliyetlerinin partiye isnat edilebilirliği
İddianamede davalı partinin oluşturduğu hükümet tarafından atanan üst düzey kamu yöneticilerinin laikliğe aykırı eylemlerine yer verilmiştir. Davalı parti ön savunmasında, bu yöneticilerin eylemlerinin yargısal denetime tabi bulunması nedeniyle partiyi bağlamayacağı savunulmaktadır. Oysa, iddianameye yansıtılan belgelerden de anlaşılacağı üzere; bu yöneticilerden Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer gibi bazıları geçmişteki laiklik karşıtı eylem, söz ve yazıları nedeniyle bu makamlara getirilmişler, bu makamları işgal ettikleri sürece izledikleri yönetim anlayışı da parti politikaları ile bir uyum içersinde olmuştur. Yine, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığına atanan Yusuf Ziya Özcan’ın atamasının Anayasa ve yasalar gereği Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı, bu nedenle tasarruflarından hükümetin sorumlu tutulamayacağı savunulmuşsa da, iddianamede açıklandığı üzere bu şahıs ile TBMM Başkanı ve Maliye Bakanı ile bir üst düzey Maliye bürokratı arasında geçen konuşmalardan, YÖK Başkanının atamasının ve icraatlarının, hükümetin bilgisi ve yönlendirmelerinden bağımsız olmadığı açıkça anlaşılmaktadır
Bu bağlamda, davalı partinin oluşturduğu hükümet tarafından atanan üst düzey kamu yöneticilerinin, davalı partinin laiklik ilkesine aykırı amaç ve eğilimlerini sergileyen, yaratmak istediği devlet ve toplum modelini yansıtan eylem ve konuşmaları da davalı partiye isnat edilebilir niteliktedir.
d- Farklı siyasi liderlerin beyan ve faaliyetleri
Davalı parti genel başkanının iddianameye konu beyanlarının benzerlerinin daha önce farklı siyasi liderler tarafından söylenmiş olması, parti tüzel kişiliğine karşı açılmış bir kapatma davasında savunulamaz. Çünkü, parti kapatma davalarının süjesi kişiler değil, parti tüzel kişiliğidir. Diğer yandan, Anayasanın 68/4 ve 69/6 ncı maddeleri ile SPY’nın ilgili maddeleri uyarınca siyasi parti kapatma davalarında esas alınan ölçü Anayasaya aykırı eylemlerde ‘odak olma’ ölçütüdür. Uzun bir tarihi süreç içerisine yayılmış, süreklilik ve kararlılık göstermeyen ve partinin Anayasaya aykırı diğer eylemleriyle bir bütünsellik taşımayan söylemlerin tek başına odaklığa yeterli olmayacağı açıktır. İşbu dava, Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın laiklik ilkesine aykırı beyan ve faaliyetlerinin diğer parti üyelerinin eylem ve söylemleri ile bir bütünsellik arzetmesi, davalı partinin ve üyelerinin sürekli ve kararlı bir biçimde işledikleri eylemlerin ve söylemlerin bütününün davalı partiyi laikliğe aykırı fiillerin odağı durumuna getirdiği için açılmıştır.
e- Türban, bir siyasi simgedir. Din ve vicdan özgürlüğü kapsamında koruma göremez, temel bir insan hakkı olarak savunulamaz.
Yasama tasarrufu ve sorumsuzluğunun, laik devlet ilkesine aykırılığa izin verdiği söylenemez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana yaşadığımız gelişme süreci içersinde Cumhuriyetin karakteri ve niteliği de oluşmuştur. Oluşan bu karakterin en önemli özelliklerinden birisi laik bir cumhuriyet olgusudur. Anayasa Mahkemesi laiklikle ilgili olarak verdiği bir dizi kararla bu karakterin oluşumuna önemli katkılar sağlamıştır. Cumhuriyetin hukuk kaynakları ve güvenceleri arasında Anayasa Mahkemesinin kararları da vardır.
Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve İHAM’ın yerleşik içtihatlarında; dinsel ve siyasal bir simge olan türbana yüksek öğretim kurumlarında ve giderek tüm kamusal alanda serbesti tanınmasının din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, aksine bu alanlarda tanınacak türban serbestîsinin türban kullanmayanlar ve diğer inanç sahipleri üzerinde bir baskı yaratacağı, bu nedenle bir özgürlük olarak savunulamayacağı, bunu savunmanın laiklik ilkesine aykırılık oluşturacağı, “dinsel inanç gereği sözcükleri kullanılmasa da” Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç ve anlamdaki dinsel kaynaklı düzenlemeleri içeren girişimlerin Anayasa karşısında geçerli olamayacağı, özgürlüklerin Anayasa ile sınırlı olduğu ısrar ve kararlılıkla vurgulanmış, bu kararlar Cumhuriyetin laik karakterinin bir parçası ve hukuk kaynağı haline gelmişlerdir.
Hal böyle iken, davalı partinin kuruluşundan başlayarak türbanı dinsel ve siyasal bir simgeye dönüştürüp, önce yüksek öğretim kurumlarına, sonra tüm kamusal alana yayarak devleti bir şeriat rejimine dönüştürme (şeriatı yerleştirme) kararlılığını sergilemesi, bu yönde Anayasa ve yasa değişikliği yapması; ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, yasama tasarrufu ve sorumsuzluğu gibi kavramların arkasına sığınılarak savunulamaz.
İddianamede açıklıkla belirttiği gibi, bir iktidar partisi yönünden, hükümetin icraatları, siyasi parti söylemiyle biçimlendiğinden, bu bağlamdaki iş ve işlemler de siyasi partinin eylemi olarak, o siyasi partiye isnat edilebilecektir. Bu bağlamda, yasa tasarıları, eğer siyasi partinin kapatmaya konu olan eylemlerinin yöneldiği amacı gerçekleştirmeye veya kolaylaştırmaya yönelikse, bu tasarılar da siyasi parti eylemi olarak o siyasi partiye isnat edilebilecektir. İHAM kararlarında da açıklandığı üzere, TBMM’nde çoğunluğu oluşturan siyasi parti için, bu tasarıların eylem olarak isnadiyeti için, yasalaşmalarını beklemek gerekmez. Çünkü bu eylemlerin yasalaşması çoğunluğa sahip bir iktidar partisi yönünden her an için olasıdır. İsnat edilebilen eylem niteliğindeki bu tasarıların yasalaşması da, eylemin yasama organı işlemi niteliğine geldiğinden bahisle, siyasi partiye isnadiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, siyasi partinin eylemini sürdürmesi niteliğindedir (RP/Türkiye Kararı). Bu nedenle, yasama tasarrufu ve sorumsuzluğu da laik devlet ilkesine aykırı yasal düzenlemelerin yapılmasına olanak sağlayan bir ilke olarak görülemez ve kullanılamaz.
f- Davalı parti üyelerinin odaklaşmaya konu beyanları Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası anlamında ‘eylemdir’.
Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasında; siyasi partilerin uyacakları ilke ve esaslar belirlenmiş, bunlara aykırı eylem-faaliyet-fiillerin yaptırımları gösterilmiştir.
Eylem, söz veya hareket şeklinde olabilir.
Siyasi partilerin, üyelerinin beyanları nedenleri ile Anayasa’nın 68/4 ncü madde ve fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden dolayı odak haline gelmesi durumunda kapatılması mümkündür. Zira, Anayasanın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrasında açıkça, “Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleri ile sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak 5 yıl süre ile bir başka partinin kurucusu, üyesi yöneticisi ve deneticisi olamazlar” hükmünü içermektedir. Anayasa’nın 84/son ve SPY’nın 95 nci maddelerinde de sırasıyla “beyan ve eylemleriyle-söz veya eylemleriyle” ibareleri yer almaktadır.
Anayasanın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasında “siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri” ibaresi bulunmakta, beyanları” ibaresi yer almamaktadır. Bu maddede ki “eylemler” sözcüğünün beyan ve fiilleri kapsadığı açıktır.
SPY’nın 117 nci maddesi, “Bu kanunun 4 ncü kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde “…..” cezasıyla cezalandırılırlar”, hükmünü içerdiği gözetilerek, anılan yasanın 4 ncü kısmında yazılı yasak fiillere bakıldığında, ayrıca Türk Ceza Kanununun 125 ve 301 nci maddeleri incelendiğinde suç sayılan fiillerin (eylemlerin), söz (beyan), hareket (faaliyet), şeklinde de olabildiği görülmektedir.
g- Abdullah Gül’ün davalı parti üyesi ve bu sıfatla Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı sıradaki eylemleri davalı partiyi bağlar.
Örgütlenme özgürlüğü ile ilgisi bulunması nedeniyle siyasi partilerin kapatılması yaptırımının muhatabı siyasi parti tüzel kişiliğidir. Davanın siyasi parti tüzel kişiliğine karşı açılması, savunmanın parti tüzelkişiliğince verilmesinin gerekmesi, partinin kapatılmasına yönelik beyan ve faaliyetleri bulunduğu iddia edilen üyelerinden kişisel savunma istenmemesi ve verilememesi bunu ortaya koymaktadır.
Nitekim, Anayasanın 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrasında da, bir siyasi partinin hangi hallerde kapatılmasına karar verileceği belirtilmiş, temelli kapatılan bir partinin bir başka ad altında kurulamayacağı, siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan ve faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyelerinin, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak 5 yıl süreyle başka bir partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacakları, milletvekilliği sıfatının sona ereceği hususları ise kapatma yaptırımının sonucu olarak düzenlenmiştir (Anayasa m. 69/8-9, 84/5, Siyasi Partiler Kanunu m. 95).
Mevcut düzenlemede, bir siyasi partinin Anayasanın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesine neden olacak fiilleri işleyen parti üyeleri yönünden (Anayasa m. 69/6, 9, 84/5, 2820 s. Yasa m. 95, 103/2), bu kişilerin, sıfatları ile eylemlerinden sonra partiden ayrılıp ayrılmadıkları yönünden bir ayrım yapılmamış, istisna getirilmemiştir. Bu nedenle, parti üyelerinin; genel başkan, milletvekili, yerel yönetici, siyasi partinin iktidarda bulunması halinde başbakan, başbakan yardımcısı veya bakan olmasının ya da partiden daha sonra ayrılmış olmasının etkisi yoktur. Aranması gereken, kişinin beyan veya faaliyetleri sırasında parti üyesi olup olmadığıdır. Düzenlemede, parti üyesi kişilerin sıfatları yönünden bir ayrım yapılmaması ve partiden ayrılan üyelerin (sonraki kimliği veya statüsü gözetilmeden) beyan veya faaliyetlerinin siyasi partiye isnat edilemeyeceğine ilişkin bir hükme yer verilmemesi nedeniyle bu kişilerin beyan veya faaliyetlerinin de davalı siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelip gelmediğinin değerlendirilmesinde dikkate alınması zorunlu bulunmaktadır. Aksi durum, siyasi partinin kapatılmasını gerektiren beyan veya faaliyetleri olan üyelerin daha sonra partiden ayrılmaları halinde, getirilen kapatma yaptırımının fiilen uygulanamaması sonucunu doğurur. Bu ise, kanun koyucunun ve yaptırımın getiriliş amacına aykırıdır.
Siyasi Partiler Yasası, siyasi partilerin uyacağı hukuki ve demokratik kuralları düzenlediğinden, kapatılmalarının sonuçlarının da siyasi partiler açısından ele alınmasında yasal zorunluluk vardır.
Anayasa’nın 105/3 ncü maddesi gereğince Cumhurbaşkanının ceza sorumsuzluğu bulunduğu açıktır. Ancak siyasi parti kapatma istemli davalarda Cumhurbaşkanının suçlanması ve yargılanması bulunmayıp, aksine siyaset yapma yasağının açılan kapatma davası sonucunda beyan veya eylemlerinin kapatmaya neden olduğunun tespiti halinde kendiliğinden getirilmesi söz konusudur. Bu iki halin farklı konulara dayandığı ve kıyaslanmaya açık olmadığı görülmektedir. Bu sonuca götüren neden; Anayasa’nın dokunulmazlıklar ile siyaset yasağını ayrı ayrı değerlendirip düzenlemesidir.
Yüksek mahkemece siyaset yasağı kararı verilebilmesi ve milletvekilliğinin sona ermesi için Anayasa’da milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması kuralı bulunmadığı dikkate alındığında, dokunulmazlıklar ile siyaset yasağının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır. Kapatma davasının davalısı, Adalet ve Kalkınma Partisi olup, Cumhurbaşkanı davada taraf durumunda olmadığından yargılanması durumu mevzubahis değildir. Dava kabul edilip siyasi parti kapatıldığında, kendiliğinden gelen hukuki ve demokratik kurallara uygun sonuçları olacaktır.
Anayasa’da siyasi yasak verilebilmesi koşulları arasında, kişinin dava ve karar anında siyaset yapıyor olması gerektiği aranmamıştır. Anayasakoyucunun amacı, bir siyasi partinin kapatılmasına beyan veya eylemleriyle neden olan eski veya yeni partililerin belirli bir süre siyaset kurumunu kullanarak Anayasa’nın koruduğu ilke ve değerlere zarar verilmesinin önünü kapatmaktır. Siyaset yasağı amaç itibariyle bir tedbir niteliğindedir.
Yapılan açıklamalar ışığında; siyasi partinin kapatılması davasına ilişkin hükümler, diğer hükümlere nazaran özel düzenleme niteliğindedir ve davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelip gelmediğinin belirlenmesinde Abdullah Gül’ün davalı partinin üyesi olarak Başbakan, Başbakan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı sıfatıyla görev yaptığı sıradaki beyan ve faaliyetlerinin değerlendirilmesi yasal bir zorunluluktur.
h- Dışişleri Bakanlığının Milli Görüş Teşkilatı ve Fethullah GÜLEN cemaati ile ilişki kurulması yönünde Büyükelçiliklerimize gönderdiği talimat, laik devlet ilkesine aykırıdır.
İddianamenin deliller bölümünün Ek 72 nci sırasında açıklandığı üzere:
Dışişleri Bakanlığı’nın bir genelgesi ile, laik devlet yapısını değiştirip, şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurduğu iddiasıyla 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1 nci maddesi delaletiyle, aynı Kanunun 7 nci maddesinin 1 nci fıkrasının 1 nci cümlesi uyarınca cezalandırılması için hakkında dava açılan Fethullah Gülen isimli tarikat liderinin yurtdışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip, temas ve işbirliğinin yapılması talimatı verilmiştir.
Dışişleri Bakanlığı’nın dış temsilciliklerimize gönderdiği bir başka genelgesi ile de, Genelkurmay Harekât Başkanlığınca düzenlenen bir raporda, şer’i esaslara dayalı devlet düzeni kurmayı amaçladığı belirtilen Avrupa Milli Görüş Teşkilatı ile temas ve işbirliği kurulması talimatı verilmiştir.
Laikliğe aykırı olarak değerlendirilen söz konusu genelgelere karşı davalı parti tarafından yapılan savunmada; iddianameye konu genelgelerin dış temsilciliklerin yoğunlaşan görüş istekleri üzerine hazırlandığı, bu tür genelgelerin rutin olduğu savunulmuştur.
Oysa iddianameye konu genelgeler öncesinde ve sonrasında münhasıran anılan iki örgüt hakkında düzenlenmiş genelge bulunmadığı, dosya içerisinde mevcut Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Genel Müdür Yardımcılığının 29.05.2003 tarihli cevabi yazısından anlaşılmaktadır.
Dosya içerisinde mevcut genelgelerin içeriğinin incelenmesinden, genelgelerin temsilciliklerimizin sözü edilen örgütler ile temas ve ilişki kurulması talimatını içerdiği açıktır.
Türkiye Cumhuriyet Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyet arasında “Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Büyük Öneme Haiz Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması”, özellikle uluslar arası terör suçları ve uluslar arası örgütlü suçlarda ortaya çıkan artıştan duydukları endişeyle vatandaşlarını ve ülkesindeki diğer kişileri terör eylemlerinden ve çeşitli diğer suç ve eylemlerden etkin biçimde koruma çabası doğrultusunda terörizm ve örgütlü suçlarda mücadelede uluslar arası işbirliğini pekiştirmek isteği ile 3 Mart 2003 tarihinde imzalanmıştır.
Dosya içerisinde mevcut Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Genel Müdür Yardımcılığının 01.05.2003 tarihli ve 166060 sayılı yazısı ekinde bulunan, söz konusu güvenlik işbirliği anlaşmasının gerekçesinde, “Milli Görüş” ve “Anadolu İslam Federe Devleti” gibi örgütler, kökten dinci örgüt olarak kabul edilmiş, sözleşmenin PKK- KADEK ve DHKP-C gibi terör örgütleri ile Milli Görüş ve Anadolu İslam Federe Devleti gibi kökten dinci örgütlerin ülkemiz aleyhindeki faaliyetlerinin önlenebilmesi konusunda işbirliğinin sağlanmasında önemli işlevi olacağı belirtilmiştir.
Sözleşmenin gerekçesine Adalet ve Kalkınma Partisi içindeki Milli görüş geleneğinden gelen kesimin karşı koyması üzerine metindeki “ Milli Görüş” adı çıkarılmıştır.
Söz konusu genelgelerin içeriği ve sözleşme gerekçesindeki değişiklik, daha önce laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle kapatılan Milli Nizam Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisine egemen olan ideolojinin-Milli Görüş düşüncesinin davalı siyasi partiye hakim olduğunun, kapatılan önceki siyasi partilerin içerisinde yer alan siyasetçilerin davalı partinin temel politikalarının belirlenmesinde egemen olduklarının, davalı siyasi partinin bu görüşten kopamadığının, eylem ve beyanlarında takiyye yaptığının açık kanıtlarıdır.
Diğer yandan bahse konu genelgeler incelendiğinde görülecektir ki (Ek 72) “cemaat” kavramının mevzuatımızda Lozan Anlaşması paralelinde, Türk vatandaşı bazı gayrimüslim toplulukları ifade için kullanıldığı ve bu Anlaşmaya hakim olan ilkeler ve Devrim Yasaları dikkate alındığında “Türk vatandaşı ve Müslüman olan” kişiler için cemaat tanımlamasının kullanılmasının hukuken mümkün olmamasına karşılık, adli takibat altında bulunan bir tarikat liderinin oluşturduğu yasadışı dini örgütlenme bir anlamda meşrulaştırılarak “Fethullah Gülen Cemaati” olarak nitelendirilmiştir.
Laik Cumhuriyet ilkesi ve Devrim Yasalarına karşı açık bir tavır alma niteliğindeki bu durum karşısında, hükümetin dış politikasının kapatma davasında delil olamayacağını savunmanın hukuki bir dayanağı bulunmamaktadır.
ı- TBMM Başkanının laikliğe aykırı beyan ve faaliyetleri davalı partiyi bağlar
Anayasa’nın 94 ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY’nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, “TBMM Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.”
TBMM Başkanı ve Başkanvekillerine yönelik bu düzenleme, Başkan ve Başkanvekillerinin hiçbir eyleminin siyasi partiye isnat edilemeyeceği sonucunu doğurmaz. Eğer Başkanın eylemleri, mensubu olduğu siyasi partinin eylem ve söylemiyle örtüşüyor ve başkan üyesi olduğu siyasi partinin gerçekleştirmek istediği projeyi ifade ve bu projeye destek anlamında diğer parti mensupları gibi hareket ediyorsa, siyasi parti tarafından kabul gören bu eylemler de siyasi partiye isnat edilebilecektir.
TBMM Eski Başkanı Bülent Arınç’ın iddianameye konu eylemleri davalı parti ile ve onun laikliğe aykırı politikaları ile örtüşüp bütünleşmiş, iddianameden önce bu beyan ve eylemlerin parti ile ilişkilendirilemeyeceğine, parti tarafından benimsenmediğine ilişkin hiçbir açıklama yapılmamış, bu beyanlar parti lehine olduğu düşüncesiyle zımni kabul görmüş, hatta bazı partililerce desteklenmiştir. Bu nedenle eylemleri davalı partinin laikliğe aykırı politikalarıyla bire bir örtüşen TBMM Eski Başkanının bu beyanlarının partiyi bağlamayacağını iddia etmenin yasal ve haklı bir gerekçesi olamaz. Çünkü, hukuk yalnız şekilden ibaret değildir.
i- İddianamede, davalı parti genel başkanının parti kurulmadan önceki beyanlarına dayanılması 21.06.2006 tarihli bir televizyon mülakatında “değişmedim” şeklindeki beyanı nedeniyledir.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan partisinin kuruluş aşamasında ve iktidara geldikten sonraki süreç içersinde, daha önce laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle kapatılan MNP, RP, FP gibi partilerin ideolojik çizgisini oluşturan “Milli Görüş” düşüncesini terk ettiğini, gelişerek değiştiğini, Milli Görüş gömleğini çıkardığını savunmuş, ancak TRT 1’ de 21.06.2006 tarihinde yayımlanın “Enine Boyuna” isimli bir programda bu söylemini değiştirerek, ‘‘Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim’’ diyerek, adeta o güne kadar yaptığı takiyyeyi doğrulamıştır. Bu söylem, davalı parti genel başkanının partisinin iktidar olduğu süreçte laik devlet ilkesine aykırı eylemlerinin fikri kaynaklarını ve bu anlamda milli görüş çizgisinde olduğunun göstergesidir. Genel başkanın parti kurulmadan önceki söylemi, bugünkü icraatlarının kaynağıdır. Bu söylemler anımsanırsa bugüne kadar yapılan takiyye ve yanıltmaların gerçekliği daha kolay anlaşılacaktır. İddianamede davalı parti genel başkanının parti kurulmadan önceki beyanları bu nedenle yer almıştır.
j- Haklarında disiplin soruşturması açılan partililer
Davalı siyasi partinin başta genel başkan olmak üzere, diğer yöneticilerinin laikliğe aykırı beyanlarda bulunması ve davalı partinin laikliğe aykırı eylemlerde bulunarak odak haline gelmesi karşısında; davalı siyasi parti başkanının ve yöneticilerin beyanları ile paralellik bulunan diğer parti üyelerinin (milletvekilleri vb.) görüşlerinin kişisel görüşleri olduğu söylenemez. Kişisel görüş olduğu ileri sürülen bazı parti üyelerinin beyanları bizzat davalı siyasi parti tarafından seslendirilen, ileri sürülen beyanlardır.
Bu bağlamda parti üyelerinin beyanlarının davalı siyasi parti tarafından benimsenmediğinin ileri sürülmesi; usul ve yasaya uygun değildir.
Ayrıca, bu yönde beyanda bulunan parti üyeleri hakkında istisna dışında disiplin soruşturması yapılmamış, böylece bu beyanların benimsenmediği, reddedildiği ortaya konulmamıştır.
Yine, davalı siyasi parti tarafından hakkında disiplin soruşturması yapılmasına örnek olarak gösterilen Konya Milletvekili Hüsnü Tuna hakkında Parti Tüzüğünün 117 nci maddesi hükmüne göre partiden ve gruptan kesin ihraç cezası verilmesi gerekirken; olayda uygulanma olanağı bulunmayan Tüzüğün 114 ncü maddesi gereğince uyarma cezası verilmesi ile yetinilmiş, Cumhuriyetin temel ilkelerini hedef alan beyanlarda bulunan bu şahıs adeta korunup ödüllendirilmiştir.
Buna karşılık, partinin bazı uygulamalarını eleştiren bir başka parti üyesi (Turhan Çömez), parti disiplinine uymadığı gerekçesiyle partiden “kesin ihraç” edilmiştir.
Davalı parti sadece bu iki olayda uyguladığı çifte standart ile gerçek tavrını göstermiştir.
Laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı söz ve eylemleriyle laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı bir alışkanlık haline getiren Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman hakkında açılan disiplin soruşturması ise sürüncemede bırakılmıştır.
Diğer yandan, iddianamemizde davalı partinin 71 üyesinin laikliğe aykırı yaklaşık 178 ayrı beyan ve eylemine yer verilmiştir. Bu beyan ve eylemlerin bütünü davalı partiyi laikliğe aykırı eylemlerin odağı yaptığına kanaat getirdiğimiz fiillerdir. Bu kadar çok sayıda eyleme karşılık davalı parti tarafından bu fiilleri işleyenler hakkında disiplin soruşturması açıldığı ve sonuçlandırıldığı, yukarıda sayılan birkaç örnek dışında ileri sürülmemiştir.
k- “Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmak laikliğe aykırı değildir” savunması, Tehvid-i Tedrisat ve Milli Eğitim Temel Kanunu hükümleri karşısında geçersizdir.
Anayasamızda, laiklik ilkesinin Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden olduğu, laiklik nedeniyle kutsal din duygularının devlet işleri ve politikaya karıştırılamayacağı, eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılacağı hükme bağlanmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile toplumu batıl inançlardan kurtaracak din adamlarının yetiştirilmesi amacıyla imam hatip liselerinde yalnızca din adamı yetiştirilmesi için erkek öğrencilerin öğrenim görmeleri ve bunların da orta öğretim sonrasında kendi alanlarında Yükseköğrenim görmeleri hedeflenmiştir.
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasına göre Türk Milli Eğitiminin amacı; Türk Milletinin bütün bireylerinin, Atatürk ilke ve devrimlerinin, Anayasada ifade edilen Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk Milletinin milli, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.
İmam hatip lisesi mezunlarının yalnızca kendi alanlarındaki üniversitelerde öğrenim görmeleri, kuruluş amacıdır. İmam hatip liseleri ile diğer liselerin mezunları arasında üniversiteye girme konusunda bir farklılık bulunması bu liselerin açılış amacının doğal sonucu ve gereğidir.
Bu bağlamda, imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte uygulanan katsayıyı ortadan kaldırmak amacıyla yapılan düzenleme ve işlemlerin, bu okulları özendirmesi, genel liselere alternatif öğretim kurumları haline getirmesi, ikili öğretim sistemine yol açılması sonucunu doğuracağı, bunun ise Atatürk ilke ve devrimleri ile bağdaşmayıp, Cumhuriyetin temelini oluşturan laiklik ilkesine, Eğitim Birliği Yasası ile Milli Eğitim Temel Kanununun amacına aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Davalı partinin imam hatip liseleri ve katsayı uygulaması konusundaki ısrarlı söylemleri, politikaları, bu konudaki mevzuat değişikliği çabaları, diğer eylemleriyle birlikte değerlendirildiğinde bir bütün oluşturarak adı geçen partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğunu kanıtlamaktadır.
l- Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişiminin laikliğe aykırı boyutunun bulunduğu bir gerçektir.
Anayasanın 42 nci maddesinde, eğitim ve öğretimin, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, ilköğretimin zorunlu ve Devlet okullarında parasız olduğu, Devletin maddi olanaklardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacıyla burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapacağı öngörülmüştür.
31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1. maddesi ile 1739 sayılı Yasanın 8. maddesi değiştirilerek, maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve ücreti Milli Eğitim Bakanlığınca karşılanmak kaydıyla özel öğretim kurumlarında öğrenim görmelerinin sağlanabileceği hükme bağlanmış, söz konusu Yasa, Cumhurbaşkanı tarafından tekrar görüşülmek üzere TBMM Başkanlığına geri gönderilmiştir.
Yasanın yeniden görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderilmesine ilişkin yazıda da açıklandığı üzere, Anayasanın 42. maddesinin gerekçesinde, Devlete maddi olanaktan yoksun başarılı öğrencilere burslar ve başka yollarla gerekli yardım yapma ödevi yüklenmesinin amacının, Devlet dışında burs vermeyi meslek edinmiş hukuksal yapıdaki kuruluşların gençler üzerindeki olumsuz etkilerinin önlenmesi olduğu belirtilmiştir. Devlet okullarında eğitimin parasız olmasına ve yurdun birçok yerinde mevcut olan çok sayıda Anadolu lisesinin maddi olanaklarına bakılmaksızın başarılı öğrencilerin eğitimini üstlenmesine karşın, yoksul ancak başarılı öğrencilerin özel eğitim kurumlarında Devlet olanakları ile okutulması, belirtilen bu amaca aykırılık oluşturur. Eğitimlerinin niteliği ile çağdaşlığı bilinen bazı özel okulların, ilginin yoğun olması nedeniyle kapasitelerini kısa sürede doldurmaları gerçeği de düşünüldüğünde, söz konusu öğrencilerin, kontenjanı dolmayan değişik amaçlarla kurulmuş özel okullara gönderilmesi ve Cumhuriyetin niteliklerine uygun bulunmayan düşünce yapısına sahip kişiler olarak yetiştirilmesi sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle davalı partinin fakir öğrencilerin devlet okullarında okutulması girişiminin laikliğe aykırı boyutu da bulunmaktadır.
Ayrıca, davalı siyasi partinin savunmasında dayanak gösterilen Anayasa Mahkemesinin 12.4.1990 tarih ve 1990/4-6 sayılı kararı, iddianamede belirtilen konu ile ilgili olmayıp, herhangi bir ayrım yapılmaksızın bütün özel öğretim kurumlarının öğrenci kapasitelerinin %2’sinden aşağı düşmemek üzere ücretsiz öğrenci okutulması ile yükümlü tutulmasına ilişkindir.
m- Hastalar için ibadet mekanı düzenlenmesi
Dünya Tabipler Birliği tarafından 1981 yılında yayımlanan ve savunma ekinde sunulan “Lizbon Hasta Hakları Bildirisi”nin 6 ncı maddesinde; “hasta, uygun bir dini temsilcinin yardımı da dahil olmak üzere ruhi ve manevi teselliyi kabul veya reddetme hakkına sahiptir.”
1994 tarihli Avrupa Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi’nin 5.9 ncu maddesinde; “hastalar bakım ve tedavileri süresince arkadaşları, akrabaları ve aileleri tarafından desteklenme ve her zaman manevi destek ve yol gösterilme hakkına sahiptir.”
Dünya Tabipler Birliği’nin 1995 yılında Bali’de kabul edilen Hasta Hakları Bildirgesinin “Dini Destek Hakkı” başlığını taşıyan 11 nci maddesinde; “hasta kendi dinlerine uygun bir dini temsilcinin ruhi ve moral tesellisini kabul ve reddetme hakkına sahiptir.”
01.08.1998 tarih ve 23420 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 38 nci maddesinin birinci fıkrasında; “sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır.”
İkinci fıkrasında; “kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiçbir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.”
Üçüncü fıkrasında; “ifadeye muktedir olmayıp da dini inancı bilinen ve kimsesiz olan agoni halindeki hastalar için de, talep şartı aranmaksızın, dini inançlarına uygun olan bir din görevlisi çağrılır.”
Hükümleri bulunmaktadır.
İddianameye konu “Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Taslağı’nın”, “Dini ödevlerin yapılma şekli” başlığını taşıyan 113 ncü maddesinin birinci fıkrasında, “Sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri uygun mekanlar ayrılır.”
Hükmüne yer verilmiştir.
Söz konusu Yönetmeliğin 4 ncü maddesi, kk) bendinde; “Sağlık kuruluşları, birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşları, h) bendinde de, birinci basamak sağlık kuruluşu; “muayenehane, poliklinik, sağlık ocağı” olarak tanımlanmıştır.
Sonuç olarak:
Savunma ekinde sunulan, Dünya Tabipler Birliği tarafından 1981 yılında yayımlanan Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi’nin 6, 1994 tarihli Avrupa’da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi’nin 5.9 ve 1995 yılı Bali Hasta Hakları Bildirgesi’nin 11 nci maddelerinin; hastaların, bakım ve tedavileri süresince arkadaşları, akrabaları, aileleri ile kendi dinine uygun bir dini temsilci tarafından ruhi ve manevi yönden desteklenmesi, teselli edilmesine yönelik olduğu, dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla sağlık kuruluşlarında mekan açılmasını kapsamadığı açıktır.
1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 38 nci maddesinde, hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için bir mekân ayrılması öngörülmediği halde, Yönetmelik Taslağında 3 ncü basamak sağlık kuruluşu olarak tanımlanan sağlık ocaklarında dahi dini vecibelerin yerine getirilmesi için mekan ayrılmasının zorunlu hale getirildiği anlaşılmaktadır.
Farklı hastalık ve mikrop taşıyıcısı hastaların birbirleriyle temaslarının tıbbi açıdan sakıncaları ve ibadet mekânlarını hasta haklarına dayanarak sağlık ocaklarına kadar yaygınlaştırıp, bu temas ve bulaşmaya olanak sağlamanın mevzuat düzenlenmesi amacına da uygun olmadığı düşünüldüğünde; zorlama yorumla aksinin savunulması ve Yönetmelik Taslağı haline getirilmesi, davalı partinin dini inanç ve yaşam biçimini toplumun her alanına yaymaya çalıştığını göstermektedir.
n- Davalı parti üyesi yerel yöneticilerin laikliğe aykırı eylemleri parti merkez organlarından etkin bir karşılık ve uyarı görmemiştir.
Davalı parti ön savunmasında; parti üyesi bazı yerel birim yöneticilerinin beyan ve eylemlerinin parti tarafından benimsenmediği, buna ilişkin olarak da, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı tarafından bir genelge yayınlanarak birimlerin uyarıldığını, bu nedenle söz konusu birimlerin beyan ve faaliyetlerinden partinin sorumlu tutulamayacağını ileri sürmüştür.
Bahse konu genelge incelendiğinde; davalı partiye mensup belediyelerin kültürel içerikli toplantı, panel ve konferansları ile dergi, kitap, broşür gibi basılı yayın konularını içerdiği görülecektir.
Genelge ile Adalet ve Kalkınma Partili yerel birim yöneticilerinin iddianamede yer alan laikliğe aykırı diğer faaliyetleri konusunda bir uyarı yapılmamış, gerek genelge kapsamında kalan eylemler, gerekse bu kapsamın dışında kalan fiilleri nedeniyle herhangi bir disiplin işlemine girişilmemiştir.
Genelgeye rağmen söz konusu eylemlerin sürmesi ve herhangi bir işlem yapılmaması (İddianame;103 ncü sahife vd.) nazara alındığında; davalı partinin iddianamede belirtilen eylemleri benimsediği açıktır. Eylemleri sabit olan parti üyesi görevliler hakkında herhangi bir disiplin işlemi yapılmaması ve fiillerin sürdüğü gözetildiğinde de, sözü edilen genelgenin, sonuçları takip edilmediğinden etkisiz, işlevsiz kaldığı anlaşılmaktadır.
o- İddianamede, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalara yer verildiğine ilişkin savunma dayanaksızdır
Davalı parti genel başkan ve üyelerinin laikliğe aykırı bir beyanda bulunduktan sonra kamuoyunun tepkisi karşısında, bu beyanları inkâr etmeleri, yalanlamaları, yanlış yorumlandığını savunmaları, kullandıkları siyasal bir yöntemdir. Benzer olaylar ile birlikte değerlendirildiğinde yalanlama ve inkârların laikliğe aykırı bu söylemlerin özünü ve içeriğini değiştirmediği anlaşılmaktadır.
- Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın New Straits Times’e demeci
Ön savunmada Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın adı geçen gazetenin muhabiri ile arasında geçen konuşmaya yer verilmiştir. Konuşma :
GAZETECİ: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak ne gibi bir rol oynamak ister?
RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde bir arada bulunabileceğini gösteren bir model olabilir…!.
Şeklindedir.
İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakanın gazetecinin sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye’nin geleceğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar çıkarmaktadır. Laik ve demokratik bir ülkenin “İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği bir model” olacağını ifade ederken, bu tespitin arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının yanı sıra, ülkemizde şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi vardır. Oysa, ülkemiz mevcut deneyimleri ve tarihi gelişimi ile bir İslam ülkesinde laik demokratik hukuk devleti rejiminin tesis edilebileceğini, farklı dini inançların laiklik temelinde ortak bir toplum düzeninde yaşayabileceğini zaten kanıtlamıştır. Bu değerleriyle “Yeni Dünya Düzeni ve Medeniyetler Çatışması” kuramcılarının süjesi değildir. Nüfus çoğunluğunun Müslüman olmasının devletin laik karakterini değiştirmeyeceği dikkate alındığında, konuşmadaki kastın toplum düzeninin dini kurallara göre belirlendiği “Ilımlı İslam Devleti Modeli” olduğu anlaşılmaktadır.
-TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ve davalı partinin kurucu üyesi Ayşe Böhürler’in laikliğe aykırı beyanları
İddianamenin 95 nci sayfasında ve Ek 125 delil numarasıyla verilen konuşma; SHOW TV isimli televizyon kanalında 17.01.2008 tarihinde “Siyaset Meydanı” isimli programa ilişkin olup, ses ve görüntülü kayda dayanmaktadır.
Kaydın izlenmesinden davalı partinin kurucu üyesi ve merkez karar ve yönetim kurulu üyesi Ayşe Böhürler’in yargıçlar dâhil kamu görevi yapan tüm kadınların türbanla görev yapmaları gerektiğini savunduğu açıkça anlaşılmaktadır. Partinin kurucusu ve halen MKYK üyesi olan bir kişinin türbana kamusal alanda da serbesti tanınmasına ilişkin beyanlarına Parti kurucu üyesi ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı olan Burhan Kuzu tarafından itiraz edilmemiştir. Davalı parti tarafından da herhangi bir itirazla karşılanmayan, bu suretle zımnen benimsendiği anlaşılan beyanlar partiye isnat edilebilir niteliktedir.
- Fatma Şahin’in kamuda türbana ilişkin beyanı
Davalı Partinin Kadın Kolları Başkanı Fatma Şahin’e yöneltilen soru karşısında verdiği yanıt, iddianamede yer alan metindir. Bu metnin tamamı nazara alındığında iddianın doğru olduğu, sonrasındaki açıklamalar ile beyanın içeriğini değiştirmeye çalışmanın somut gerçeği değiştirmeyeceği anlaşılmıştır.
-Egemen Bağış’ın açıklamaları
İddianamede Egemen Bağış’a atfedilen beyanlar, ses kaydına dayanmaktadır. Adı geçenin iddianamede belirtilen sözleri söylediği ses kaydı ile sabittir. Davalı partinin dış ilişkilerinden sorumlu genel başkan yardımcılığı gibi önemli bir görevi de yüklenen Egemen Bağış, kayıt içeriğinden açıkça anlaşılacağı üzere, bayan milletvekillerinin TBMM’ne türbanla gelebilmeleri gerektiğin açıkça savunmaktadır. Bu beyanların basında yer alması üzerine yapılan soyut bir yalanlama somut bir gerçeği değiştirmeye yetmeyeceğinden hiçbir hukuki değeri yoktur.
-Binali Yıldırım’a ilişkin açıklama
İddianamemizde Binali Yıldırım’a ilişkin isnat Vakit Gazetesinde yer alan bir habere dayanmaktadır. Savunma ekinde gönderilen ve adı geçen “İlim Yayma Cemiyeti, 52 nci Genel Kurul Toplantısına” ilişkin tutanağın incelenmesinde; toplantının 16.04.2006 tarihinde saat 10.00/15.00 sıralarında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Toplantı süresi gözetildiğinde dernek yetkililerince imza altına alınan tutanakta, toplantıda yapılan konuşmaların noksansız olarak kayda geçirildiğinin kabulü olanaksızdır. Ayrıca, iddia konusu basında yer alan haber ile tutanak arasında farklılıklar bulunmaktadır. Basında yer alan haberin Binali Yıldırım ile adı geçen dernek veya davalı siyasi parti tarafından tekzip edilmediği, benimsenmediğinin ifade edilmediği dikkate alındığında; söz konusu beyanların doğruluğuna üstünlük tanınması gerektiği ortadadır.
-Mehmet Aydın’ın bir Alman gazetesine verdiği demeç
Mehmet Aydın’ın Almanya’da bir gazeteye verdiği demeçteki, ‘kamuda türban serbestîsine ilişkin beyanlarının’ tamamının irdelenmesinde; yüksek öğretim ve kamusal alan dahil, tüm alanlarda türbana serbesti tanınmasının benimsendiği açıktır.
-İbrahim Halıcı’nın yalanlaması
Seydişehir İlçesinin davalı partili Belediye Başkanı İbrahim Halıcı hakkında iddianamede yer alan isnat yazılı basında yer almış, ilgili tarafından tekzip edilmemiştir. Ancak davalı parti hakkında kapatma davası açılıp, iddianame içeriği kamuoyuna yansıdıktan sonra ilgili tarafından “haberin gerçeği yansıtmadığı” iddiasıyla bir basın açıklaması yapılmıştır. Haberin yayınlanmasından uzun bir süre geçtikten ve konu iddianame ile kamuoyuna yansıdıktan sonra yapılan açıklama, yaptırım uygulanmasının önlenmesine yönelik olup, samimiyetten uzaktır.
3- GENEL DEĞERLENDİRME
Davalı partinin temelli kapatılması talebini içeren 14.03.2008 tarihli iddianamede, partinin kapatılmasını zorunlu kılan kanıtlar ve hukuksal gerekçe ayrıntılarıyla Yüksek Mahkemeye sunulmuştur.
Davalı parti, iddianamede sayılan beyan ve eylemleri ile Anayasanın 68/4 ve 69/6 ncı maddelerinde tanımlandığı biçimde laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuştur. Çünkü, sayılan bu eylemler davalı partinin başta genel başkanı olmak üzere sayılan diğer üyeleriyle birlikte yoğun bir şekilde ve kararlılıkla işlenmiş, bu eylemler genel başkan ve partinin diğer merkez organlarınca zımnen ve açıkça benimsenmiştir. Hatta bu eylemlerin önemli bir kısmı bizzat parti genel merkez organı (genel başkan) tarafından yoğunluk ve kararlılıkla işlenmiştir.
Davalı partinin dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar ederek, ancak “mutabakat süreçleri” olarak adlandırdığı, oysa toplumu takiyye ile İslami bir yapıya doğru evrimleştirilmesini sağlamaktan başka bir şey olmayan yöntemlerle şeriatı egemen kılmayı hedeflediği, Anayasa’nın başlangıç kısmında belirtilen “hiçbir faaliyetin laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” hükmünü dikkate almadığı görülmektedir.
Şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ‘cihat’ boyutu gözetildiğinde, laik rejimi dönüştürmek için güç kullanılması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir.
Davalı partinin “Milli İrade” kavramımdan anladığı sınırsız siyasi iktidar algısı, olası çoğunluk diktasının açık işaretleridir.
Davalı siyasi partinin iddianamede ayrıntılarıyla ortaya konulan eylemlerinin laik bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı tartışmasızdır.
Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, İHAS hükümleri, Venedik Komisyonu İlkeleri, Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi, Anayasa Mahkemesi ve İHAM kararları gözetilip tartışıldığında, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin işlendiği bir odak haline gelen davalı siyasi partinin “gerek eylemlerindeki yoğunluğun ulaştığı boyut, amaçlarının Avrupa kamu düzenini oluşturan çoğulcu demokrasinin temel ilkeleri ile bağdaşmaması, gerekse de devleti İslamlaştırma projesini yürürlüğe koyma olanağına sahip bulunması karşısında, demokrasiye yönelen tehdidin, tehlikenin daha somut ve yakın bir nitelik kazandığı” dikkate alınarak kapatılma talebinde bulunulmuştur.
Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, demokratik sistemin sağladığı olanaklardan yararlanarak devleti ve toplumu bir şeriat düzenine dönüştürme çabası, Anayasa’nın 14 ncü maddesi, İHAS’ın 17 nci ile Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 5 nci maddesi gözetildiğinde koruma göremez.
Şeriatın nasıl bir hukuk sistemi öngördüğü bilinmektedir. 1937 yılından sonra bütün anayasalarımızda yer alan laiklik ilkesi uzun bir tarihi mücadelenin ürünü ve sonucudur. Ülkemize ancak bir devrimle kazandırılan laiklik, bugün yine ciddi bir tehdit ve tehlike altındadır. Laiklik devrimi öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ve üstelik bu gelenek ve kültür bir siyasi iktidar tarafından dayatıldığında laik devlet için yaratacağı tehlike ortadadır. Çünkü bu ülkede kutsal din duygularının istismarı yakın tarihimizdeki örneklerinden anlaşılacağı üzere kolayca büyük isyanlara ve katliamlara neden olabilmekte, bu isyanlar devletin anayasal nizamını hedef alabilmektedir.
Bu nedenle, egemen olan dinsel inancın (şeriatın) içeriği ve tarihsel deneyimler gözetildiğinde laiklik ilkesinin korunması Türkiye için daha yaşamsaldır ve laikliğin korunması zımnında ülkemizin takdir hakkı daha geniştir.
Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.
Kapatma yaptırımı, davalı partinin son aşamada demokrasiyi ortadan kaldıran, şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli (şeriatı) yaşama geçirmeyi hedeflediği için hukuka uygundur.
4-SONUÇ VE İSTEM
Başsavcılığımızca düzenlenen 14.03.2008 gün ve SP Hz 2008/1 sayılı İddianamede belirtilen eylemleri gerçekleştirmiş olan davalı ADALET VE KALKINMA PARTİSİ’nin;
A-Laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da gözetilerek, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101 nci maddesinin b bendi uyarınca TEMELLİ KAPATILMASINA,
B- Davalı Partinin Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’dan başlamak üzere iddianamede isimleri sayılanların Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına,
Karar verilmesi kamu adına talep olunur.”
IV- DAVALI SİYASİ PARTİNİN ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMASI
- Davalı Siyasi Parti’nin iddianamedeki genel değerlendirmelere karşı yaptığı 16.6.2008 tarihli savunması:
“GİRİŞ
İddianameye cevabımızda, hakkımızda düzenlenen iddianamenin baştan aşağı belli bir siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığını, bu haliyle adeta bir muhalif siyasi parti bildirisi niteliğinde olduğunu, dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava olduğunu belirtmiştik. Davanın siyasi nitelikte olduğuna ilişkin kanaatimiz Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünü inceledikten sonra daha da pekişmiştir. Çünkü, iddia makamının esas hakkındaki görüşüne de siyasi/ideolojik bir dil hakimdir.
İlk cevabımızdaki tüm tespit ve hatırlatmalara rağmen iddia makamı, önyargılı ve ideolojik tutumunu maalesef esas hakkındaki görüşünde de ısrarla devam ettirmiştir. Tıpkı iddianame gibi, esas hakkındaki görüş de baştan sona “emperyalizm”, “ihanet”, “irtica”, “mürteci”, “din tacirleri”, “tertipçi”, “sömürgeci”, “mandacı”, “işbirlikçi”, “gerici”, “iç ve dış odaklar” ve “siyasi hegemonya projesi” gibi hukuken tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla doludur.
Tarihi yorumlamak veya tarihi yargılamak, hiçbir kapatma davasının konusu olamaz. İddia makamı, delil yokluğunun ortaya koyduğu çaresizliği ve açığı, tarihe subjektif atıflar yaparak gidermeye çalışmaktadır. Ak Parti’nin doğuş tarihi ve illiyetin kurulabileceği zamanın başlangıcı bellidir: 14 ağustos 2001 . Hukuk, kapatma davasında, zaman tünelini siyasal partinin tüzel kişilik kazandığı tarihten geriye işletecek bir mantığı açıkça reddetmektedir.
Cumhuriyetimizin yakın tarihinde yaşanmış ve çoğunun üzerindeki sır perdesi hala aralanmamış olan 12 Eylül 1980 öncesinin siyasi çatışma ortamında yaşanan elim hadiseleri, siyah – beyaz keskinliğiyle açıklamaya çalışan indirgemeci yaklaşımla tanımı belirsiz ve soyut bir “irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı”na delil olarak göstermek anlaşılır gibi değildir. Daha da önemlisi, partimiz hakkında açılan bir kapatma davasında bu olaylara gönderme yapmak ve tehlikenin bugün de mevcudiyetini vurgulamak suretiyle, “negatif imaj” oluşturmaya çalışmak, hukuk etiği ile de bağdaşmamaktadır. Kısacası, tarihi sürekli kötüden iyiye doğru giden düz bir çizgi olarak gören ve karmaşık toplumsal olayları da kategorik genellemelerle açıklamaya çalışan bu pozitivist yaklaşım, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açabilmektedir.
Diğer yandan, altında “YARSAV Yönetim Kurulu” yazan bir kağıdın iddianamenin ekleri arasında çıkması, “toplama” delillerle şişirilerek özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan iddianamenin siyasi mülahazaları yansıtan bir metin niteliğinde olduğunun bir başka göstergesidir. İddianamede Talim ve Terbiye Kurulu’nda kadrolaşmaya gidildiği yönündeki iddianın delili olarak sunulan gazete haberinin “YARSAV Yönetim Kurulu” imzasını taşıyan bir kağıdın arka tarafına yapıştırılmış olması manidardır. Partimize ve hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV’a ait kağıtların partimiz hakkında kapatma talebinde bulunan bir iddianamenin ekinde neden ve nasıl yer aldığını biz anlayabilmiş değiliz. Ne ilginç tesadüftür ki, “Tüzüğümüzde özellikle vurgulandığı üzere YARSAV siyaset dışı ve üstüdür” ifadesine de yer veren “YARSAV Yönetim Kurulu” imzalı bu yazı bir siyasi partinin kapatılması talebiyle düzenlenen iddianamenin ekleri arasında çıkmaktadır.
Başsavcılığın partimiz aleyhine kullandığı delillere ait belgelerden birisinin YARSAV’a ait bir yazının arkasına yapıştırılmış olması, bu delilin YARSAV’da oluşturulduğu izlenimini vermektedir. “Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir” ifadesine de sözkonusu yazıda yer vererek, yasayla dahi kapatılamayacağını ileri süren YARSAV’ın partimizin kapatılması için delil oluşturma sürecine katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Başsavcının Anayasa Mahkemesi önünde bu durumu nasıl açıklayacağını doğrusu merak ediyoruz.
Aynı şekilde, Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili olarak iddianamede yer alan 46 nolu iddianın delilleri arasında bulunan bir gazete kupürünün üzerinde el yazısıyla “RTE röportajı” şeklinde bir ifadenin bulunması da, delillerin siyasi yaklaşımla toplandığını göstermektedir. Türkiye’de bazı köşe yazarlarının Başbakanı sözde tahfif için kullandıkları jargonun iddianame eklerinde el yazısıyla kullanılması düşündürücüdür.
Son olarak, Başsavcılığın özellikle esas hakkındaki görüşünü okuduktan sonra, tasavvur ettiği toplum modeli hakkında dehşete düşmemek mümkün değildir. Farklılıkları düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Demokrasiyle laikliği bir araya getiren “demokratik laiklik” kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği koruması mümkündür.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, hakkımızda açılan kapatma davası hukuki gerekçelere değil önyargının beslediği siyasi mülahazalara dayanmaktadır. Gerçekte olup bitenle hiçbir alakası olmayan iddia ve ithamlardan oluşan iddianame ve esas hakkındaki görüş, partimizi ve onun şahsında milletimizin hür iradesini tasfiye etme projesinin bir parçasıdır. İlk cevabımızda, bu davanın siyasi bir dava olduğunu ayrıntılı bir şekilde açıklamıştık. Esasa ilişkin bu cevabımızda da davanın, hukuki mesnetlerinin bulunmadığını ortaya koyacağız.
I. İDDİA MAKAMININ DEMOKRASİ VE LAİKLİK YORUMU EVRENSEL ANLAYIŞLA BAĞDAŞMAMAKTADIR
İlk cevabımızda ifade ettiğimiz gibi, bu davanın temelinde partimizin demokrasi ve laiklik anlayışının Başsavcının anlayışıyla bağdaşmaması yatmaktadır. Sözgelimi, Başbakanın laikliğin bireyin değil, devletin bir niteliği olabileceğine dair sözleri modern laiklik anlayışını yansıtmasına rağmen, iddianamede laikliğe aykırı olarak kabul edilmiştir.
1. Partimiz laikliği siyasi ve hukuki bir ilke olarak görmektedir
AK Partinin laiklik anlayışı, çağdaş demokratik toplumların özgürlükçü laiklik anlayışıyla tamamen uyumlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Partimizin savunduğu laiklik anlayışı, başkalarının temel hak ve özgürlüklerine asla bir tehdit içermemektedir. Laiklik, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasal bir ilkedir. Bu nedenle laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır. Nitekim, Anayasamızın 2 nci maddesinde laiklik Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir niteliği olarak sunulmuştur. Anayasanın 24 üncü maddesindeki din istismarı yasağının amacı da, esasen devletin laik niteliğinin aşındırılmasını engellemektir. Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik, toplumdaki her türlü inanç ve düşünce karşısında eşit mesafede durmayı gerektirmektedir. Partimizin bu laiklik anlayışı Anayasanın 2 nci maddesinin gerekçesinde de ifadesini bulmuştur. Bu maddenin gerekçesine göre “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen lâiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.”
Bu anlamda laiklik, çağdaş demokrasilerin benimsediği temel ilkelerden biri olan devletin tarafsızlığının din-devlet ilişkilerine yansımasını ifade etmektedir. Devletin inançlar karşısında tarafsız kalabilmesi, siyasi ve hukuki düzenini herhangi bir dinin esaslarına dayandırmaması ile mümkündür. Bu, laik düzende din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasına işaret etmektedir. Kısacası, çağdaş laiklik anlayışı bir yandan devlet düzeninin dini kurallara dayanmamasını, diğer yandan da devletin bireylerin sahip olduğu din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye almasını gerektirmektedir.
Toplumda barışı kurmak ve sürdürebilmek için devletin laik bir hukuk düzenine, laik bir yönetim cihazına sahip olması şarttır. İnançlar konusunda tarafsız olan devlet güven verici olur. Farklı inanca mensup olanların, tarafsızlığından emin olduğu devlet, herkes üzerinde haklı ve meşrû bir otoriteye sahip olacaktır. Laik devletin gölgesinde iş gören kamu erki, inanç çatışmalarını peşinen önleyecek meşrû güce ve saygınlığa ve bu gücün caydırıcılığıyla inançlar dünyasından beslenen bir çok çatışmayı da daha çıkmadan önleme yeteneğine sahip olacaktır. Egemenliği kullanan erklerin, bunlar içinde özellikle yargı erkinin altında kalabileceği en ağır töhmet, inançlar dünyasında taraf olmaktır.
Öte yandan, dinî inanç farklılıklarını barış içinde bir arada yaşatmak için var olan laiklik, bir inanca dönüşmemelidir. Eğer dönüşürse bu inanç bu sefer, devlet içinde iktidarı kullanan iki kanat arasındaki rekabette, bürokrasinin çoğunluk iktidarına karşı silahı haline gelecektir. Laiklik prensibini zayıflatan ve hukukî değerini yok eden en büyük risk laikliğin de diğer inançlar karşısına, her ne gerekçe ile olursa olsun bir inanç olarak çıkartılmasıdır.
Laikliği bir din, bir inanç veya diğer inançları ortadan kaldırmaya çalışan bir prensip olarak anlamak ve yorumlamak, laik hukuk düzenine ve toplumsal barışa yönelik en yakın ve ciddi tehlikedir. Kendisine bir ideoloji veya bir inanç değeri yüklenen laikliğin, devleti inançlar konusunda tarafsız kılma görevi ortadan kalkmakta ve devlet iktidarını inanç çatışmalarının tarafı, hatta alanı haline getirmektedir
2. Başsavcılığın laiklik anlayışı baştan sona problemlidir
Bu davada AK Partiye yönelik iddia “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olmaktır. Bu iddianın doğrulanabilmesi için öncelikle “laiklik” kavramı konusunda bir sarahatin bulunması şarttır. Nitekim iddia makamı, bu muhakemeyi yürüterek “laiklikten ne anlaşılması gerektiği” konusunda yaklaşık 12 sayfa devam eden açıklama ve yorumlarla, korumaya çalıştığı laiklik prensibini tanımlamıştır. İddianamedeki laiklik tanım ve yorumları baştan aşağı sorunludur. Bu tanımlar bilimsel değildir, sarahat yoktur, kendi içinde çelişkilidir, subjektiftir, hukuk standartlarına uygun değildir ve en önemlisi koruduğunu iddia ettiği laiklik prensibinin kendisine bütünüyle zarar verici unsurlar içermektedir.
Kendi içinde tutarlılık taşıyan, bilimsel muhakemeye uygun, toplumsal gerçeklerle ve laik düşüncenin evrensel birikimiyle uyumlu, herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacak ve uyulacak, hukukî standartlar taşıyan bir laiklik tanımı iddianamede yer almamaktadır. İddianamede laiklik prensibi değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sistemi tanımlanmakta ve savunulmaktadır. Bu tanımlamalar bireysel hak ve özgürlüklere yönelik ciddi ve yakın bir tehdit içermektedir. Çünkü bu tanımlarda geçen inançlar, bir “yaşam biçimi” olarak dayatılmaktadır.
2.1. Laiklik bir “yaşam biçimi” olamaz
İddianame’de “laiklikten ne anlaşılması gerektiği” konusunda yapılan ilk açıklama, laikliği bir “yaşam biçimi” olarak tanımlamaktadır: “Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir” (s. 10). Bu tanım laikliği “bir yaşam biçimi” olarak kavramlaştırmaktadır. Bu tanımlamada yer alan “aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı” gibi felsefî atıflar felsefe ve bilim tarihinde tartışmalı ve sorunlu konulardır. İktibas edilen bu cümle, bir hukuk metninin uyması gereken sarahate uygun değildir. Ancak dikkatli bir analizle, (1) laikliğin bir yaşam biçimi olduğu, (2) bu yaşam biçiminin de (a) özgürlük ve demokrasi anlayışının, (b) uluslaşmanın, (c) bağımsızlığın, (d) ulusal egemenliğin, ve (e) insanlık idealinin temeli olduğu, (3) bu tanım içinde yer alan “özgürlük ve demokrasi anlayışı”nın ise “Orta çağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı ile gelişen” “özgürlük ve demokrasi” anlayışı olduğu görülmektedir. Bu cümleden laikliğin, “her şey” anlamına geldiği, “ideal bir toplum düzeni”ne işaret ettiği sonucu çıkartılabilir. Her şeyi içeren bir tanımlama, aslında hiçbir şeyi anlatmaz. Üstelik bu cümlede ve aynı çizgide laikliği tanımlamak için sıralanan diğer cümlelerde yer alan idealler ile laiklik arasında bilimsel bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmamaktadır.
Bilimsel bir tanımda yer alması gereken, tanımlanan varlık ile tanımlayan unsurlar arasındaki illiyet bağı bu cümlede yoktur. Üstelik “her şey” olma özelliğine sahip bir kavram, hukukun değil ideolojilerin boşluk kabul etmez dünyasının totallik yani bütünlük iddiasına cevap verebilir. Bu cümleden bir laiklik tanımı değil, yeni açıklamalara ihtiyaç gösteren varsayımlar çıkar.
Cümlenin tek sarih yanı, laikliğin “bir uygar yaşam biçimi” olarak tanımlanmasıdır. İddia makamının “laikliğin nasıl bir yaşam biçimi olduğu”nu açıklama mükellefiyeti bulunmaktadır. Benzer yaklaşım, laikliğin insanlara mı, yoksa devlete ait bir nitelik mi olacağı konusunda, AK Partiye isnat edilen suçlamada da görülmektedir. İddia makamı, partimiz genel başkanının “insanlar laik olamaz” sözünü, “laiklik karşıtı bir eylem” olarak tanımlamakta, esas hakkındaki görüşünde de bu iddiasını ısrarla sürdürmektedir (s.5).
Laikliği “yaşam biçimi” olarak tanımlamak, beraberinde çok ciddi siyasi ve toplumsal sorunlar doğurabilecektir. Bu sorunları anlamak için öncelikle “yaşam biçimi”nin ne olduğuna bakmak gerekir. “Yaşam biçimi” sosyolojik bir deyimdir. Bireylerin ayrıntılı yaşam tercihlerini ifade eder. Sosyal ilişkilerde, tüketim kalıplarında, eğlence ve kıyafet seçiminde her hangi bir zaman ve yerde sergilenen davranışlar setini anlatır. Sosyolojinin zengin dalları arasında “sağlık ve yaşam biçimi sosyolojisi (Health and Lifestyle Sociology) adıyla bir bilimsel disiplin de bulunmaktadır. Yaşam biçimi içinde yer alan davranış ve pratikler, alışkanlıkların, klasik eylem biçimlerinin ve akılcı davranışların bir karışımıdır.
Bir hayat biçimi, tipik olarak bireysel tutumları, değerleri ve dünya görüşünü yansıtır. “Yaşam biçimi” tabirinin siyasal alanda kullanılması, farklı yaşam biçimlerinin meşruiyetini tanımak ve bireysel tercihlere saygı göstermek içindir. Kısaca “yaşam biçimi” toplum içinde bireyin, karşısında duran kültürel seçenekleri özgür tercihlerine konu ederek, kendi hayat tarzı olarak benimsemesidir. Batıda “yaşam biçimi” siyasî bir kavram olarak kullanıldığı zaman peşinen farklı hayat tarzlarının bir arada olduğu toplumun meşruiyetine göndermede bulunulmaktadır. Geleneksel yaşam biçimi, bireyin geleneklere değer vererek yaşamasıdır. Dindarlığı bir “yaşam biçimi” olarak benimsemek, bir dine inanmanın ötesinde, bireyin o dinin pratiklerine hayatında önemli bir yer ayırması demektir. Yaşam biçimi, asgari ölçekte bireysel hayatımızın, özgürlüklerimizin bize tanıdığı çerçevede yaptığımız tercihlerle oluşur. Yaşam biçimimizi özgürce belirlemek, bizim en temel haklarımızla ilgilidir.
Laiklik “yaşam biçimi” olarak tanımlandığı zaman, otomatik olarak farklı yaşam biçimlerinden biri tercih edilmiş olacaktır. O zaman sorulması gereken soru “hangi yaşam biçimi laik yaşam biçimidir?” sorusu olacaktır. İddianamede yer alan tanım “bir uygar yaşam biçimi” vurgusunu yapmaktadır. O zaman hemen “uygar olmayan yaşam biçimleri”ni “laik yaşam biçimleri”nin karşısına koymamız gerekecektir. Uygar olmayan yaşam biçimleri konusunda, ampirik araştırmalar karşımıza geniş bir yelpaze çıkartmaktadır. “Uygar yaşam biçimi” incelmiş estetik duyguların, zevklerin, dışa açık dünya görüşünün, şehirleşmiş adetlerin ve görgü kurallarının içinde yer aldığı geniş bir yelpazeyi içerdiği gibi; “uygar olmayan yaşam biçimi” de kendi içinde daha geniş bir yelpaze oluşturur. Göçebelikten, köylülükten, gecekondulardaki, geleneksel ve dışa kapalı “yaşam biçimleri”ne kadar her seçenek, uygar olmayan yaşam biçimi içine yerleştirilebilir. O zaman kaçınılmaz olarak araştıracağımız şey, farklı yaşam biçimleri ile laiklik arasındaki ilişki olacaktır. Bu ilişkiyi nasıl kuracağız? Bu ilişkiyi kurmak ve bize hangi “yaşam biçimi”nin “laik yaşam biçimi” olduğunu göstermek, laikliği bir “yaşam biçimi” olarak tanımlayanların görevi olsa gerektir.
Partimizin anlayışına göre, laiklik bir “yaşam biçimi” değildir. Çünkü laiklik, farklı yaşam biçimleri arasından birini tercih etmek olarak tanımlanamaz. Akıl ve bilim, insanoğlunun yaşadığı tarihsel tecrübe ışığında laikliğin bir “yaşam biçimi” değil, farklı yaşam biçimlerini hem özgür hem de barış içinde bir arada yaşatmak için geliştirilmiş çok önemli ve değerli bir hukuk prensibi olduğunu göstermektedir. Laikliğin özgür ve demokratik toplumlarda gelişmesi ve yerleşmesi, bu toplumların farklı yaşam biçimlerine saygı temelinde kurulmasındandır. Laiklik bir yaşam biçimi değil, tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan prensibin adıdır.
Devlet, farklı dinî inançların ve pratiklerin de içinde yer aldığı farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatmak zorundadır. Bunun yolu, yaşam biçimlerinden birini tercih etmemek, bu yolla yaşam biçimlerinin birbiri üzerinde tahakküm kurmasını engellemektir. Laikliği “yaşam biçimi” olarak kabul etmek, laikliği ortadan kaldırmak demektir. Sonuçta bir “yaşam biçimi” kalıbına dökülen laiklik, içi ne ile doldurulursa doldurulsun diğer yaşam biçimleri için tehdit oluşturacak, bu sefer toplum, devlet ve hukuk himayesinde değerli ve imtiyazlı bulunduğu için totaliter bir yaşam biçiminin dayatması ile karşılaşacaktır.
Laikliğin “bir yaşam biçimi” olarak kabul edilmesi, pratik olarak bir “yaşam biçimi”nin benimsenmesi ve toplumun farklı kesimlerine bu “yaşam biçimi”nin dayatılması sonucunu verir. Bunun için tercih edilen yaşam biçiminin devlet katında bir ideolojiye veya düşünce sistemine dönüştürülmesi gerekir. Laikliğin bir “yaşam biçimi” olarak kabul edilmesi, devletin totaliter ve dayatmacı bir devlete dönüşmesine yol açar. Totaliter devletlerde görülen belli bir insan tipinin ve yaşam biçiminin yüceltilmesi, özgürlüklerin de sonu olur. Sovyetler Birliği tecrübesi, laikliğin ancak totaliter bir ideolojinin çatısı altında bir yaşam biçimine dönüşebileceğini, bunu gerçekleştirmek için farklı yaşam biçimlerinin yok edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Laikliği “yaşam biçimi” olarak tanımlamak Anayasamıza da aykırıdır. Anayasa, farklı yaşam biçimlerinin yan yana yaşayabileceği özgürlükleri garanti altına alırken, devleti bu konuda tarafsız olmaya zorlamaktadır. Anayasamızın Başlangıç kısmında “Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” vurgulanmaktadır. Burada özellikle “onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevî varlığını …geliştirme hak ve yetkisi” ancak farklı yaşam biçimlerine devlet katında meşruiyet tanınması ile mümkündür. 5 inci maddede devlete yüklenen “…insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama…” görevi, “yaşam biçimi” dayatan bir devletin elinde yerine getirilemez. 17 inci maddede herkese tanınan “maddî ve manevî varlığını geliştirme hakkı” elbette “yaşam biçimi” dayatan devletin çatısı altında gerçekleştirilemez. Devletin bir yaşam biçiminden yana tercihte bulunduğu ülkede Anayasa’nın 20 nci maddesinde herkese tanınan “özel hayata saygı gösterilmesi hakkı”nın anlamı kalmaz. Anayasamız, farklı yaşam biçimlerinin teminatıdır. Anayasamıza göre, hangi isim ve kalıp içinde olursa olsun, devlet bir yaşam biçimini tercih edemez, hele hele onu laiklik adıyla toplum üzerinde tahakküm aracına dönüştüremez.
2.2. Laiklik bir “felsefi inanç” değildir
İddianame laikliği, pozitivist ve rasyonalist bir felsefî inanç olarak tanımlamakta ve savunmaktadır. İddianamede yer alan şu tanımlama ve tasvir, esasen iddianamenin bütününe yansıyan felsefî inancı temsil etmektedir: “Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir (s. 10-11). Bu ilginç ifadelere karşı söylenecek ilk şey şudur: “Bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşam” yoktur ve bugüne kadar dünya üzerinde hiç kimse “bilime dayanan yaşam”ı icat edememiştir. Böyle bir yaşam biçimi olsa, siyasî yaşam için demokrasinin, sosyal ve kültürel yaşam için özgür tercihlerin bir anlamı kalmaz. O zaman bilim adına bir otoritenin bu yaşamı önümüze koyması ve bizim de ona uygun yaşamamız gerekir.
Bu tanımlama bir felsefî inançtır. Laikliğin “bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi” olduğunu kabul etmek, ancak ve ancak 19. yüzyılda geçerli olan ve “bilimcilik” (scientism, bilimperestlik) adı verilen pozitivizt felsefenin bir türünü benimsemekle mümkündür. “Bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşam” ibaresi, 19. yüzyılda kalmış pozitivizme özgü bir iddiadır. Bu iddia çağdaş bilimin varmış olduğu nokta açısından ilkel, geri ve çağdışıdır. Böylesine geri bir bilim anlayışını savunmak, modern ve ileri bir ülkede kabul edilemez. Bu geri bilim anlayışını laiklik olarak takdim etmek ise, en başta laikliğe haksızlıktır.
Üstelik iddia makamı laikliği bir felsefî inanca dönüştürerek ve bir felsefî inanç halinde savunarak Anayasa’nın 10 uncu maddesini açıkça ihlal etmektedir. Anayasanın bu maddesi herkesi “…dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit” ilan etmektedir. “Felsefî inançlar” konusunda ayrım gözetmemek için devletin, bir felsefî inançtan yana olmaması gerekir.
Aslında 10 uncu madde bu yönüyle aynı zamanda bir laiklik tanımı içermektedir. Uzun tarihi boyunca laiklik prensibi, “kanun önünde eşitlik”i sağlamak üzere yaşam alanı bulmuştur. Çünkü devletin veya siyasî otoritenin dinler karşısında taraf olması, “kanun önünde eşitlik”in gerçekleşmesini engellemiştir. Ancak, devletin dinler karşısında tarafsız olması yeterli olmamıştır. 18. yüzyıldan itibaren rekabet haline giren inançlar arasına felsefî inançlar da girmiştir. Bu felsefî inançlar arasında özellikle din karşıtı olanlar, devletin inançlar konusunda tarafsızlığını temin etmek için dini inançlar gibi mesafeli durması gereken inançlar olarak kabul edilmiştir. Devletin eşitliği tesis etmek üzere tarafsızlığı, sadece dinler arasında değil aynı zamanda felsefî inançlar için de söz konusudur. Devletin tarafsızlığını kaybetme ihtimali olan bir düşünce veya inançla karşılaştığı zaman bunun mutlaka müesses bir din olması gerekmez. Müesses dinlerle rekabet halindeki felsefî inançlardan biri yanında yer alan ve devletin zorlayıcı gücüyle bu inancı benimsetmeye kalkan devlet de tarafsızlığını, dolayısıyla laik niteliğini kaybedecektir.
İddianamede yer alan şu cümle, laikliği anayasal prensip olarak sahip olduğu güçlü konumdan uzaklaştırmakta, felsefî tartışmaların tüketiciliğine hapsetmektedir: “Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir” (s.13). Laiklik bir yaşam felsefesi olamaz. Laikliği “yaşam felsefesi” olarak tanımlamak onu felsefe dünyasının labirentlerinde kaybetmeye yol açar. Oysa laikliğin açık ve sağlam bir hukuk prensibi olarak herkesin anlayacağı ve uyacağı şekilde varlığını sürdürmesi gerekir.
2.3. Pozitivist laiklik ideolojisi çağdışıdır
İddianame, “bilimcilik/bilimperestlik” (Scientism) adı verilen bir felsefî inanca dayanmaktadır. Bilimcilik, doğa bilimlerinin yöntemlerinin sosyal alana da uygulanabileceği varsayımına dayanır. Bu varsayım, pozitivist felsefenin bir önermesidir. Pozitivizmin “denklik teorisi”ne göre doğa ile toplum arasında hiçbir gerçeklik farkı yoktur; toplumda da, doğada olduğu gibi gözlem ve tecrübe ile keşfedilmesi gereken düzenlilikler vardır. Bu varsayımdan pozitivizme özgü çok önemli bir iddia çıkmaktadır: “Gözleme ve tecrübeye dayalı pozitif bilime uygun, bilim tarafından düzenlenmiş bir toplum hayatı kurulabilir.” “Toplumsal ilerleme” fikri de, bu iddia ile temellendirilen bilimsel bilginin gelişmesi ile insanlığın sürekli daha iyiye ve mükemmele doğru evrileceği inancını ifade eder.
19. yüzyıla damgasını vuran bu felsefenin en ileri örneğini Auguste Comte, Pozitivizmin İlmihali kitabı ile vermiştir. Comte, bu kitapta bir “bilim dini”nin unsurlarını, ibadet ve ayinlerini ve örgütlenmesini anlatır. Bu tez, aynı zamanda dinî düşüncenin yerini kaçınılmaz olarak bilimin alacağını ileri sürmektedir. Amaç, bilimsel bir toplum hayatının kurulmasıdır. 20. yüzyılda bu görüşün taraftarı hemen hiç kalmamıştır.
Pozitivist bilim ideolojisi, yücelttiği bilimsel yasalara ve evrensellik ilkesine boyun eğilmesini talep eder. Bilim, bu şekilde buyurgan bir otorite halini almaktadır. Bu anlayış, tek tanrılı dinlerin yerine tek bir bilim anlayışını yerleştirir. Farklı olana, var olma hakkı tanımaz; topluma uyarlandığı zaman da demokrasiye geçit vermez. Çünkü tek bir bilimsel hakikat vardır, herkese düşen o gerçeğe teslim olmaktır. Pozitivizm, bu yüzden demokrasiye karşı çıkışı meşrulaştırmak için totaliter ideolojilerin elverişli aracına dönüşmektedir.
Pozitivist mantık tek biçimliliğin, tekdüzeliğin mantığıdır. Totaliter ideolojilerin dünyası, tek hakikatin peşinde olduğu için pozitivizme dayanır. Tek bir doğru “yaşam biçimi” olduğunu iddia eden totaliter ideolojiler ile iddianamede yer alan “laik yaşam biçimi” arasındaki bağ, pozitivizmin “bilimsel yaşam” bağlantısı ile kurulmaktadır. Başsavcılık sorgulamadan ve incelemeden laiklik diye, bu ideolojiyi savunmaktadır. Bu ideolojiyi savunmak, Anayasamızın 10 uncu maddesine aykırı olduğu gibi, çağdaş dünyaya, hatta doğrudan bugün geçerli olan bilim anlayışına da aykırıdır.
2.4 Başsavcılığın din anlayışı sosyolojik gerçeklikle bağdaşmamaktadır
İddianamede laiklik tek boyutlu bir kavram olarak görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken “bir uygar yaşam biçimi” ve “yaşam felsefesi” şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, “toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması” olan laiklik, ülkede yaşayan herkes tarafından benimsenmesi zorunlu bir “yaşam biçimi”dir. Bu zorunlu “yaşam biçimi”nde dinin yeri, bireylerin vicdanıdır. “Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur” (s.18).
Dahası, iddianamede laiklik insanı “kul” olmaktan çıkarıp “birey” haline getiren bir ilke olarak görülmektedir. Buna göre laiklik, “İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını veren” bir ilkedir (s.10-11). İddianamede kul terimi, teolojik ve siyasî anlamları arasındaki ayırım belirtilmeden ve her ikisini de içeren bir şekilde kullanılmaktadır. Eğer birey kelimesi ile Yaratıcıyla bütün bağların koparılması kastediliyorsa, bu durumda laik bir sistem içerisinde dinin kişinin vicdanında dahi yer alamayacağı açıktır. Bu anlayış insanın Yaratıcısıyla ilişkisini ifade eden “kulluk” ile “birey” olmanın birbiriyle çelişeceği varsayımına dayanmaktadır. Halbuki, “iyi/kötü” şeklindeki bir “birey/kul” ayrımının hiçbir teorik ve pratik dayanağı bulunmamaktadır. Laikliğin insanı kul olmaktan çıkardığı şeklindeki tez, bilimsel ve sosyolojik bir gerçeği yansıtmamanın ötesinde kendini hem bir birey hem de Yaratıcının bir kulu olarak gören inançlı insanlar açısından oldukça inciticidir.
Esasen, Başsavcılığın dinin bireysel ve toplumsal yaşamdaki yeri hakkındaki ifadelerinde çelişki ve tutarsızlıklar mevcuttur. Örneğin iddianamenin 17 inci sayfasının üçüncü paragrafında yapılan alıntıda, “Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz” şeklinde dinin özgün bir sosyal kurum olduğu belirtilirken, aynı sayfanın beşinci paragrafında ise “laik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz…” denilmektedir. Diğer yandan, din hem “sosyal kurum” hem de Kavramsal çelişki ile birlikte “dünya işlerinin” genel kapsamı dikkate alındığında birey açısından dinin konumunun ve işlevinin ne derece sınırlandırıldığı daha iyi anlaşılacaktır.
Dinin hukukî düzenlemelere mesnet teşkil etmesi ayrıdır, dünya hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan insanlar için kaynak olarak görülmesi ayrıdır. Burada çizilen din anlayışı, kişinin sadece iç dünyası (vicdanı) ile ilgili zihinsel veya duygusal düzeyde kalan kutsallardır. Bu açıdan bakıldığında dinin, toplumsal ilişkilere yansıyan herhangi bir yönü olmamalıdır. Din sadece inanan kimsenin iç dünyasını ya da topluma yansımayan yönleriyle bireysel hayatını tanzim etmeli, dinin sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında başlamalı ve kapısında bitmelidir. Bunun dışındaki alanlara dini inançların yansıması mümkün değildir. Bu anlayışa göre, örneğin dinî bayramların resmî tatil olması da laikliğe aykırıdır.
İddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve “dünya işlerine kesinlikle karıştırılmaması” gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığı yoktur.
Halbuki tüm toplumlarda din, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmektedir. Bu nedenle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laiklik, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmez. Bu noktada, iddianamede “devletin ve hukukun” dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılması temel hatalardan birisidir. Bu yüzden din ve vicdan özgürlüğünün dışavurumları olan olgu ve ifadeler, “devletin temel düzenlerinden birini dine dayandırma” gibi çok yanlış bir şekilde yorumlanmış ve suçlanmıştır.
Sonuç olarak, Başsavcılığın laiklik anlayışına esas teşkil eden din algısı, gerçek hayattaki sosyolojik din olgusundan uzaktır. İddianamede ve esas hakkındaki görüşte dine, İslâm’a ve Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik perspektif, Türk toplumu ve Türkiye Cumhuriyetinin hak ve özgürlükler açısından kazanımları, günümüz küresel dünyasının dinî duygu ve olgulara bakışı ve insanlığın inanç ve ifade özgürlüğü noktasında ulaştığı aşama ile örtüşmeyen, indirgemeci ve dogmatik bir ideolojinin ürünü olarak temayüz etmektedir.
2.5 Başsavcılığın “demokratik laiklik” alerjisi anakroniktir
Başsavcılığın pozitivist ve militan laiklik penceresinden bakıldığında, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu ifade eden “demokratik laiklik” kavramı “yeni siyasi terim” olarak görülebilmektedir (Esas hakkında görüş, s. 6). Aslında sorun, laikliğin anlamı ve gerekleri konusundaki bu anakronik bakış açısından kaynaklanmaktadır. Modern demokratik toplumların, din ve vicdan özgürlüğünü öne çıkaran laiklik anlayışı, 19 uncu yüzyılın dini dönüştürmeyi ve sadece bireylerin vicdanına hapsetmeyi amaçlayan pozitivist laiklik anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte, laikliğin tıpkı Fransa’da olduğu gibi, zaman içinde demokratikleşen bir olgu olduğu gerçeği anlaşılamamıştır. Başsavcılık demokrasi ile laikliğin birlikte anılarak “demokratik laiklik” kavramının kullanılmasına adeta isyan etmektedir. Buradaki temel problem, laikliğin demokrasinin olmazsa olmazı olduğu belirtilirken, demokrasinin de laiklik için vazgeçilmez olduğunun söylenmemesidir. Demokrasinin olmadığı yerde laikliğin tek başına bir anlamı yoktur. Yakın tarih laik bir siyasi ve hukuki yapıya sahip olup da totaliter olan çok sayıda siyasi rejimin varlığına tanıklık etmiştir. Bugün de birçok devlet, dinin devlet işlerine karıştırılmaması anlamında laik olduğu halde, demokratik anayasal devlet niteliğine sahip değildir.
Laikliğin dinamik bir kavram olduğu ve devletin demokratikleşmesi sürecinde laiklik anlayışının da demokratikleştiği bir gerçektir. Laikliğin dünyada en katı şekilde uygulandığı Fransa’da bile bu dönüşüm yaşanmıştır. Bu ülkede de demokratikleşme sürecinde laikliğin ikinci temel unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü diğer özgürlükler gibi gelişmiştir. 1905 yılında çıkarılan kanunla din ve devletin birbirine müdahale etmemesi ilkesi benimsenmiştir. Bu dönemde tartışma ve gerilim kaynağı, Kilisenin yönettiği özel okulların laik devlet sistemindeki yeri olmuştur.
Laiklik zamanla radikal ve militan uygulamalardan arınarak, din ve vicdan özgürlüğüne daha fazla yer veren demokratik bir görünüm kazanmıştır. Laikliğin demokratikleşmesi, onun toplumsallaşması sürecini de hızlandırmıştır. Kısacası, bir yandan laiklikle hızlanan modernleşme süreci, diğer yandan laikliğin kendisinin demokratikleşmesi, toplumun geniş dindar kesimlerinde de laik devlet ve demokrasinin benimsenmesini sağlamıştır.
Türkiye’de de laikliğin, din ve devlet işlerinin ayrılığı anlamındaki tanımı elbette devam etmekle birlikte, bu ilkenin diğer boyutu olan din ve vicdan özgürlüğü Tek Parti dönemine göre, tıpkı ifade, toplantı ve örgütlenme özgürlükleri gibi, oldukça gelişmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olan laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi gibi diğer niteliklerle eklemlenerek bugünkü halini almıştır.
Nitekim bu sosyolojik dönüşüm, laikliğin toplumsal açıdan algılanmasını ölçmeye yönelik bilimsel çalışmalarda da ortaya çıkmaktadır. Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın Kasım 2006’da yaptıkları sosyolojik araştırma bu bakımından son derece önemlidir. “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” adlı bu bilimsel araştırmaya göre, toplumda laikliği benimsemeyenlerin oranı ciddi ölçülerde düşmüştür. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarda da benzer sonuçlara ulaşılmıştır.
Çarkoğlu ve Toprak’ın araştırması, aynı zamanda iktisadi seviye yükseldikçe laikliği benimseyenlerin oranının arttığını göstermektedir. Bu noktada AK Parti’nin yoksulluğun etkilerini azaltmak için uyguladığı sosyal yardım politikalarıyla, izlediği ekonomik büyüme ve gelir dağılımı politikalarını çok iyi değerlendirmek gerekir. (Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul: TESEV Yayınları, 2006).
AK Parti, bir yandan “devletin temel düzenlerini” Avrupa standartlarına uyarlayarak laikliğin hukuki boyutunu güçlendirirken, diğer yandan da demokratik özgürlükleri genişletmek, din ve vicdan özgürlüğüne özen göstermek ve ekonomik politikalarıyla refahı yükseltmek suretiyle laikliğin toplumsal temellerini pekiştirmiştir.
Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmek ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabilir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, partimizin laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği iddiasının hiçbir somut, nesnel ve bilimsel dayanağı bulunmamaktadır.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne yansıyan “demokratik laiklik” alerjisine paralel olarak, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan çok partili yaşamı “irtica”yla ilişkilendirme gayretiyle mahkum etmeye çalışması anlaşılır gibi değildir. Başsavcı, adeta çok partili siyasi yaşamın laiklikten tavizi ve bazı siyasi partilere sızan “irtica”ya primi beraberinde getirdiğini savunmaktadır. Halbuki, çok partili, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin olmadığı bir yerde laiklik de kendisinden beklenen toplumsal ve siyasal işlevi yerine getiremez.
Pozitivist ve militan laiklik anlayışının iddianame ve esas hakkındaki görüşe yansımalarından biri de, AK Parti Genel Başkanının “yaşam tarzı”nın değişmediğine dair sözlerinin “takiyye”nin itirafı olarak değerlendirilmesidir. (İddianame, s.33, Esas hakkındaki görüş, s.34). Başbakanın “Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim” şeklindeki sözlerinin, laikliği tek ve resmi “yaşam biçimi”nin herkese dayatılması olarak gören bir bakış açısıyla anlaşılması güç olabilir. Halbuki, partimizin benimsediği siyasi bir ilke olarak laiklik, bireylerin “yaşam biçimleri”ni değiştirmeyi ve herkesin ortak bir “yaşam biçimi”ni benimsemesini değil, tersine farklı yaşam tarzlarının bir arada var olmasını gerektirmektedir. Bu durum, Başsavcılığın “yeni siyasi terim” olarak nitelediği, “demokratik laiklik” anlayışının bir gereğidir.
Tam da bu nedenle, “demokratik laiklik” kavramına vurgu yapan değerlendirmeler de esas hakkındaki görüşte eleştirilmektedir. Başsavcılığa göre “batılı bazı siyasetçiler, …”demokratik laiklik-laikliğin zorla dayatılması” gibi kavramlar üreterek, Ülkemizin kuruluş felsefesini, Anayasal düzenini, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini görmezden gelmişlerdir” (s.10). Laikliğin, özgürlükçü yorumunu vurgulamak için kullanılan “demokratik laiklik” gibi kavramlar, sonradan üretilmiş “yeni siyasi terim”ler değildir. Başsavcılık, AK Partinin kapatılması girişimini Avrupa Birliği’nin benimsediği demokratik ve özgürlükçü laiklik anlayışı açısından eleştiren AB yetkililerinin tavrından rahatsız olmuştur. Halbuki, bu eleştiriler Türkiye’nin AB’ye üyeliği için çok önemli adımlar atmış bir partinin laiklik aleyhine odak olamayacağına dair açık ve yalın gerçeğin “batılı bazı siyasetçiler” tarafından görüldüğünü göstermektedir.
Başsavcılık, ilk cevabımızda Batı demokrasilerinde siyasi parti davalarına çok istisnai olarak rastlandığı yönündeki argümanımıza karşı çıkarken şu tespiti yapmaktadır: “Bazı batı ülkelerinin Anayasalarında laiklik ilkesi ya hiç yer almamış, ya da çok az değinilmiştir. Çünkü bu ülkelerde laiklik, herhangi bir siyasal tartışmanın konusu olmayacak kadar içselleştirilmiştir” (s.8). Oysa laiklik bütün dünyada tartışılmaktadır. Avrupa Anayasası tartışmalarında, Tek Avrupa hedefinde en çok tartışılan konuların başında laiklik gelmektedir. Farklı laiklik uygulamalarını içinde barındıran Avrupanın özgürlükçü bir yorum benimsemesi, dikkatle takip edilmesi gereken bir tecrübedir. AB temsilcilerinin Türkiye’deki laiklik tartışmalarına müdahil olmaları da bu birikimin sonucudur. “Bizim laikliğimiz sadece bize özgüdür” sözü, sadece demokrasi karşıtlığını temellendirebilir. Laiklik evrensel bir birikimdir. Türkiye’nin tek özgün tarafı, laiklik prensibinden demokrasi karşıtı yorumlar üretilmesidir. Demokrasiyi imkânsız hale getiren bir laikliği savunmak, kestirmeden azınlık diktasını savunmak demektir
Diğer yandan, esas hakkında görüşte yer verilen şu ifadeler de ilginçtir: “Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve temel anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır” (s. 11). Bir kere, “demokratik laiklik” kavramını “üretilmiş” olarak niteleyen iddia makamının, siyasi bir ilke olan laikliği, muhtemelen farkında olmadan, “evrensel bir hak” olarak sunması, kavram üretmenin tipik bir örneğidir. İnsan hakları literatüründe “laiklik hakkı” diye bir kavram yoktur. Tıpkı “demokrasi hakkı” ya da “kuvvetler ayrılığı hakkı” gibi kavramların olmadığı gibi. Laiklik, baştan beri vurguladığımız gibi devletin sahip olması gereken bir niteliktir.
İkincisi, laikliğin “meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları” olarak ifade edilen ithamın hiçbir dayanağı yoktur. Partimiz hiçbir zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmemiştir. Laikliğin uygulamada neyi gerektirdiği konusundaki tartışmalar ise, demokratik ülkelerin tamamında rastlanabilecek türden tartışmalardır. Bunları laikliğin meşruiyetinin sorgulanması olarak göstermeye çalışmak, bu kavramın demokratik ve özgürlükçü yorumu yerine onun tam da karşı olduğu dogmatik yorumunu benimsemekten kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, bu davada temel sorun, AK Partinin evrensel standartlarla uyumlu demokratik laiklik anlayışının, Başsavcılığın savunduğu bireyi ve toplumu nesneleştirici ve dönüştürücü laiklik anlayışına aykırı görülmesidir.
II. BU DAVADA SUNULAN DELİLLERİN İSPAT HUKUKU BAKIMINDAN DELİL OLMA DEĞERİ YOKTUR
Partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu hakkında ikna edici hiçbir delil sunulamamış ve müddei iddiasını ispat edememiştir. Müddeinin iddiasını hukuki delillerle ispat etmesi ispat hukukunun en temel ilkesidir. İspat, olguların doğruluğu hakkında hâkimde kanaat uyandırmak için geçerli ve gerekli delillerin sunulmasıdır. Bir parti kapatma davasında kullanılabilecek deliller, partinin tüzük ve programı ile yayınladığı yazılı açıklamalar ya da doğruluğu kesin olarak tespit edilmiş ses ve görüntü kayıtlarıdır.
Başsavcı ispat konusunda hiçbir etkisi ve önemi olmayan yüzlerce gazete kupürü ve internet çıktısını doğru düzgün bir tasnife dahi tabi tutmaksızın ekler arasına istif etmiş bulunmaktadır. Bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, yargılamada zamandan ve emekten tasarruf adına böyle yapmayarak, gerçekten delil olabilecek yazılı belge ve ses kasetlerini ayıklayarak delil olarak sunması beklenirdi. Bu davada partimizin tüzük ve programı ile yazılı açıklamalarında laikliğe aykırı hiçbir husus bulamayan Başsavcı, eylemlerin Anayasaya aykırılığına dayalı dava açabilmek için doğruluğu ispatlanmamış yüzlerce gazete haberleri ile birkaç ses kaydını delil olarak sunmuştur. Esas hakkındaki görüşe birkaç ses kaydı eklenmesi, iddianamede delil olarak sunulan gazete kupürlerinin hiçbir hukuki değere sahip olmaması nedeniyle, son bir gayretle delil gösterme çabasının sonucudur. Bu durum bile, Başsavcılığın sadece gazete haber ve yorumlarının tek başına delil olamayacağını zımnen kabul ettiğini göstermektedir.
Sunulan bu deliller de partimizin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği” isnadını ispatlamaktan çok uzaktır. Bu nedenle, aşağıda ayrıntılı olarak açıklayacağımız üzere bu davanın ispat hukukuna aykırılıktan da reddi gerekir.
1. Bu davada delillerin önemli bir kısmı dava açılmasına karar verildikten sonra üretilmiştir
Bu davada toplanan delillerin erişim tarihlerine bakıldığında delilerin çok büyük bir kısmının dava açmaya karar verilmesinden sonra toplandığı izlenimi oluşmaktadır.
Yargılama hukukunun temel ilkesi delillerden sonuca gitmek iken, partimiz hakkında açılan davada bu ilke tersine çevrilmiş görünmektedir. Önce dava açmaya karar verilmiş, daha sonra da bunun için delil toplanmıştır. Nitekim iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete haber ve yorumlarının büyük bir kısmı bunların yayınlanmasından yıllarca sonra internet yoluyla derlenmiştir. Bu nedenle bu dava adeta bir “google davası”dır. Başsavcı, çok sayıda haber ve yorumu dava açma tarihine yakın bir zamanda anahtar kelime yazarak “google” arama motorundan arama yapmak suretiyle elde etmiştir. Örneğin, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 nolu eklerinde yer alan bazı deliller bunlardan sadece birkaçıdır. Bu şekilde internetten elde edilen gazete haber ve yorumlarının 2 Şubat 2008 Cumartesi ve 3 Şubat 2008 Pazar günleri indirildiği görülmektedir. Bu durum Başsavcılığın partimiz hakkında dava açabilmek için hafta sonu tatilinde bile yoğun bir mesai yaptığını göstermektedir.
Ayrıca iddianamede delil olarak sunulan konuşma ve haberlerin önemli bir kısmı, söz konusu konuşmaların yapıldığı ve haberlerin yayınlandığı tarihlerden çok daha sonraki tarihlerde, ilgili gazetelerin internet sayfalarından arşive ulaşılarak elde edilmiştir. Nitekim, delil olarak sunulan eklerin önemli bir kısmında gazetelerin internet sayfalarından elde edilen haberlere ilişkin erişim tarihlerine bakıldığında bu durum rahatlıkla anlaşılmaktadır. Aralarında ilgili haberin yayınlandığı tarih ile bunun Başsavcılık tarafından gazetenin internet sayfasından indirilip delil olarak dosyaya konulduğu tarih arasında üç veya dört yılı geçen örneklere de rastlamak mümkündür. Hatta, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 Ağustos 2001 tarihli bir gazetede yayınlanan açıklamasına yer verilen iddianamedeki 5 nolu ek, bu haberin üzerinden yedi yıldan daha fazla bir süre geçtikten sonra, 10 Mart 2008 tarihinde ilgili gazetenin internet sayfasından indirilerek elde edilmiş ve delil olarak sunulmuştur.
İddianame eklerinde sunulan belgelerden partimiz hakkında delil toplama çalışmasının 24-25-26 Ekim 2007 ve 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Kapatma davasında delil oluşturma endişesinin çok yoğun biçimde kendisini gösterdiği bu iki zaman dilimi de anlamlıdır. 24-25-26 Ekim 2007 tarihindeki birinci delil oluşturma girişimi partimizin güçlenerek çıktığı 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimleri ile Cumhurbaşkanı seçimi sonrasına denk gelmektedir. 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerindeki ikinci delil toplama girişimi ise farklı siyasi partilere mensup 411 milletvekilinin kabulü ile Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerinin değiştirilmesi dönemine rastlamaktadır.
İddianamede delil olarak kullanılan gazete kupürlerinin çok az bir kısmı, ilgili gazetelerden günü gününe kesilen kupürlerden oluşurken, büyük kısmı ise sonradan belli bir zaman diliminde gazetelerin internet sayfalarından arşiv taraması yapılarak çıktı alınmak suretiyle verilmiştir. Örneğin, bu bağlamda iddianamedeki 5, 7, 8, 16, 22, 24, 31, 32, 33, 35, 38, 39, 40, 42, 63, 73, 79, 80, 81, 83, 84, 86, 92, 99, 102, 103, 108, 112, 119, 134, 145 ve 178 nolu ekler bu biçimde konuşmanın veya haberlerin yayınlandığı tarihten yıllar sonra internet teknolojisinin imkanlarından faydalanılarak elde edilmiştir. Bu örnekler AK Parti hakkında önceden kararlaştırılmış kapatma davası için sonradan delil toplama gayretinin açık bir göstergesidir.
Öte yandan iddianame eklerinde delil olarak sunulan gazete kupürlerinin bir kısmında sadece gazetelerde partimizle ilgili yer alan haber ve yorumlara yer verilen kısımların fotokopisi sunulmuş, ancak, gazete adı ve yayın tarihi belirtilmemiştir. Bu biçimdeki örnekler iddianamenin hem özensiz biçimde acele olarak hazırlandığını göstermekte, hem de laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu izlenimini verebilmek amacıyla partimiz aleyhine delil oluşturma gayretinin ne derece ciddiyetten uzak olduğunu gözler önüne sermektedir.
Ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmak bir hukuk garabetidir.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde, Siyasi Partiler Kanununun 106 ncı maddesi uyarınca, idari mercilerin siyasi partilerle ilgili yasak fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri Başsavcılığa bildirmeleri gerektiği halde, AK Parti hakkında “eklenen yüzlerce kanıttan hiçbiri(nin) bu kanaldan intikal ettirilmemiş” olduğu, bu “kanıtlar”ın tamamının Başsavcılık tarafından re’sen yapılan araştırma sonucunda edinildiği belirtilmektedir. Başsavcıya göre “bu durum bile … davalı partinin kamu görevlileri üzerinde yarattığı etkinin açık göstergesidir” (s.23).
Başsavcı “bu durumu” yanlış yorumlamaktadır. Partimiz hakkında idari mercilerden laikliğe aykırı fiil ve haller olarak nitelendirilebilecek herhangi bir bilginin Başsavcılığa iletilmemiş olması, iletilebilecek bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca, tüm kamu görevlilerinin AK Partinin etkisinde kalarak yasal yükümlülüklerini yerine getirmediğini ileri sürmek, masumiyet karinesine aykırı bir şekilde bu kişileri suçlamak ve töhmet altında bırakmak demektir. Esasen Başsavcının “yüzlerce” dediği “kanıtlar”, başörtüsü konusundaki farklı açıklamalardan ibarettir.
2. Davada delil olarak sunulan beyanlar ve haberler hukuken delil değerine sahip değildir
İddia makamı tarafından partimiz aleyhinde ileri sürülen delillerin büyük bir kısmı gazete haberleri ve yorumlarından oluşmaktadır. Bu haber ve yorumların, gerçeklikleri başka ikna edici delillerle desteklenmedikçe, tek başına delil olma vasıfları bulunmamaktadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi, yakın tarihli bir siyasi parti kapatma davasında, davalı parti genel başkanının yaptığı ileri sürülen bir konuşmanın sadece bir dergide yayınlanmış olmasını ispat için yeterli kabul etmemiştir. Mahkemeye göre “İddianamede yapıldığı ileri sürülen konuşma hakkında kanıt gösterilmemiştir. Her ne kadar, Sancak Dergisi’nin Ocak 1994 tarihli sayısında bu konuşmaya yer verildiği belirtilmiş ise de, konuşmanın yapıldığı saptanamamıştır.” (E. 1997/1, K. 1998/1, K.T. 16.1.1998).
Partimiz mensuplarına atfedilen sözlerle ilgili olarak, bir kaçı dışında, ses ve görüntü kaydı sunulmamıştır. Kaldı ki, sunulan ses ve görüntü kayıtlarının da tek başına kesin delil olma durumu söz konusu değildir. Teknik açıdan bunların sahte olmadığı kanıtlanmalı ve ayrıca gerçek olduğu kanıtlananların da Anayasanın 38 inci maddesinin altıncı fıkrası uyarınca hukuki yöntemlerle elde edilmiş olduğu ortaya konulmalıdır. Bunu yapacak olan da iddiada bulunan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’dır.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi de bir iddiayı desteklemek için sunulan ses ve görüntü kayıtlarının başka delillerle doğrulanmadıkça kullanılamayacağını belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, “Başkaca inandırıcı ve pekiştirici kanıtlar bulunmadıkça yalnızca ses bantlarının… çok ağır bir isnada… ciddilik kazandırabilmesi bir hukuk Devletinde düşünülemez.” Böylece Anayasa Mahkemesi, bir delilin “isnadın ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek bir nitelikte” olması gerektiğini vurgulamıştır. (E. 1971/1, K. 1971/67, K.T. 17.8.1971 ve 19.8.1971). Ayrıca, bir siyasi parti kapatma davasında da Mahkeme, davalı partinin “kasetlerin tek başlarına delil olamayacakları” iddiasını kabul etmiştir. Buna göre, “Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarına göre ses bantları ve kuşkusuz video kasetleri yan delillerle doğrulandığı ölçülerde delil olarak kabul edilmektedir.” (E. 1993/3, K. 1994/2, K.T. 16.6.1994).
Başsavcı esas hakkındaki görüşünü hazırlarken Türkiye içinde topladığı delillerin yeterli olamayacağını görmüş olacak ki, delil toplama çabasını ülke sınırları dışına taşırmıştır. Esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, İran’da yayınlanan bir gazetede çıkan yazıda Türkiye’de bir İslam Devrimi beklentisi olduğunun yazıldığı iddiasına yer vererek (s.25), bunu partimiz aleyhine delil olarak sunmuştur. Yurt dışındaki bir gazetede yer alan bir iddianın hangi mantıkla partimizle ilişkilendirildiğini anlamak mümkün değildir. Böylesi bir mantıkla delil oluşturmak bizi son derece tehlikeli noktalara götürebilir.
3. Gerçeğe aykırı iddialar delil olarak kullanılamaz
İddianamede partimiz mensuplarına atfedilen söz ve faaliyetlerden bir kısmı doğruluğu başkaca delillerle desteklenmeden basında haber yapıldığı şekliyle delil olarak gösterilmiştir. Hatta basında yer alan haberlerden bir kısmı da tahrif edilmek suretiyle deliller arasına eklenmiştir.
Örneğin Başbakan’ın New Straits Times’a verdiği mülakat iddianamede ve ardından da esas hakkındaki görüşte tahrif edilmek suretiyle delil olarak sunulmuştur.
Başbakan’a atfedilen ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ (s.27) sözü, iddianamedeki çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan’ın Malezya’da yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede İngilizce’ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Ek’te dönemin Star Gazetesinin talebi üzerine Malezya’nın Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan’ın “İslam devleti” anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Delil olarak sunulan kısmın İngilizcesi şöyledir:
“NST: What role would Turkey want to play in global affairs as a modern Muslim nation?
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel) Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations. Turkey can show that harmony of civilisations is possible.”
Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın Merkezi’nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır. Mülakatın ilgili kısmı şu şekildedir:
“SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi bir rol oynamak ister?
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet’in ve demokrasinin, ahenkli bir biçimde birarada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington’un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.”(EK-3)
Tek başına bu örnek bile, İngilizce metinlerin çevirisi yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve yorumlarından önyargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle “Ek” olarak sunulması, partimiz hakkında “delil” oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını açıkça göstermektedir.
Bu gerçeklik karşısında farklı bir yaklaşım sergilemesi gereken Başsavcı esas hakkındaki görüşünde de tahrifat yapmaya devam ederek şöyle demektedir: “İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakanın gazetecinin sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye’nin geleceğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar çıkarmaktadır. Laik ve demokratik bir ülkenin ‘İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği bir model’ olacağını ifade ederken, bu tespitin arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının yanı sıra, ülkemizde şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi vardır.” (s.41). Başsavcılığın, ne anlama geldiği çok açık olan bir metinden, “niyet okuyuculuğu” yöntemiyle bu kadar farklı anlamlar çıkarma başarısı karşısında şapka çıkarmak gerekir. Öte yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde bu konuda tahrifat yapmayı sürdürmektedir. İddianamede Başbakan’ın bu konuşmasının tamamen tahrif edildiğini ilk cevabımızda açık bir şekilde ortaya koyduktan sonra, tahrifatı ortaya çıkan Başsavcılık bu defa da esas hakkındaki görüşünde kelime oyunları ile farklı bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Başbakan’ın konuşmasında geçen “Türkiye İslamiyet’in ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiği” ifadesi, “İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği” şeklinde kullanılarak farklı bir anlam üretilmeye çalışılmıştır.
Basında yer alan haberlerin ek delillerle doğrulanmadan kullanılması, hiçbir zaman var olmamış “olgu”ların delil olarak gösterilmesi gibi bir garabeti de ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, İddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç’ın “laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri” arasında, “Başkanlığını yaptığı TBMM’nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı” şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir (s.57). Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç’a yöneltilen “TBMM kampusü içindeki mescitte Kur’an Kursu açılıp açılmadığı” şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3.7.2005 tarihli cevapta Mecliste Kur’an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir (EK- 4).
Aynı şekilde, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalar da iddianamede delil olarak kullanılmıştır. Halbuki, kamu adına hareket eden iddia makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi. Ayrıca aynı haber birden fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir.
Öte yandan Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, basında yer alan haberlerin tekzip edilmemiş olmasını bunların doğru olduğuna karine saymaktadır. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, bir gazete haberinin tekzip edilmemiş olması orada yer alan hususların doğru olduğu anlamında gelmez. Birçok Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere gazete haberlerinin destekleyici başka kanıtlarla doğruluğunun ispatlanması şarttır. Aksi durumda basında hakkında gerçek dışı haberler yer alan ancak tekzipte bulunmayan ya da bulunamayan kişilerin bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek şekilde suçlanması tehlikesi ortaya çıkabilir. Tekzip kişinin kendi isteğiyle başvuracağı bir yoldur ve kişileri buna zorlamak mümkün değildir. Sayısız basın yayın araçlarının hergün onbinlerce haber yaptığı bir ortamda kişilerin bundan haberdar olabilmesi bile çoğu defa mümkün değildir. Örneğin Başsavcı hakkında yakın zamanda basın yayın organlarında binlerce haber yer almış ve bir kısmında da çeşitli ithamlarda bulunulmuştur. Eğer Başsavcı bunları tekzip etmediyse doğru olduğuna mı hükmetmek gerekir? Bir hukuk devletinde kişileri kendi haklarındaki asılsız haberleri takip ve tekzibe zorlamak mümkün olmadığı gibi, salt bu haberlerle o kişileri suçlamak da sorumluluk hukuku ilkeleriyle bağdaşmaz.
İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “Reformlar sancılı olur… Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz.” (s.85) şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali Yıldırım’ın bu konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece birisinde “kanlı oldu” ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok sayıdaki diğer yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle “Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak zorundayız” şeklinde yer almaktadır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde bu konuşmayla ilgili haberin yer aldığı gazetenin tekzip edilmediğinden bahisle konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanağının doğruyu yansıtmadığını ileri sürmektedir. Başsavcının bu konuşmayı düzenleyen kuruluşun resmi tutanağı yerine, doğruluğu başka kanıtlarla desteklenmeyen söz konusu gazetenin haberine itibar etmesi kabul edilemez. Öte yandan, bir an için Binalı Yıldırım’ın “Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu” sözünü söylediğini varsaysak bile bunun laikliğe aykırı bir söylem olarak takdim edilmesi yanlıştır. Kaldı ki Yıldırım, iddianamede yer verilen konuşmasında bu biçimdeki yöntemi tasvip etmediklerini de “önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz” sözleri ile ifade etmektedir. İlginçtir ki, Başsavcı da esas hakkındaki görüşünde “laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu” (s.10) söylemektedir. Biz de şimdi Başsavcının bu sözünü, laikliğin korunması için yapılmış bir “şiddet çağrısı” olarak mı yorumlamalıyız? Bir an için Binali Yıldırım’ın bu sözü söylediğini varsaysak bile, Başsavcının kendisi söyleyince sorun teşkil etmeyen bir sözü, AK Partili birisi söyleyince kapatmaya delil olarak sunması tam bir tutarsızlıktır.
Yine iddianamede AK Parti Mardin Milletvekili Nihat Eri’nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak “Böyle olunca da gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,” dediği ileri sürülmüştür (s.77). Halbuki söz konusu konuşma iddianamede ileri sürüldüğü gibi olmayıp, bu konuşmada kesinlikle “tekke” kelimesi geçmemiştir. Nitekim Komisyon Başkanı da bu durumu teyit etmiştir. Ayrıca, basında çıkan haberler üzerine Nihat Eri, “tekzip” metni göndermiş, ertesi günkü yayınlarında bir kısım gazeteler açıklamalarından bahsetmiştir. Tekzipten hiç bahsetmeyen bir gazete muhabirine Basın Konseyi tarafından “uyarma” cezası verilmiştir.
Diğer yandan, iddianamede AK Parti İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın açıkça “Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık” şeklinde ifade ettiği kişisel görüşleri adeta partimizi bağlayan beyanlar olarak gösterilmiştir (s.98). Bağış bu konuşmanın bazı kısımlarını tekzip ettiği ve tekzip metni 7 ve 8 Şubat 2008 tarihli basın ve yayın organlarında yer aldığı halde iddianamede bu husus belirtilmemiştir. Aksine, bu konuşmanın bağlamından koparılarak ve tekzipler dikkate alınmadan, Merve Kavakçı hadisesiyle irtibatlandırılmaya çalışılması (s.124), iddianamenin deliller açısından zayıflığını ve kurgusal boyutunu gösteren diğer bir çarpıcı örnektir. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Egemen Bağış’ın bu sözleri söylediğine ilişkin bir ses kaydından bahsetmekle birlikte, ekte sunulan deliller arasında buna dair bir kayıt bulunmamaktadır.
İddianamede, bir televizyon programında “AKP’nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler’in türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu’nun, ‘Acele etmeyin ona da sıra gelecek’ diye yanıtladığı” şeklindeki ifadelere yer verilmiştir (s. 95).
Bu iddia da tamamen gerçek dışıdır. Burhan Kuzu, hiçbir yerde böyle bir açıklama yapmamıştır. Bu konuda yayınlanan gazete haberlerine itibar etmek yerine, söz konusu televizyon programının kasetleri izlenmiş olsaydı, iddianamede bu asılsız sözlere yer verilmezdi. Nitekim Kuzu, hakkında bu yönde çıkan gazete haberlerini tekzip etmiş ve bu tekzip yazısı daha önce bu yanlış haberi yayınlayan gazetelerin köşe yazarları tarafından da yayınlanmıştır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Burhan Kuzu’nun söz konusu televizyon programında “susmak suretiyle” başkasının söylediği sözü onayladığını söyleyerek, iddianamedeki ithamının yanlış olduğunu itiraf etmektedir. Ancak ne yazık ki Başsavcı, Burhan Kuzu’nun susmasından bile bir anlam çıkararak suçlamasını sürdürmektedir. Bir hukuk devletinde kişilerin susmasını bile hukuka aykırı gören bir zihniyet hak ve özgürlükler bakımından endişe vericidir.
Aynı şekilde, iddianamede partimiz Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin’in “kamuda türban takılması” hakkında beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. (s.97). Ancak, Fatma Şahin’in konuşması bazı basın organlarında tamamen çarpıtılarak yer almıştır. Şahin, daha sonra “kamuda çalışanların başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir düşüncesi ve çalışmasının olmadığını” açıkça belirtmiş ve bu konudaki düzeltmeler farklı basın organlarında yer almıştır. Ne yazık ki, bu düzeltmeler de iddianamede yer almamıştır. Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde Fatma Şahin’in sonradan böyle bir sözünün olmadığını açıklamasının hiçbir değeri olmadığını iddia etmektedir. Fatma Şahin böyle bir ifadesinin bulunmadığını belirtmek için tekzipte bulunmanın dışında acaba daha ne yapabilirdi? Bu tekzibe rağmen ne yazık ki Başsavcının önyargısı değişmemiştir. Bu durum bize Einstein’ın “önyargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur” sözünü hatırlatmaktadır.
İddianamede Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya’da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte “Eğer bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var…Türban takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir…Bizim kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan konudan büyük sorun yaratırız” dediği ileri sürülmektedir. (s. 89). Oysa Mehmet Aydın bu sözleri Almanya’da o tarihte yaşanan başörtüsü tartışmaları hakkında söylemiştir. Mehmet Aydın’a Almanya’da adı geçen gazete muhabiri, “Berlin’de başını örterek devlet okulunda derslere giren öğretmen nedeniyle Almanya’da yoğun şekilde İslami başörtüsü tartışılmaktadır. Hicap (başörtüsü) İslamcı aşırılığın bir simgesi midir?” şeklinde sorular yöneltmiştir. Aydın’ın iddianamede yer verilen sözleri bu soruya verilen bir cevap olup, Türkiye’deki sorunla ilgisi yoktur.
Diğer yandan, iddianamede Konya’nın Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın ‘‘İnşallah bütün okullar imam hatip olacak’’ dediği, ileri sürülmektedir (s.105). Sadece Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu iddia tamamen asılsızdır. İddianamedeki bu söz, İbrahim Halıcı’nın konuşmasını haber yapan 30 Mart 2008 tarihli çok sayıdaki yerel gazetenin hiçbirinde yer almamıştır. Buna rağmen Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde hala bu iddiasını sürdürmesi anlaşılır gibi değildir.
4. Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözler delil olarak kullanılamaz
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları nedeniyle milletvekillerinin Anayasanın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesi Anayasanın 83 üncü maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan do­layı sorumlu tutulamamalarını ifade eder. Anayasanın yasama sorumsuzluğuna ilişkin hükmüne göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturum­daki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alın­madıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan so­rumlu tutulamazlar”. (m.83/1).
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine “özgür iradeleri” ile katılabileceklerdir.
İddianamede yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy verme ve yapılan konuşmaların kapatma davasında delil olarak sunulması yasama sorumsuzluğunu temelden zedelemektedir.
Milletvekilinin konuşmasından dolayı, her ne kadar bir ceza davasında yargılanması durumu söz konusu değilse de, bu konuşmalarla partisinin kapatılabilmesi yasama sorumsuzluğunun amacı ile açıkça çelişmektedir. Nitekim yapmış olduğu konuşmadan dolayı partisinin kapatılmasına sebebiyet veren milletvekilinin aynı zamanda hem milletvekilliği sona ermekte, hem de bu tarihten itibaren beş yıl bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamama biçiminde bir yaptırım uygulanmaktadır. Oysa yasama sorumsuzluğu, tamamen yasama faaliyetleri ile ilgili bu biçimdeki cezalandırmalara karşı da milletvekillerini koruyan bir güvence niteliğinde olmalıdır.
Anayasa Mahkemesi de yasama sorumsuzluğunun milletvekillerine sağladığı güvenceyi bir kararında şu şekilde ifade etmektedir: “Milletvekilinin, yasama işleriyle ilgili olarak Meclis’te kullandığı oylar, söylediği sözler, ileri sürdüğü düşünceler nedeniyle yasama organı dışında herhangi bir makam tarafından sorumlu tutulamaması anlamına gelen ve 83. maddenin birinci fıkrasında yer alan ‘sorumsuzluk’un amacı, ulusal iradenin tam bir serbestlikle açıklanmasıyla birlikte görevin tam bağımsızlıkla yerine getirilmesinin güvenceye alınmasıdır… Sorumsuzluk, cezalandırılmamayı; dokunulmazlık ise ertelemeyi amaçlamaktadır. Anayasal konum gereği sağlanan bu güvence, yasama organı üyeleriyle öbür görevliler ve yurttaşlar, dolayısıyla yasama organı üyesi olmayan partililer arasında bir fark yaratmaktadır.” (E. 1986/13, K.1987/12, K.T. 22.5.1987).
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini, milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade ile partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız milletvekilleriyle karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu doğuracaktır. Bu durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık siyasi parti yasağı, 84 üncü maddedeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83 üncü maddedeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da, 83 üncü madde hükmünün daha “özel” bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen yer verilen beyanların tamamı, yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır. Bu nedenle iddianamedeki anlayışa göre yasama sorumsuzluğu tamamen tersine sonuçlar verecek biçimde işletilmeye çalışılmakta ve bu bakış açısına göre normalde suç olmayan konuşmalar, milletvekilleri tarafından yapıldığında partinin kapatılmasına ve böylece milletvekilinin beş yıl siyasi faaliyet yasağı ile cezalandırılmasına yol açabilmektedir.
Bu bağlamda iddianamede yer alan ve Başsavcının siyasi parti özgürlüğüne bakış açısını özetleyen şu ifade bu özgürlüğü tamamen güvencesiz hale getirmektedir: “Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu eylemin bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla işlenmesi durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları gözetildiğinde, siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç olarak düzenlenmemesi, o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu doğurmaz.”(s.22). Öncelikle belirtilmelidir ki, bir eylemin siyaseten eleştirilmesi ya da kınanması ile eylemin kapatma davasında delil olarak kullanılması birbirinden çok farklı sonuçlar doğurur. Bu biçimdeki ayırıma özellikle dikkat edilmelidir. Bir eylemin kınanabilir nitelikte olması onun hukuken de müeyyideye tabii olduğu anlamına gelmez. Siyasi alanda yaşanan tartışmalara yönelik kınama biçimindeki tepkiler siyasi alanın aktörlerince ortaya konulabilir. Ancak, siyasi alandaki bu tartışmaların etkisinde kalarak bir siyasi partinin hukuken müeyyidesi olmayan bir eylemden dolayı kapatılmasını talep etmek iddianamenin, hukuki değil, siyasi endişelerin etkisinde kalınarak hazırlanmış olduğunu teyit etmektedir.
5. Partinin kurulmasından önceki söz ve eylemler partimize isnat edilemez
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte AK Parti’nin kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da yer verilmiştir. Bu açıklamaların laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen partiyi bağladığı da ileri sürülemez.
Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin, zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması gerekmektedir. Oysa iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın kabul ettirilmeye çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer verilmektedir: “Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu eylemlere, ‘odaklığın’ ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması olasıdır” (s.22). Siyasi partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin söylediği sözlerinden dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk devleti ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir.
Bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanılmak istenmesi “hukukun genel ilkeleri, hukuk devleti ve hukuk devletinin unsurlarından olan “hukuki güvenlik” ilkesine açıkça aykırıdır. İddianamede (s.31-33), özellikle Başbakanın AK Partinin kurulmasından yıllar önce söylediği ileri sürülen bazı sözleri ön plana çıkarılarak, Anayasa Mahkemesi üyelerinde psikolojik bir etki meydana getirilmek istenmektedir. Bu sözlerin, söylenip söylenmediği bir yana, yıllar sonra kurulan bir partiyi bağlamayacağı açıktır ve kapatma gerekçesi olarak kullanılması sorumluluk hukuku prensiplerine kesin olarak aykırıdır.
İddianamedeki bu yaklaşım, siyaset kurumunun ve siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta “süre” denen bir kavramı tanımayan bu yaklaşımın hukukun genel ilkelerine aykırı olduğu açıktır.
Kaldı ki, siyasi parti kurulmadan önce yapılan konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu durum yargısal süreç sonucunda teyit edilmiştir. Örneğin AK Parti milletvekili Ömer Dinçer’in, partimizin kurulmasından yıllar önce, 1995 yılında, bir bilimsel sempozyumda sunduğu bildiriden dolayı yapılan ceza soruşturmasında Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı vermiştir. 7.6.2004 tarihli bu kararda söz konusu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu şu şekilde vurgulanmıştır:
“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ‘ifade özgürlüğü’ başlığını taşıyan 10. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş, sözleşmenin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da açıkça şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade özgürlüğü kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır.
Suç ihbarı dilekçesine ekli ‘Bilgi ve Hikmet’ isimli derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında neşredilen konuşma metninin kül olarak değerlendirilmesi neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete çağrı ve suç işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması nedeniyle, TCK’nun 146/2, 311, 312/1–2 maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla;
Müsnet fiillerle ilgili olarak sanık hakkında TAKİBAT YAPILMASINA MAHAL OLMADIĞINA… karar verildi.” (E.2004/128, K.2004/23, K.T. 07. 06. 2004)”.
Benzer şekilde, iddianamede Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, “Türkiye’de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar” adlı kitabındaki düşünceleri de “delil” olarak sunulmaktadır (s.73). Oysa bu kitabın içinde yer alan ve davada delil olarak gösterilen makale, ilk olarak partimizin kurulmasından yıllar önce, 1994 yılında bir dergide yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihten itibaren hiçbir yargısal takibata konu olmayan ve zaten ifade özgürlüğü kapsamında bulunması nedeniyle Anayasaya da aykırılık taşımayan görüşler, Cumhuriyet gazetesinin 2.10.2003 tarihli nüshasında haber yapıldıktan sonra iddianameye dâhil edilmiştir.
Hukuk devletinde, yıllar önce yapılmış konuşmaların, konuşmayı yapanın iradesi dışında yeniden yayınlanması, bu konuşmaları bugün yapılmış konumuna getirmez. Her hangi bir parti üyesinin, partinin kuruluşundan önceki beyanları partiye isnat edilemez. Bu beyanların, partinin kuruluşundan sonra yazılı veya görsel basın tarafından tekrar edilmesi dahi aynı ilkeye tabidir.
6. Parti üyesi olmayan kişilerin söz ve faaliyetleri partimiz aleyhine delil olarak kullanılamaz
İddianamede, “parti üyeliğinden ayrılanların fiil ve söylemleri de partiye isnat edilebilir. Bu anlamda Abdullah Gül’ün, parti kurucu üyesi, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak eylem ve beyanları da partiye yüklenebilecektir” (s.24) denmekte ve esas hakkındaki görüşte de bu iddia tekrarlanmaktadır (s.31).
Kapatma davasının açıldığı tarih itibariyle partiyle hukukî ve fiilî bağı kalmamış olanlar için yaptırım uygulanması ve bunlara isnat edilen fiillerin siyasî partinin kapatılması talebine gerekçe gösterilmesi, ancak kanunda bu yönde açık bir hüküm bulunmasına bağlıdır ki, Anayasada da Siyasi Partiler Kanununda da böyle bir hüküm bulunmamaktadır.
Böyle bir düzenleme bulunmadığı gibi, Anayasanın 69 uncu ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 95 inci maddelerinde yer alan düzenlemeler de, dava açılmadan önce partiyle hukukî bağı kalmamış olanlar için siyaset yasağı talep edilemeyeceğini ve bunlara isnat edilen fiillerin siyasî partinin kapatılması talebine gerekçe gösterilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Anılan hükümlere göre ilgililer hakkında yaptırım uygulanabilmesi için, bunların, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi nezdinde dava açıldığı tarihte ilgili siyasî partinin üyeleri olmaları gerekmektedir. 95 inci maddenin “Kapatılan siyasî partiler ve mensuplarının durumu” şeklindeki başlığı da, siyasî parti mensubu olmayanlar hakkında bu maddenin uygulanamayacağını göstermektedir.
Bu itibarla, kapatma davası açılmadan önce Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, kapatılması istenen siyasî partiyle hukukî ve fiilî bağı kalmadığından, dolayısıyla siyasi parti mensubu olmasından söz edilemeyeceğinden, iddianamenin sözü edilen bölümleri dayanaktan yoksundur.
İddianame kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da partimizi sorumlu göstermektedir. Buna göre, “devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.” (s.155).
Parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden dolayı da, iktidarda olsalar bile, parti ya da partililer sorumlu tutulamaz. Aksi düşünce Anayasamızda da ifadesini bulan (m.38) “cezaların şahsiliği ilkesi” ile bağdaşmaz. Kaldı ki, bir siyasi partinin kimlerin eylemlerinden sorumlu olacağı Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasında tadadi olarak sayılmış olup bunlar arasında parti üyesi olmayan kamu görevlileri bulunmamaktadır.
Öte yandan, kamu görevlileri, işledikleri bir suç varsa, bunlardan dolayı şahsi olarak ceza kovuşturmasına ya da disiplin soruşturmasına maruz kalırlar. Keza kamu görevlilerinin hukuka aykırı işlemlerinin de idari yargı aracılığıyla denetlenmesi mümkündür.
İddianamede, örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanının üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve bu konuda Anayasa hükümlerine göre işlem yapılması yönünde üniversite rektörlerine gönderdiği yazı, “kanun dışı eylem” olarak nitelendirilmiş (s.124) ve partimizin “Anayasaya aykırı eylemleri arasında” sayılmıştır. Halbuki, YÖK Başkanı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 6 ncı maddesine göre Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanının anılan faaliyetlerinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da, bundan dolayı AK Parti hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti hükümetleri döneminde görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de hükümeti sorumlu tutmak gerekirdi.
Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, üst düzey bazı kamu görevlilerinin laiklik karşıtı eylem, söz ve yazıları nedeniyle bu görevlere getirildikleri gibi, hem hükümetimiz hem de bu kamu görevlileri bakımından asla kabul edilemeyecek akıl almaz bir iddiaya yer vermektedir. Bu iddiayı ispat edecek en küçük bir delil sunulamamış olması, masumiyet karinesinin keyfi bir şekilde ihlal edildiğini ortaya koymaktadır. Yine Başsavcı, YÖK Başkanı hakkında, bir bakan ve bürokratlar arasında geçen konuşmalardan bahisle, icraatlarının hükümetten bağımsız olmadığını iddia etmektedir. Bu tür siyasi magazin konularının asgari bir ciddiyete sahip olması gereken bir hukuki metinde yer alması talihsizliktir. Öte yandan, her ne kadar özerk de olsa yürütme içinde yer alan Yükseköğretim Kurulu’nun faaliyetlerinde hükümetle işbirliği halinde çalışmasında yadırganacak bir husus bulunmamaktadır.
Vali ve kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin icraatlarından dolayı iktidar partisinin sorumlu tutulabileceğine dair Başsavcılık görüşü de, parti-devlet özdeşliğinin geçerli olduğu tek parti döneminin anlayışını yansıtmaktadır. Bilindiği gibi, 1935’ten sonra Türkiye’yi yöneten siyasi partinin Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe başkanları da kaymakamlık görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık geride kalmıştır. Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya işlemlerinden dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu tutulamazlar. Bu görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da görevlilerin işlem ve eylemleri yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla, Hükümetin atamalarında ve bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum varsa, bunun yargısal denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu görevlilerinin iddianamede yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir eylem bulunmamaktadır.
Bir an için bir hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve işlemlerinden dolayı “siyasi” olarak sorumlu olabileceği düşünülse bile, hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine karıştırmamak gerekir. Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde işletilebilen “gensoru” gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olur. Seçimler de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi yöntemdir. Halbuki, partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki bir süreçtir ve kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla, hükümetlerin siyasi sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki denetimi sürecine dâhil edilemeyeceği açıktır.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde partimizden milletvekili seçilen Ömer Dinçer’in yıllar öncesine ait bazı sözlerinin partimiz aleyhine delil olarak sunulması ve bu milletvekilimiz hakkında parti yasağı istenmesi ise birçok bakımdan hukuka aykırıdır. Herşeyden önce, yukarıda açıklandığı üzere Ömer Dinçer’in söz konusu ifadeleri nedeniyle hakkında takipsizlik kararı verilmiştir ve bu ifadelerde laikliğe aykırılık bulunmamaktadır. Öte yandan, Ömer Dinçer’in bu açıklamaları partimizin kurulmasından yaklaşık on yıl önce yapılmıştır. Ayrıca, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde siyasete giren Dinçer hakkında o tarihten itibaren laikliğe aykırı en küçük bir söz ya da eylem Başsavcılık tarafından ileri sürülememiştir. Kapatılması istenen bir siyasi partinin kurulmasından yıllar önce söylenen bir sözden dolayı bu kişi hakkında parti yasağı talep edilmesi hukuk tarihine geçecek ibretamiz bir olaydır.
İddianamede, “Adalet ve Kalkınma Partisi Konya Milletvekili Halil Ürün’ün danışmanlığını yürüten Ahmet Şükrü Kılıç’ın; türbanlı olduğu için 28 Şubat döneminde görevine son verildiği bildirilen eşi Nilgün Kılıç’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2003 Yılı Kasım ayında yapılan büyük kongresinde MKYK üyeliğine seçilmesini “işte 28 Şubat’ın rövanşı diye ben buna derim” (s.105) ifadesine yer verilerek, Kılıç’ın bu sözlerinden partimiz sorumlu tutulmaktadır. Başsavcılığın bu iddiası da birçok bakımdan gerçek dışı ve hukuka aykırıdır. Birinci olarak, Ahmet Şükrü Kılıç bu sözleri söylememiştir. Kaldı ki söylemiş olduğunu varsaysak bile, yoğun insan hakları ihlallerinin yaşandığı 28 Şubat sürecine yönelik bir eleştirinin neden “laikliğe aykırı bir eylem” olarak nitelendirildiğini anlamak mümkün değildir. İkinci olarak, partimize üye olmayan Ahmet Şükrü Kılıç’ın bu sözlerinden partimizin sorumlu tutulması cezaların şahsiliği ilkesi ve sorumluluk hukukuna aykırıdır. Üçüncü olarak, parti üyesi olmayan Ahmet Şükrü Kılıç hakkında parti yasağı istenmesi de cezaların şahsiliği ilkesi ve sorumluluk hukukuna aykırıdır. Kendisi değil eşi parti üyesi olan bir kişinin sözlerinden dolayı partimizi sorumlu tutan ve söz konusu kişi hakkında parti yasağı isteyen Başsavcılık bu yaklaşımıyla hukuk devletine aykırılıkta doruğa çıkmaktadır. Öte yandan hiçbir zaman partimizin üyesi olmamış bir kişiyi “eş durumundan sorumlu” tutarak hakkında parti yasağı istemek, hiçbir yerde ve hiçbir zaman benzeri görülmemiş bir hukuk garabetidir. Başsavcılığın mantığına göre sadece partililerin değil parti mensuplarının tüm akraba ve hısımlarının söz ve davranışlarından dolayı partimiz sorumlu tutulabilecektir.
7. Partimizin benimsemediği söz ve faaliyetler partimiz aleyhine delil olarak kullanılamaz
İddianame ve esas hakkındaki görüşte parti yetkililerinin benimsemediği konuşmalar delil olarak yer almıştır. Parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin kapatma davasında ilgili siyasi parti açısından odak olmada kullanılabilmesi için parti yetkililerinin bunları benimsemesi şarttır.
Öte yandan, bir partilinin Anayasaya aykırı bir tutum içinde olduğunun ileri sürülebilmesi için münferit ya da bağlamından koparılmış söz ve eylemler yeterli olamaz. Siyasi parti üyesi veya yetkilisi olan kişinin tutumunu belirleyebilmek için, söz ve eylemlerin bütünsel bir biçimde ele alınması ve aynı konuda farklı zamanlarda ortaya koyduğu genel yaklaşım dikkate alınmalıdır.
İddianamede, parti üyelerinin söylem ve eylemlerinin parti yetkilileri tarafından benimsendiğine dair en küçük bir delil sunulamamıştır. Hatta, parti yetkilileri tarafından açıkça reddedilen sözler bile deliller arasında sayılmıştır.
Örneğin, iddianamede AK Parti Adana eski Milletvekili Abdullah Çalışkan’ın sözleri deliller arasında sayılmıştır (s.90-91). Oysa aynı toplantıda divanı yöneten Genel Başkan Yardımcısı Nihat Ergün, bu konuşmaya müdahale etmiş, parti olarak bu görüşleri benimsemediklerini açıklamış, ama bu açıklamaya iddianamede yer verilmemiştir. Nihat Ergün, Abdullah Çalışkan’ın konuşmasının ardından şunları söylemiştir:
“Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, hizmet. Parti olarak da bir hizmet partisiyiz, bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam etme sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz. İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problemlerini çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz, yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler değildirler.”
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde, “Bu sözlerin benimsenmediğinin bir başka partili tarafından açıklanması, eylem ve söylemlerinde takiyyeyi bir yöntem olarak kullanan davalı partiye hakim olan genel inanç ve beklentiyi değiştirmeye, yok saymaya yeterli değildir” (s.15) demektedir. Başsavcının bir başka partili dediği kişi o dönemde partimizin Genel Başkan Yardımcısı idi. Kaldı ki, Abdullah Çalışkan’ın bu konuşması adli soruşturmaya konu olmuş ve suç unsuru bulunmayarak koğuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.
Kamu adına hareket eden, bu nedenle objektif olması gereken ve lehe olan delilleri de toplamak zorunda olan Başsavcının, sözde aleyhimize sunduğu delili açıkça etkisiz kılan bir konuşmayı kafasında oluşturduğu takiyye kavramı ile geçiştirmeye çalışması önyargılı olma ve şartlanmışlığın bir göstergesidir. Başsavcılığın bu yaklaşımı karşısında hukuken geçerli olan tekzip, düzeltme ve reddetme biçimindeki kavramların hiçbir anlamı kalmamaktadır.
İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamıştır. Bu genelgelerde belediyelerin parti programıyla bağdaşmayan kültürel faaliyetlerden kesinlikle kaçınmaları talimatı verilmiştir(EK- 5).
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde belediyelerin sadece kültürel faaliyetleri ile ilgili olarak uyarıldığını, bunun dışındaki laikliğe aykırı faaliyetler bakımından bir uyarı yapılmadığını iddia etmektedir (s.40). Söz konusu genelgede belediyelerin asli görevleri arasında yer almayan hiçbir faaliyette bulunmaması istenmiş olup Başsavcılığın iddiası doğru değildir. Kaldı ki belediyelerin bu genelgenin kapsamı dışında değerlendirilecek faaliyetleri de söz konusu olmamıştır.
Öte yandan AK Parti, kurulduğu günden bu yana kamuoyuna da açık on binlerce toplantı, miting, ziyaret, konuşma ve etkinlikte bulunmuştur. Nitekim AK Parti’nin merkez ve yerel teşkilatları her ay binlerce etkinlik gerçekleştirmektedir. Bütün bu etkinliklerin, partinin temel prensipleri doğrultusunda ve yasalara uygun biçimde yürütülmesine özen gösterilmektedir.
Elbette, bunca yoğun etkinliklerde bazı hukuka aykırı söz ve davranışlar olabilir. Çünkü insanın olduğu yerde her zaman hata olabilir. Önemli olan bu yanlış söz ve eylemlerin partinin yetkilileri, kurulları, organları tarafından benimsenip benimsenmediğidir. AK Parti, kendi içinde mevzuata, parti tüzük ve programına aykırı üye eylemleri nedeniyle disiplin sürecini en iyi işleten ve sıkı biçimde uygulayan bir partidir.
İddianamede disiplin soruşturması açılan partililerin beyanları da delil olarak gösterilmiştir. Disiplin soruşturmasına tabi tutulan söz ve faaliyetlerin partimiz aleyhine delil olarak kullanılması mümkün değildir.
İddianameye göre, “siyasi partilerin hedef ve amaçlarıyla bağdaşmayan eylem ve söylemleri nedeniyle ilgili kişilerin eleştirilmemesi ve haklarında disiplin soruşturması başlatılmaması, bu eylem ve söylemlerin o siyasi parti tarafından benimsendiği anlamındadır” (s.25). Buna rağmen partimizin bazı üyelerle ilgili olarak parti tüzüğü uyarınca yaptığı disiplin soruşturmalarının görmezlikten gelinerek, hakkında soruşturma işlemi yapılan parti üyelerinin beyanlarının da delil olarak sunulması bir tutarsızlık ve önyargının bulunduğunu göstermektedir.
İddianamede partimizin bazı milletvekillerinin başörtüsünün kamu görevlileri için de serbest olması gerektiği yönündeki ve başka konulardaki kişisel beyanları partimiz aleyhine delil olarak sunulmuştur. Halbuki partimiz bu tür kişisel görüşleri benimsemediğini kamuoyuna açıklamakla yetinmemiş, parti politikalarına aykırı bu konuşmaları yapanlar hakkında disiplin soruşturması yapmış ve ceza vermiştir.
Normalde düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında bulunan bu sözler hakkında bile disiplin soruşturması açmamız, parti olarak bu konularda ne kadar hassas olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla bu kişiler hakkında partimizin disiplin soruşturması başlattığı kamuoyuna açıklandığı ve basın ve yayın organlarında da yer aldığı halde, bu sözlerin yine de partimiz hakkında delil olarak sunulması iyiniyetle bağdaşmayan bir tutumdur.
Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde, partimizin açtığı disiplin soruşturmalarında bazı partililere hafif, bazılarına ise ağır yaptırımlar uygulandığını, bunun ise bir çifte standart oluşturduğunu söylemektedir (s.35). Bir partinin disiplin soruşturmaları sonucunda üyelerine ne tür cezalar vereceği kendi iç meselesidir. Başsavcılığın bu konuya hangi yetki ile müdahil olmak istediği anlaşılır gibi değildir. Öte yandan bu davayla hiçbir şekilde ilişkisi olmayan eski bir üyemize verilen disiplin cezası eleştirilerek çifte standarttan söz edilmesi ilginçtir.
8. İddianamede “lehe olan delillere” yer verilmemiştir
5271 sayılı yeni Ceza Muhakemesi Kanunu ile iddianamenin hazırlanması ve içeriği konusunda önemli bir reform gerçekleştirilmiştir. Buna göre bir iddianamede yalnızca isnat ve aleyhe olan deliller değil, lehe olan hususların da gösterilmesi zorunludur (CMK.m.170/5). Esasen Başsavcılığın aleyhe kullanılmak üzere delil olarak iddianamede yer verdiği hiçbir söz ve faaliyette “laikliğe aykırılık” isnadını ispatlayacak bir nitelik bulunmamaktadır. Bununla birlikte Başsavcılığın mantığı açısından “laikliği destekleyici” beyanların da “lehe deliller” olarak sunulması gerekirdi. Başka bir ifadeyle, “Kendine göre aleyhe olan hususları” toplayan Başsavcının, “kendine göre lehe olan hususları” da iddianamesine koyması beklenirdi.
Başsavcılık delil oluşturma gayreti içerisinde sadece aleyhe olan delilleri sunmuş ve yoğun biçimde konuşmaları bağlamından koparma örnekleri sergilemiştir. İddianamede 50 nolu delil olarak sunulan Başbakanın konuşması bunlardan sadece bir tanesidir.
İddianamede Başbakanın, “Bir taraftan din ve vicdan özgürlüğü diyeceksiniz, öbür taraftan kalkıp Müslüman için böyle bir defans uygulayacaksın. Bu defans uygulamaya bir defa kimsenin hakkı yok” ifadelerine yer verilmiştir (s.50). Ancak iddia makamı, delillerin toplanmasında tarafsızlık ilkesine riayet ederek Başbakanın aynı konuşmasında geçen ve gazetelerde de yer alan şu beyanlarını da dikkate almış olsaydı daha sağlıklı sonuçlara varabilirdi:
“Halkı Müslüman, demokratik ve laik bir ülke olarak medeniyetler arasında iletişim kurulmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz gerçektir.”
“Partimizi kurduğumuzda programımıza yerleştirdiğimiz ilke şudur: bizim partimiz din eksenli bir parti değildir. Bizim partimiz muhafazakar demokrat bir partidir ve süreci bu şekilde çalıştırırken halkımızın da yaklaşık %99’u müslümandır.”
“Her dinin mensupları arasında aşırılar çıkabilir. Ama gelin biz bu aşırılıklara karşı çıkalım. Aşırılıkların karşısında hep birlikte beraber olalım. Dayanışma içinde olalım.”
Başbakanın bu ifadeleri, iddia makamının iddiasını temelden çökertmekte, onu tekzip etmektedir. Başsavcı kanuni görevi olan lehe delilleri toplama girişiminde bulunmadığı gibi, ilk cevabımızda sunduğumuz sözde aleyhe delilleri çürüten tekzip ve düzeltmeleri de görmezlikten gelmede ısrarcı tutumunu sürdürmektedir.
9. Delil üretme gayretiyle “masumiyet karinesi” ihlal edilmiştir
Başsavcılığın iddianamesi ve esas hakkındaki görüşünde çok belirgin olan bir özellik de, delil üretme gayreti sonucu olarak yoğun biçimde “masumiyet karinesi”nin ihlal edilmesidir.
İddia makamı, aynı şeyde: “susmuşsan neden sustun?”, “susmamışsan neden konuştun?”, “tekzip etmemişsen neden tekzip etmedin?”, “tekzip etmişsen baskı üzerine veya sorumluluktan kurtulmak için tekzip ettin”, “disiplin hükümlerini uygulamışsan bu göstermeliktir veya yeterli değildir” biçimindeki sözler, Başsavcının hukuka rağmen ulaştığı hükümlerdir. Hiçbir iddia makamı, bu denli keyfiliği hukuk giysisine büründüremez. Hukuk, her ne ise o dur; ancak asla bu değildir
Başsavcılık iddianamede “Laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle 1997 yılında Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğü görevinden alınan Beşir Atalay” şeklinde bir ifadeye yer vermiştir (s.26). İnsan hakları ve hukukun hiçe sayıldığı 28 Şubat sürecinde hukuk dışı ve keyfi bir işlemle rektörlük görevinden alınan Beşir Atalay’ın ne o gün ne de daha sonra ortaya konulmuş tek bir laikliğe aykırı eylemi bulunmamaktadır. Hal böyle iken bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının “masumiyet karinesi”ni açıkça ihlal etmek suretiyle böyle bir iddiaya yer vermesi hukuk dışı 28 Şubat sürecindeki mantığın bir uzantısıdır.
İddianamede “Talim Terbiye Kuruluna sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen’e üye olanlar arasından seçildiği” ileri sürülmektedir (s.113). Bu iddia, görevlendirilen öğretmenlerin 9’unun Türk Eğitim-Sen, 4’ünün Eğitim-Bir-Sen, 2’sinin de Eğitim-Sen üyesi olması nedeniyle gerçek dışıdır. Ayrıca, masumiyet karinesine herkesten çok dikkat etmesi gereken iddia makamının, yasal bir kuruluş olarak faaliyet gösteren bir sendikayı “Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen” bir kuruluş olarak nitelemesi ve bu sendikaya üye devlet memurlarını da zan altında bırakması masumiyet karinesini ihlal etmektedir.
Başsavcılığın, Anayasa ve yasaların öngördüğü şartlar çerçevesinde tamamen hukuka uygun olarak alınan ve atanan kamu görevlilerini, hangi kriterlere dayanarak ve ne hakla “tarikatçı”, “siyasal İslamcı”, “İslami kimlikleriyle öne çıkanlar” şeklindeki sıfatlarla nitelendirdiği de anlaşılamamaktadır. İddianamede ve eklerinde söz konusu kamu görevlilerinin dini veya siyasi eğilimlerini gösteren hiçbir belge ve bulgu sunulamamıştır. Kamu görevlilerinin bu şekilde itham edilmesi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesinin de hiçe sayılmasıdır. Dolayısıyla, tüm bu nitelemelerin ve ithamların partimiz hakkındaki peşin hükümlerden kaynaklandığı ortadadır.
İddianamede, partimizle hiçbir ilişkisi olmayan ilahiyat bilgini Prof. Dr. Hayrettin Karaman’nın TRT’de yaptığı bir konuşma hükümetimiz döneminde yapılmış laikliğe aykırı bir faaliyet olarak nitelendirilmiştir. Daha da ilginç olan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bu iddianın delilleri arasında ekte sunulan 177 nolu belgeye el yazısı ile şunların yazılmış olmasıdır: “Hayrettin Karaman Yeni Şafak yazarı. Kendine ait www.hayrettinkaraman.net isimli site var. Dinci yazıları var. Bu durumu biline biline Ramazanda M.Kemal Öke tarafından TRT’ye çıkarılıp program yaptırıldı.” Bu konuşmadan hükümetimizin sorumlu tutulması hukukla bağdaşmayan bir tutum olduğu gibi, bir ilahiyat bilginini “dinci” olarak nitelemek, o bilim adamının kişilik haklarına açık bir saldırı ve masumiyet karinesinin ihlali niteliğindedir.
III. PARTİMİZ LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI HALİNE GELMEMİŞTİR
Partimiz hakkında açılan davada “AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı” haline geldiği iddia edilmektedir. Partilerin yasaklanmasına ilişkin kurallar karşısında bu iddia tamamen hukuki dayanaktan yoksundur.
Partilerin yasaklamasına ilişkin kurallar Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları sözleşmeleri ve Siyasi Partiler Kanunu ile düzenlenmiş bulunmaktadır.
Anayasaya göre, bir siyasi partinin eylemlerinden dolayı kapatılabilmesi ya da devlet yardımından yoksun bırakılabilmesi için o partinin “Anayasaya aykırı eylemlerin odağı” haline gelmiş olması gerekir. Partilere daha güvenceli bir statü kazandırmak için 2001 yılında yapılan düzenlemeyle Anayasanın 69 uncu maddesi siyasi partilerin odak haline gelmesinin şartlarını belirlemiştir. Buna göre, bir siyasî parti, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemler “o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğru­dan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.” (m.69/6).
Odak haline gelmenin şartları Anayasada bu şekilde sayılmakla birlikte, “odaklaşma” için şart koşulan eylemlerin “niteliği” belirtilmemiştir. Anayasanın bu hükmü Siyasi Partiler Kanunu ile de aynen tekrarlanmış, ancak Kanunda da odak haline gelmede esas alınacak fiillerin niteliğine dair bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Siyasi Partiler Kanununa 1986 yılında eklenen, fakat Anayasa Mahkemesi tarafından 1998 yılında iptal edilen hüküm (m.103/2) odaklaşmada dikkate alınacak fiillerin mahkeme kararıyla “sübuta ermesi”ni şart koşmaktaydı. Siyasi Partiler Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan ve odak olma için partilerin “aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline geldiğinin sübuta ermesi” şartını arayan hükmün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olması, “fiillerin varlığı” zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Odak olma koşulu için yine ceza hukuku anlamında fiillerin varlığı gereklidir, ancak bunların “mahkeme kararıyla sübuta ermiş olması” şart değildir. Başka bir ifadeyle, Anayasa Mahkemesi, parti kapatma davalarında odaklaşmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırken henüz bir mahkeme kararıyla sübut bulmamış olan fiilleri de dikkate alabilecektir. Ancak bu fillerin ceza hukuku anlamında “aykırı fiil” niteliğine sahip olması gerekmektedir.
Çünkü, odaklaşmanın şartları 2001 değişikliğiyle Anayasaya konulduktan sonra, fiillerin niteliğine ilişkin somutlaştırıcı bir düzenleme her ne kadar Anayasa hükmünü tekrarlayan Siyasi Partiler Kanununun 101 inci maddesine konulmamışsa da, aynı Kanunun 102 nci maddesine 12.8.1999 tarih ve 4445 sayılı kanunla eklenen ikinci fıkra hükmünden, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hükme göre, “Parti büyük kongresi, merkez karar ve yönetim kurulu veya bu kurulun iki ayrı kurul olarak oluşturulduğu haller, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup yönetim kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi grup genel kurulu, parti genel başkanı dışında kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister. Parti üyeleri 68 inci maddenin dördüncü fıkra hükümlerine aykırı fiil ve konuşmalarından dolayı hüküm giyerler ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu üyelerin partiden kesin olarak çıkarılmasını o partiden ister.”
Bu düzenlemede geçen “hüküm giyerler ise” ibaresi, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin, ceza hukuku anlamındaki filler olması gerektiğinin kanıtıdır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan düzenleme ile, bir siyasi partinin devlet yardımından yoksun bırakılmasına dayanak oluşturacak fiillerin ceza hukuku anlamında fiiller olması şart koşulmuştur. Devlet yardımından yoksun bırakma gibi daha hafif bir yaptırımın uygulanabilmesinde bile ceza hukuku anlamında fiillerin varlığı şart koşulduğuna göre, bir siyasi partinin kapatılmasına yol açabilecek olan odak haline gelmede dikkate alınacak fiillerin evleviyetle ceza hukuku anlamında filler olacağı açıktır.
Odak haline gelme nedeniyle partilerin kapatılması daha ağır bir yaptırım olduğu için, Anayasa odak haline gelme için sadece Anayasaya aykırı eylemlerin varlığını da yeterli görmeyerek, bu eylemlerin yoğunluk ve kararlılık içinde işlenmesini de şart koşmuştur.
Bu düzenlemeye göre, Anayasaya aykırı eylemlerin siyasi parti üyelerince yo­ğun bir şekilde işlenmesi ve bunların yetkili organlarca benim­senmesi şartlarının gerçekleştiği somut ve açık kanıtlarla belirlenmelidir. Parti üyeleri bir takım eylemler icra ediyor, fakat parti organları bunları benimsemiyorsa, parti odak haline gel­mez. Yine parti yetkililerinin “kararlılık içinde” işlenmeyen eylemleri de partiyi odak haline getirmez. Başka bir ifadeyle, Anayasaya aykırı eylemleri işleyenlerin bu eylemleri süreklilik içinde sıklıkla ve yoğunlukla tekrarlamaları zorunludur.
Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan bu düzenlemelerden açıkça anlaşılacağı üzere; siyasi partilerin yasak eylemleri nedeniyle kapatılabilmeleri, bu eylemlerin nitelik ve nicelik olarak “ağırlığına ve yoğunluğuna” ve parti yetkili organlarının bu tür eylemleri iradi biçimde benimsemelerine veya doğrudan yetkili organlarca gerçekleştirmelerine bağlanmıştır.
Buna göre bir siyasi partinin eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi için “laikliğe aykırı eylemlerin varlığı” ve “odak haline gelme” şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması gerekir. Bu davada bu unsurların hiçbiri gerçekleşmemiştir.
1. Laikliğe aykırı eylemler mevcut değildir
Bir siyasi partinin eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi için, o partinin organ ve kurulları ile üyelerince işlenen eylemlerin Anayasa’nın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılık teşkil etmesi gerekir. Buna göre, parti eylemlerinin, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması veya suç işlenmesini teşvik etmesi halinde aykırılık gerçekleşmiş olur. Bu nitelikte olmayan eylemler ise parti kapatma sebebi oluşturmaz.
İddianamede, partinin eylem ve söylemlerinin “laikliğe aykırı olduğu” iddiasına yer verilmiştir. İddianamede “laikliğe aykırı eylemler” olarak ileri sürülen hususlar, laikliğe aykırı bir nitelik taşımamaktadır.
Laikliğe aykırı eylemden söz edebilmek için, laik devlet düzeninin dinsel kurallara dayalı bir düzenle değiştirilmesi faaliyetinin bulunması şarttır. AK Parti’nin, laikliğe ve Anayasanın 68 inci maddesinde sayılan başka değerlere aykırı hiçbir eylemi ya da açıklaması bulunmamaktadır. Bu durum karşısında kapatma davası ile kurgulanan tez bütünüyle çökmektedir.
Genel olarak bireyler bakımından düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilen ifadeler, siyasi parti mensuplarınca kullanıldığında bunların kapatma nedeni olarak görülmesi ifade özgürlüğüyle ve onun özel bir kullanım biçimi olan siyasi parti özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Herhangi bir kişinin serbestçe söyleyebileceği bir sözü bir siyasinin evleviyetle söyleyebilmesi gerekir. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde bundan daha doğal bir şey olamaz. Aksi halde, farklı toplumsal görüş ve talepleri siyasi alana taşımak için kurulan siyasi partiler işlevsiz kalacaktır.
Düşünce açıklamalarına dayanarak bir siyasi partinin kapatılmasının talep edilmesi özgürlükçü demokratik rejimin ne derece ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Oluşturduğu mantık kurgusu ile iddianame, demokratik bir ülkede siyasi parti özgürlüğünün özünü ortadan kaldırması ve siyasi partileri gerçek işlevinin dışına çıkardığını göstermesi bakımından da bir ibret vesikasıdır.
İddianamede partililerin Anayasaya aykırı eylemleri olarak nitelendirilen beyan ve faaliyetlerinin neredeyse tamamı, aykırılık oluşturmak bir yana, insan haklarına bağlı demokrat bir partinin savunması gereken düşünce ve politikalardan oluşmaktadır. “Anayasaya aykırı eylem” olarak iddianameye konulan ifadelerde insan haklarına, demokrasiye ve hukuk devletine vurgu yapılmaktadır. Kaldı ki, bu nitelikte olmayan, başkalarının katılmayacağı ya da hoş görmeyeceği düşünce açıklamaları dahi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmelidir.
Bir partinin “Anayasaya aykırı fiillerin odağı” haline gelebilmesi için, bu fillerin sadece ceza hukuku anlamında aykırı fiil olması da yeterli olmayıp “yıkıcı bir amaca yönelik olması”, yani Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki değerleri kökten reddetme ve ortadan kaldırma amacını taşıması da gerekir. Bu bağlamda bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olabilmesi için sunulan delillerde laiklik ilkesini zayıflatmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik aktif, saldırgan ve somut bir tutumun bulunması gerekmektedir. İddianamede yer verilen beyanlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, AK Parti’nin, laiklik ilkesini reddetmek bir yana, demokratik bir ilke olarak pekiştirme konusunda ne kadar kararlı bir tutum içerisinde olduğu görülecektir.
Partimizin, Anayasanın 68 inci maddesindeki değerleri ortadan kaldırmaya matuf en küçük bir eylemi veya söylemi bulunmamaktadır. Aksine Partimiz bu değerleri geliştirmeye yönelik bir misyona sahiptir. Bu misyon, Parti Tüzüğü ve Programı ile altı yıllık iktidarımız dönemindeki icraatla açıkça ortaya konulmuş bulunmaktadır.
Anayasanın 68 ve 69 uncu maddeleri ile siyasi partilere getirilen yasaklar, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun “Siyasi Partilerle İlgili Yasaklar” başlıklı dördüncü kısmında “Amaçlar ve Faaliyetlerle İlgili Yasaklar”, “Milli Devlet Niteliğinin Korunması”, “Atatürk İlke ve İnkılâplarının ve Lâik Devlet Niteliğinin Korunması” ve “Çeşitli Yasaklar” ana başlıklarını taşıyan dört bölüm olarak düzenlenmiştir. Bu kısımdaki yasak fiillerin doğaları gereği ancak siyasî partilerce veya üyelerince işlenebileceği açıktır (E. 1998/2, K. 1998/1, K.T. 9.1.1998).
Anayasanın “Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi”ni düzenleyen 38 inci maddesinde; “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir.” kuralı yer almıştır. Suç ve cezalara ilişkin genel kanun niteliğinde olan Türk Ceza Kanununun 2 nci maddesine göre de; “(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz. (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz. (3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.”
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 98 ilâ 108 inci maddelerini kapsayan “Siyasi Partilerin Kapatılması” başlıklı beşinci kısmında; parti yasaklarına aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar; ceza (hapis - m.117) ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri (parti kapatma, işten el çektirme, ihraç, devlet yardımından yoksun bırakma -m.101,102,103 ve 104) olarak düzenlenmiştir.
Parti kapatmada dikkate alınacak fiillerin, ceza hukuku anlamında fiiller olduğunu teyit eden bir başka hüküm de Siyasi Partiler Kanununun “Kanuna aykırı sair davranışlar” başlıklı 117 nci maddesidir. Bu hükme göre; “Bu Kanunun dördüncü kısmında yazılı yasak fiilleri işleyenler, fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılırlar”. Anayasa Mahkemesi de bir kararında aynı görüşe yer vermiştir (AYMK., Esas Sayısı:1986/13,Karar Sayısı:1987/12; Karar günü:22/5/1987.)
“117. maddede…, 4. kısımda yazılı yasak eylemleri işleyenlerin, eylemin daha ağır bir cezayı gerektirmemesi durumunda, altı aydan az olmamak üzere hapis cezası ile cezalandırılacakları öngörülmüştür. Bu hüküm, 4. kısım kurallarına aykırı eylemlerin tümünün suç niteliğinde olduğunu kabul etmeyen önceki 648 sayılı Siyasi Partiler Yasası’na göre bir yeniliktir. Anayasa’nın ilgili kurallarında aykırı eylemin suç oluşturup oluşturmaması ya da bu konuda kesinleşmiş yargı kararının bulunması aranmamakla birlikte bunu yasaklayıcı bir hüküm de yoktur. Nitekim 2820 sayılı Yasanın 117. maddesi, 4. kısımdaki yasaklara aykırılığı hiçbir ayırım yapmadan, tümüyle, suç olarak nitelendirmiştir… Anayasa’nın 15. ve 38. maddelerine göre, suçluluğu hükümle belli edilinceye kadar kimse suçlu sayılamaz. Hakkında böyle bir karar bulunmayan kişinin gerçekten yasaklara aykırı davranıp davranmadığı bilinemeyeceğinden Cumhuriyet Başsavcısı’nın sübjektif değerlendirmesiyle, yargı kararıyla kesinlik kazanmadan önce, asileri partiden çıkarmak gibi sonuçları çok ağır işlemlere bağlı tutmak siyasi hakları önemli ölçüde zedeler… Çünkü, bir yasaya aykırı davranmaktan söz edebilmek için, o yasağın ceza yasalarında ya da disiplin yönetmeliklerinde yer almış olmasına göre, bir yargı kararı ya da yargı yolu açık bir disiplin kurulu kararı ile eylemin saptanması gerekir.” (E. 1986/13, K. 1987/12, K.T. 22.5.1987).
Siyasi Partiler Kanununun dördüncü kısmında yer alan yasaklara aykırı eylemler, ancak parti üyelerince işlenebilecek nitelikte eylemlerdir.
Laikliğe aykırı eylemler için öngörülen bir diğer ceza yaptırımı da 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununun 216 ncı maddesinde benzer bir içerikte ancak daha özgürlükçü bir yaklaşımla düzenlenmiştir.
TCK’nın “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” başlıklı 216 ncı maddesine göre;
“(1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yukarıda yer verilen mevzuat ve yargı kararları birlikte değerlendirildiğinde şu sonuca ulaşılmaktadır: Bir eylem veya söylemin laikliğe aykırı olup olmadığı, Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanununun 216 ncı maddesi ve Siyasi Partiler Kanununun 117 nci maddesindeki unsurlar dikkate alınarak belirlenecektir. Söz konusu eylemin bir terör eylemi niteliğinde olması durumunda 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununda belirlenen unsurlar dikkate alınarak belirlenecektir. Terör suçu niteliği taşımayan laikliğe aykırı eylemler, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 216 ncı maddesinde belirtilen “Halkın .. din, mezhep… bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi ve bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması” yahut “Halkın bir kesiminin, … din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılanması” ya da “Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerlerin alenen aşağılanması ve bu fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması” halinde 216 ncı maddeye göre değerlendirilecektir. TCK’nın 216 ncı maddesi kapsamında da olmayan eylem ve söylemler TCK açısından yaptırıma bağlanmamış ise de; 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 117 nci maddesi bu nitelikteki eylemlerin parti üyelerince işlenmesini özel bir yaptırıma bağlamıştır.
Parti üyesi olmayan kişilerin iddianamede yer verilen eylem ve söylemleri laikliğe aykırı olsa bile bunlardan dolayı partinin sorumlu tutulması, cezaların şahsiliği ilkesine açıkça aykırılık teşkil edeceğinden, bu nitelikteki eylem ve söylemlerden parti sorumlu olmayacaktır.
İddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemleri ise; siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan eylemlerdir. Anayasa Mahkemesinin bir kararında siyasi partilerin propaganda hakkıyla ilgili olarak şu görüşlere yer verilmiştir:
“Genellikle benimsenen bir tanıma göre propaganda, belli bir amacı gerçekleştirmek ve yandaş kazanmak için, düşüncelerin birden çok kişilerin bilgilerine ulaştırılmasını öngören bir etkileme eylemi ve yöntemidir. Bu tanımlamadan açıkça anlaşılacağı gibi, her tür düşünce açıklamasını propaganda saymaya olanak yoktur. Kuşkusuz, propaganda da, bir açıklama vardır; fakat bu, sözgelimi başka kişilerde bir bilgi yaratmaya veya bir duyguyu harekete geçirmeye yönelen bilimsel ve öğretici nitelikte salt ve soyut bir düşünce açıklaması değildir…
Siyasi partiler, seçim yoluyla iktidara gelerek programlarını gerçekleştirme, ilkelerini uygulama, görüşlerini benimsetme olanağını kazanmak isteyen kuruluşlardır. Toplumda yandaşlarını artırarak, kendi amacı doğrultusunda gelişmeler sağlamayı gözetirler... Demokratik ülkelerde siyasal iktidarı kazanma yolu, hiç kuşkusuz, yalnızca seçimlerdir. Siyasal partilerin, toplum ve devlet düzeniyle kamu çalışmalarını, programlarında öngördükleri ilkeler uyarınca yönetmek ve denetlemek için yasalar çerçevesinde çaba gösterip seçmenleri etkilemeleri, amaçlarına ulaşmak üzere yasalara uygun propaganda yapmaları gereklidir.… Demokrasinin kaynağını oluşturan seçimler yoluyla iktidarı ele geçirmede propagandanın önemi yadsınamaz. Seçimlerin etkileme aracı olan propaganda seçim kurumunun en doğal öğesidir. Seçmenleri seçenekler üzerinde düşünmeye, isabetle ayırım yapıp oy vermeye, bunun içinde kendi görüş ve programını beğendirip benimsetmeye çağıran propagandaya belli bir ölçü içinde izin vermek zorunludur… Seçim çalışmalarının, özellikle propagandanın Anayasa’nın 67. maddesinin güvencesi altında bulunduğu kuşkusuzdur. Propaganda, seçimin-vazgeçilmez bir öğesidir.” (E. 1979/31, K. 1980/59, K.T. 27.11.1980).
Bu çerçevede bir siyasi partinin, yasalarla getirilen düzenlemeleri tenkit etmesi, bunların hukuka aykırı düştüklerini savunarak değiştirilmesini veya ortadan tamamen kaldırılmasını istemesi Anayasanın 25 ve 26 ncı maddelerinde öngörülen düşünce ve kanaat hürriyetinin doğal bir sonucudur. 26 ncı maddenin birinci fıkrasına göre; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yazma hakkına sahiptir”. Bu nedenle, partimiz üyeleri tarafından bu çerçevede bir yasal düzenlemenin eleştirilmesi şüphesiz Anayasal koruma altındadır. Bu düşüncelerin hiç birinde laikliğe aykırı bir durum söz konusu değildir.
2820 sayılı Kanunun 117 nci maddesi gereğince kapsamı Anayasanın 24 üncü maddesinde belirtilen laikliğe aykırı eylemlerin suç niteliğinde olduğu dikkate alındığında, iddianamede isnat edilen eylem ve söylemler söz konusu suçun yasal unsurlarını taşımadığı gibi, “eleştiri” ve “propaganda” hakkının kullanılması niteliğinde olan ve Anayasanın 24, 25 ve 26 ncı, AİHS’in 9, 10 ve 11 nci maddelerinin koruması altında olan düşünce açıklamaları niteliğinde olup, “hukuka ve dolayısıyla laikliğe aykırı” bir nitelik taşımamaktadırlar.
2. Odak haline gelmenin şartları gerçekleşmemiştir
Bir siyasi partinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemleri nedeniyle kapatılabilmesi, o partinin bu nitelikteki eylemlerin işlendiği bir “odak” haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi tarafından belirlenmesine bağlıdır.
Anayasada, “odak olma” durumunun oluşması bakımından parti üyelerinin eylemleri ile parti organ ve kurullarının eylemleri farklı kurallara bağlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi bir kararında bu konuda şu görüşe yer vermiştir:
“Siyasî Partiler Yasası’nın 103. ve buna dayanak oluşturan Anayasa’nın 69. maddesi uyarınca bir siyasî partinin, yasak fiillerin işlendiği odak haline geldiğinin saptanması, yalnız tüzelkişiliğin faaliyetlerinin değil, üyeler tarafından yürütülen faaliyetlerin de incelenmesi ile olanaklıdır. Çünkü, “odak olma” durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık ve süreklilik gibi öğelerin varlığı konusunda, milletvekillerinin Meclis içindeki ve dışındaki söz ve eylemlerinin tümü değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.” (E. 1997/1 (Siyasî Parti Kapatma), K. 1998/1, K.T. 16.1.1998).
2.1 Üyelerin eylemleri nedeniyle odak olma hali
Bir siyasi partinin, büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulu dışında kalan üyelerinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerinden dolayı kapatılabilmesi için şu unsurların varlığı gerekir:
2.1.1 Yoğunluk şartı
Üyelerinin eylemleri nedeniyle odaklaşmanın ilk şartı; Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasaklara aykırı nitelikteki eylemlerin o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmiş olmasıdır.
Buna göre, ülke çapında çok sayıda üyenin birlikte ya da ayrı ayrı, eşzamanlı veya farklı zamanlarda gerçekleştirdiği, sayısal açıdan çokluk derecesinde olan belirli nitelikteki eylemlerin kararlılık içinde tekrarlanması, yani süreklilik göstermesi durumunda “yoğunluk” söz konusu olabilecektir. Örneğin, parti üyeleri hakkında bu eylemlerden dolayı yurdun çeşitli yerlerinde kamu davaları açılmış bulunması veya SPK’nın değişik 102 nci maddesinin 2 ve 3 üncü fıkraları gereğince o siyasi partinin bu tür eylemlerden dolayı en azından birkaç defa (devlet yardımından yoksun bırakılma) yaptırıma maruz kalması, yoğunluğun saptanmasında bir ölçü olarak kabul edilmelidir.
Dolayısıyla, yoğunluk derecesinde olmayan eylemler kapatma sebebi olmayacak, bunun yerine o siyasi parti veya üyeleri hakkında Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda öngörülen diğer yaptırımlar uygulanacaktır.
Siyasi partilerin ülke düzeyinde faaliyet gösteren kuruluşlar olduğu ve milyonlarca üyesinin bulunabildiği göz önüne alındığında, bir il veya ilçedeki parti teşkilatına kayıtlı üyelerin hukuka aykırı eylemlerinin o partinin bütünü bakımından yoğunluk oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi kuşkusuz o partinin üye sayısının çokluğuyla da doğrudan ilgilidir.
İddianamede belirtilen söz ve faaliyetler hukuka aykırı nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel yapısı ve üye sayısı dikkate alındığında bunların bir “yoğunluk” oluşturması da söz konusu değildir.
2.1.2 Parti organlarının bu eylemleri benimsemesi şartı
Odaklaşma için, parti üyelerinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasındaki yasaklara aykırı olarak “yoğun” şekilde işlediği eylemlerin, partinin Anayasanın 69 uncu maddesinde sayılan büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca açıkça ya da örtülü biçimde benimsenmiş olması gerekir.
Açıkça benimseme, Anayasada sayılan parti organ ve kurullarının sözlü veya yazılı beyanlarıyla veya kararlarıyla parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini benimsediklerini ortaya koymasıyla olur.
Örtülü (zımni) benimseme ise, yetkili parti organ ve kurullarının, parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerini bildikleri halde susma veya engelleyici bir harekette bulunmama suretiyle, yani hiçbir işlem yapmayarak bu eylemleri örtülü biçimde onaylamalarıyla olur. Parti yetkili organ ve kurulların bilgisi dahilinde olmayan üye eylemlerinin benimsendiğinden söz edilemez. Öte yandan, örtülü benimsemenin tespitinde, parti üyelerinin Anayasaya aykırı eylemlerinden parti yetkili organlarının müdahale edebilecek sürede haberdar olduklarının ve yine de müdahalede bulunmadıklarının kesin olarak ispat edilmesi gerekir. Belirsizlik hallerinde, “özgürlük lehine yorum” ilkesi uyarınca örtülü benimseme bulunmadığı yönünde karar verilmelidir.
Parti üyelerinin söz konusu parti organları tarafından açıkça ya da örtülü biçimde benimsenmeyen eylemleri yoğunluk derecesinde olsa bile kapatma sebebi olamayacaktır. Kaldı ki partimiz üyelerinin bu biçimde hiçbir eylemi söz konusu değildir.
Bu kurullar veya organlar tarafından açıkça benimsenmeyen eylemlerin, bu kurul veya organların üyelerinden biri veya birkaçı tarafından benimsenmiş olması halinde de üyelerin eylemleri partiye mal edilemez. Zira bu üyelerin, organ ve kurulları temsil yetkisi söz konusu değildir. Bu nedenle, bu tür davranışlar da kapatma sebebi kabul edilemez.
Siyasi partinin yukarıda belirtilen yetkili organlarının, üyelerinin belli ağırlıktaki ve yoğunluktaki eylemlerinden dolayı parti içi disiplin mekanizmasını işleterek üyeler hakkında yaptırım uygulamaları ya da bu tür eylemleri benimsemediklerini yazılı veya sözlü biçimde ya da davranışlarıyla ortaya koymaları halinde üyelerin eylemlerinden dolayı parti tüzel kişiliği sorumlu tutulamayacaktır. Parti yetkili organlarının genel açıklamaları demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi Anayasal ilkelerin önemine ve bunlara uyulmasına yönelik ise, bu durum, parti üyelerinin Anayasaya aykırı münferit faaliyetlerinin desteklenmediğine karine sayılmalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi yetkili organları tarafından laikliğe aykırı herhangi bir eylemin benimsenmesi asla söz konusu olmamıştır. Nitekim partimiz hakkında açılan davada parti üyelerine ait olduğu belirtilen “eylemler”in parti yetkili organlarınca benimsendiğine dair deliller sunulamamıştır. Aksine, parti yetkililerinin genelgeler yayınlamak suretiyle açıkça yasakladıkları belediye faaliyetleri, disiplin soruşturması açtıkları beyanlar ya da desteklemediklerini belirttikleri açıklamalar bile partimiz aleyhine “delil” olarak sunulmuştur. Bu tür eylemlerin partimize isnat edilmesi mümkün değildir.
2.2 Parti organlarının eylemleri nedeniyle odak olma hali
Bir siyasi partinin, Anayasa’nın 69 uncu maddesinin 6 ncı fıkrasında sayılan organlarının, Anayasa’nın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasındaki yasaklara aykırı eylemleri kararlılık içinde işlemeleri halinde de, o parti söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
2.2.1 Parti organlarınca eylemlerin işlenmesi şartı
Anayasanın 69 uncu maddesinin altıncı fıkrasına göre; odak haline gelme durumunun belirlenmesinde eylemleri esas alınacak parti organ ve kurulları şunlardır:
Büyük kongre,
Genel başkan,
Merkez karar veya yönetim organları,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu,
Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup yönetim kurulu.
Dolayısıyla bu sayılan organlar ve kurullar dışındaki parti organ, kurul ve mercilerinin (Örneğin, Merkez Disiplin Kurulu, İl veya İlçe Kongreleri veya Başkanları gibi) eylemleri kararlılık içinde işlense dahi, bu tür eylemler hakkında üye eylemlerinde olduğu gibi öncelikle SPK’nın 102 nci maddesinin 2 ve 3 üncü fıkraları uygulanacak, ancak bu tür eylemler yoğunluk oluşturduğu takdirde SPK’nın 101/b ve 103 üncü maddelerine göre işlem yapılabilecektir.
Bu davada partimiz yetkili organlarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar yoktur. Anayasada sayılan yetkili organlardan sadece Genel Başkan “tek kişi”dir, diğer organlar “kurul” niteliğindedir. Kurul niteliğindeki organların eylemlerinden söz edebilmek için bu kurullarca alınmış kararların bulunması zorunludur. Halbuki, iddianamede sunulan deliller arasında tek bir kurul kararı dahi bulunmamaktadır.
Siyasi Partiler Kanununun 102 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre de, “parti genel başkanı dı­şında kalan parti organı, mercii veya kurulu tarafından Anaya­sanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hüküm­lere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başla­yarak iki yıl geçmemiş ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, mercii veya kurulun işten el çektirilmesini yazı ile o partiden ister.” Oysa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamede yer verdiği ve “eylem” olarak nitelendirdiği hususların hiçbirisi için partimizden SPK m.102/2 ile getirilen “işten el çektirme” başvurusu yapmamıştır. Bu durum da partimizin hiçbir yetkili organ, mercii veya kurulunun Anayasaya aykırı eylemlerinin bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla yetkili organların eylemleri olarak geriye sadece AK Parti Genel Başkanının “eylemleri”, daha doğrusu “ifadeleri” kalmaktadır ki, bunların da “laikliğe aykırılık” oluşturmadığı çok açıktır.
2.2.2 Kararlılık şartı
Eylemlerin “kararlılık” içinde işlenmiş sayılabilmesi için, aynı nitelikteki eylemlerin iradi biçimde tekrarlanması yani eylemlerde iradilik, süreklilik ve benzerlik olması gerekir. Başka bir ifadeyle, kasıtlı eylemlerin süre ve sayı yönünden tekrarlanması gerekir.
Bu davada “yoğunluk” ve “kararlılık” şartları gerçekleşmemiştir: Odak olma için Anayasanın aradığı “yoğunluk” ve “kararlılık” şartlarının gerçekleşebilmesi için de değişik zamanlarda ve değişik yerlerde Anayasaya aykırı fiillerin sıklıkla ve ısrarla icra edilmiş olması gerekir. Oysa bu davada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yaptığı şey, her biri tek başına laikliğe aykırılık oluşturmayan ifadelerin abartılarak tekrarlanması suretiyle “yoğunluk” ve “kararlılık” şartlarının gerçekleşmiş olduğu izlenimini vermekten ibarettir.
Parti organlarının laikliğe aykırı herhangi bir söylem veya eylemi olmamıştır. Yapılan açıklamalar eleştirel nitelikte olup, ifade özgürlüğü kapsamındadır. Bu söylem ve eylemlerin hiçbirisinde herhangi bir hukuka aykırılık da söz konusu değildir.
IV. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ İÇTİHADI KARŞISINDA AK PARTİ KAPATILAMAZ
1. Türk hukuku bakımından partilerin hukuki denetiminde AİHM içtihadının uygulanması zorunludur
Anayasanın 90 ıncı maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik siyasi partilerin kapatılması bakımından önemli sonuçlar doğuracak niteliktedir. Anayasa Mahkemesi, siyasi partilerin kapatılması davalarını görürken Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda yer alan hükümlerin yanı sıra, Anayasa’nın 90 ıncı maddesi uyarınca, uluslararası insan hakları sözleşmelerini de dikkate almak durumun­dadır. Zira Anayasa Mahkemesi parti denetimi yaparken “bir davaya bakan mahkeme” konumundadır. Nitekim, iddianameye göre de, “SPY’nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS’a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir” (s.9).
Türk hukuku bakımından uluslararası sözleşmeler 2004 tarihli Anayasa değişikliğine kadar iç hukukta kanunlarla eşdeğerde iken, 2004 yılında Anayasanın 90 ıncı maddesine eklenen bir hükümle insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların çatışması halinde sözleşme hükmünün uygulanması esası benimsenmiştir. Bu yeni hükme göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Özellikle parti özgür­lüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri ile bu hükümlerin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının göz önünde tutulması ve bunlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma görülmesi halinde, Sözleşme hükümleri ile Mahkeme içtihatlarının öncelikle uygulanması zorunludur. Kaldı ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “ortak bir hukuk” oluşturmakta ve taraf devletlere bu Sözleşme hükümlerinin doğrudan uygulanmasına ilişkin nesnel yükümlülükler getirmektedir. Bu nedenle, bir iç hukuk kuralıyla AİHS’in uygulanmasına dair bir hüküm konulması dahi gerekli değildir.
Anayasa Mahkemesinin parti kapatma konusundaki kararları ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı arasında önemli farklılıklar vardır. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 2004 Anayasa değişikliğinden sonra bakacağı parti kapatma davalarında AİHM içtihadını dikkate alarak 2004’ten önce ortaya koyduğu ve parti özgürlüğünü büyük ölçüde daraltan içtihadını değiştirmesi gerekmektedir.
2. AİHM içtihadına göre partimizin kapatılması mümkün değildir
Siyasi parti özgürlüğünün sınırları konusundaki AİHM içtihadı Türkiye’de kapatılan partilerin yaptığı başvurular üzerine oluşturulmuştur. AİHM bu kararlarında siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin ilke ve ölçütleri açık bir biçimde ortaya koymuştur. Bu ilke ve ölçütleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Siyasi parti kararlarında AİHS’in 11 inci maddesi, ifade özgürlüğünü koruyan 10 uncu maddeyle birlikte değerlendirilmelidir.
Siyasi partilerin program ve projelerinin devletin anayasal yapısı ve ilkeleriyle uyuşmaması, bunların demokrasiyle de bağdaşmadığı anlamına gelmez. Buna göre, demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe, siyasi partiler mevcut anayasal düzeni sorgulayabilirler, farklı siyasi görüşleri savunabilirler.
Siyasi parti özgürlüğüyle ilgili Sözleşmenin 11 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki sınırlama sebepleri oldukça dar ve katı yorumlanmalıdır.
Siyasi partiler, inandırıcı ve zorunlu sebeplerle ve ancak istisnai olarak kapatılabilir.
Bir siyasi partinin gerçekleştirdiği faaliyetlerde kullandığı tüm yöntemler hukuki ve demokratik nitelikte olmalıdır.
Siyasi partinin önerdiği değişikliklerin kendisi de bizzat temel demokratik ilkelere uygun olması gerekmektedir.
Siyasi partinin tüzük veya programındaki ifadelerden hareketle kapatılması söz konusu olamaz, partinin somut öneri ve faaliyetleri olmalıdır.
Siyasi partilere yönelik sınırlamalar, demokratik bir toplumda zorunlu ve meşru amaçla orantılı olmalıdır. Kapatma yaptırımının “zorlayıcı toplumsal ihtiyaca” cevap vermeye yönelik olması gerekir.
İddianamede siyasi partilerin yasaklanması konusunda AİHM kararları ile ortaya konulan ölçütlere yer verilmekle birlikte, bu ölçütlere göre neden AK Partinin kapatılması gerektiği hiçbir şekilde ortaya konulamamıştır. Aksine, iddianamede yer verilen AİHM ölçütlerinin dikkate alınması halinde bu kapatma davasının hiç açılmaması gerekirdi.
Siyasi parti kapatma kararlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin koruduğu, adil yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkı dışında, en az üç temel hak ve özgürlüğün sınırlanması söz konusu olabilmektedir. Bunlar, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve serbest seçim hakkıdır. Siyasi partilerin kurulmaları ve örgütlü bir şekilde faaliyette bulunmaları Sözleşmenin 11 inci maddesinde güvence altına alınan örgütlenme özgürlüğünün bir gereğidir. Dolayısıyla, bir siyasi partinin kapatılması yaptırımı doğrudan bu özgürlüğün ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. Diğer yandan, örgütlenme özgürlüğü düşünceyi açıklamanın özel ve etkili bir yolu olduğu için, siyasi parti davalarında ifade özgürlüğünün sınırlandırılması da gündeme gelmektedir. Nitekim AİHM, örgütlenme özgürlüğünü koruyan 11 inci maddenin aynı zamanda ifade özgürlüğünü güvence altına alan 10 uncu madde ışığında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bir siyasi partinin kapatılması sonuçları itibariyle, kapatmaya neden olarak gösterilen parti mensuplarının milletvekilliklerini kaybetmelerine ve/veya beş yıl süreyle bir siyasi parti mensubu olarak siyaset yapamamalarına neden olabilmektedir. Bu da Sözleşme’nin 1 Nolu Ek Protokolünün 3 üncü maddesinde korunan serbest seçim hakkının ihlaline neden olabilmektedir.
Bu çerçevede partimiz hakkında düzenlenen iddianame paralelinde kapatma kararı verilmesi durumunda bunun Sözleşmenin bu üç maddesinin de ihlali olacağı açıktır.
2.1 AK Partinin kapatılmasına yönelik dava, ifade özgürlüğünün ihlalidir
AK Parti hakkında açılan bu dava, daha önce de belirtildiği gibi, bir ifade özgürlüğü davasıdır. Zira burada yargılamaya konu eylemlerden ziyade parti mensuplarının barışçıl görüş açıklamaları söz konusudur. Dolayısıyla, davada öncelikle ifade özgürlüğünün Sözleşmede belirlenen sınırların dışına çıkılıp çıkılmadığına bakılması gerekmektedir.
Fikirlerin korunması ve serbestçe açıklanması, toplantı ve örgütlenme özgürlüğünün amaçlarından birisidir. Demokrasinin gereği gibi işletilmesinde ve çoğulculuğun sağlanmasında oynadıkları rol dikkate alındığında, bu durum siyasi partiler için evleviyetle geçerlidir (TBKP/Türkiye, par.44; Hıristiyan Demokratik Halk Partisi/Moldova, par. 62).
Demokratik rejimleri diğerlerinden ayıran temel özelliklerden biri, toplumsal ve siyasal meselelerin serbestçe tartışılabileceği bir zemin sunmasıdır. Toplumda var olan farklı görüşleri temsil eden siyasi partiler, seçimlerde ve seçimlerden sonra da her zeminde siyasi tartışmaya katılan aktörler konumundadırlar. AİHM’nin belirttiği gibi, siyasi partiler, sadece siyasal kurumlar içinde değil aynı zamanda toplumsal hayatın tüm düzeylerinde, demokratik toplum kavramının özü olan siyasi tartışmaya ikame edilemez bir katkı yaparlar. (Lingens/Avusturya, par. 42).
Tam da bu nedenle, toplumun farklı kesimlerini temsil eden siyasi parti mensupları için ifade özgürlüğü çok daha önemli hale gelmektedir. (Castells/İspanya, par. 42). Siyasi temsilciler, hiçbir baskı altında kalmadan, görüşlerini serbestçe dile getiremedikleri takdirde çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiden bahsedilemez.
Diğer yandan, AİHM açısından ifade özgürlüğü, sadece lehte ve hoşa giden söz ve düşünceler için değil, toplumun bir kesimini veya devleti şoke eden sözler için de geçerlidir. Bu anlamda, bir siyasi partinin görüşlerinin toplumun bir kesimi hatta tamamına yakını tarafından “aykırı” kabul edilmesi, bunların ifade özgürlüğü kapsamında olmadığı anlamına gelmemektedir. Bir siyasi partinin önerileri, devletin anayasal ilkelerine aykırı olabilir veya toplumda hakim olan görüşten farklı olabilir. Ancak, demokrasiyle bağdaştığı takdirde ve ölçüde bu önerilerden dolayı siyasi partilere yaptırım uygulanamaz. (Sosyalist Parti/Türkiye, par. 47; ÖZDEP/Türkiye, par. 41).
AİHM’in siyasi parti mensuplarının ifadeleri ile ilgili olarak çizdiği tek sınır “şiddete teşvik”tir. Bir siyasi partinin sınırlandırılması ancak yöneticilerinin “siyasi araç olarak şiddet kullanımını” savunmaları durumunda söz konusu olabilir. Bu durumda, AİHM siyasi partinin programı, organları ve/veya mensuplarıyla “etnik nefret, isyan veya şiddete teşvik” edip etmediklerine bakmaktadır. (Partidul Comunistilor (Nepeceristi) ve Ungureanu/Romanya, par. 54).
Partimiz mensuplarının kapatma davasına konu olan sözlerinin hiçbirisi, kin, nefret veya şiddet söylemi içermemektedir. Tersine, bu sözlerin nerdeyse tamamında demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, hoşgörü, birlik ve beraberlik gibi barışçıl bir şekilde bir arada yaşamayı teşvik eden kavramlar egemendir. Zorlama ve ilgisiz yorumlarla bazı sözlerin “şiddet” çağrısı niteliğinde olduğunu söylemek ise kabul edilemez. Sözgelimi Başbakanın kendisine 27 Mayıs sonrası idamlarının hatırlatılması üzerine söylediği “Biz şuna inanıyoruz; biz yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla yola çıktık. Biz bu konuda bedel ödemeye hazırız” (İddianame, s.135) şeklindeki sözlerin şiddet çağrısı olarak ileri sürülmesi iyi niyetle bağdaşmamaktadır. Bu sözler, demokrasi ve millet iradesinin hakimiyeti uğruna her türlü fedakarlığı göze alan bir siyasi cesaretin ve kararlılığın yansımalarıdır.
Sonuç olarak, açıkça ifade özgürlüğü kapsamında olan beyanlardan dolayı bir siyasi partinin kapatılmasını istemek AİHS’in 10 uncu maddesine aykırıdır.

Hiç yorum yok: