10.30.2008

AKPARTİ KAPATMA DAVASI GEREKÇELİ KARAR- BÖLÜM 8



11 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın 2008 yılı Ocak ayında “Medeniyetler İttifakı Forumu” için gittiği İspan-ya’da Europa Press’in konuğu olarak katıldığı kahvaltılı toplantıda, “Türban sorununu yeni anayasa ile çözecek misi-niz?” sorusunu; “semboller dediniz, Benim partim içinde nasıl başörtülü varsa diğer partiler içinde de var. Hepsinin siyasi tercihidir bu. Bu onların siyasi tercihine, dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana zorla şu söyleniyor; ‘sen bunu siyasi simge olarak takıyorsun ‘ deniyor. Hayır ben bunu siyasi simge olarak takmıyorum, diyor. Velev ki (türbanı) bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz? Simgelere, sembollere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?” şeklinde cevapladığı,
B- Savunma
Davalı parti savunmasında, söz konusu konuşmanın Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ER-DOĞAN’ın Türkiye’de yaşanan başörtüsü sorununun, bir insan hakkı ve özgürlük sorunu olduğuna vurgu yapan, kimi çevrelerin “siyasi simge” nitelemelerinin, sorunun karakterini değiştirmediğini belirten, kaldı ki simge ve sembollerin bile yasaklanamayacağını dile getiren bir değerlendirme ve tespit olduğunu, konuşma metninde “başörtüsü” kelimesi kullanıldığı halde iddia makamının “türban” kelimesini ekleyerek, konuşma metnini istediği gibi değiştirerek anlam-landırdığını, başörtüsünün siyasi bir simge olmayıp inanç gereği takıldığını, tüm siyasi partilerde başörtülülerin bulun-duğu gerçeği karşısında siyasi simge iddiasının çürüdüğü, Başbakanın başörtüsünün siyasi simge olduğunu kesinlikle söylemediğini belirtmiştir.
Savunmada ayrıca şu ayrıntılar üzerinde durulmuştur: İddianamedeki konuşma incelendiğinde görülecektir ki Başbakan; “… Dinin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana” ve neden örttüğünü de açıklayan bayanlara, “Sen bunu siyasi simge olarak takıyorsun” diye diretilmesini, inancı gereği başını örten bayanların da bu ısrarlı itham ve itiraza karşı; “Hayır ben bunu siyasi simge olarak takmıyorum” demeye devam etmesine rağmen, siyasilerin ve bu itham sahiplerinin bu açık beyanlara itibar etmeleri gerekirken, bunu yapmayıp kendi bildiklerini okumaya devam etmelerini eleştirmektedir. Çünkü, başörtüsü siyasi bir simge değildir.
Kamuoyunda konunun Başbakanın iradesi dışında tartışılması ve basında farklı yansıması üzerine Başbakan; ‘‘Bir defa şimdi, bunun siyasi simge olması için sadece AK Parti’nin çatısı altında, başörtüsü veya başörtülülerin olması lazım. CHP çatısı altında veya CHP’ye oy verenlerin arasında başörtülü, türbanlı olan yok mu, MHP’de yok mu? DP’sinde, ANAP’ında yok mu, DTP’sinde yok mu? Hepsinde var. Dolayısıyla kimse kalkıp da burada birbirine çamur atmaya kalkmasın. Her vatandaş siyasi iradesini sandıkta ortaya koyuyor, başörtülüsü de başörtüsüzü de koyu-yor. Ama başörtülülerin içinde çok değişik partilere dağılmış bir irade var. Kalkıp da başörtülülerin içerisinden AK Parti’ye oy verenleri cezalandırma yetkisini kim kendinde buluyor? Veyahut da başı açık olan vatandaşlarımın değişik partilere oy kullanması kimleri, niçin rahatsız eder? Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle şey olamaz. Herkesin buna saygı duyması gerekir, bizim vatandaşlarımızın tümünü ayırt etmeksizin saygı duyduğumuz gibi.’’ açıklamasın-da bulunmuştur. Ancak iddia makamı, bu açıklamaya da itibar etmemiştir.
Konuşmanın bütünlüğünde, başörtüsü yasağı taraftarları ile bizzat bu pratiği gerçekleştirenler (başörtülüler) arasındaki diyalog verilmektedir. Bu diyalogda, başörtülüler bunu dini gerekçelere dayandırırken, karşı taraftakiler, bir anlamda onların kafasının içini biliyormuş gibi, siyasi simge olarak taktıklarını iddia ederek yasağı savunmaktadırlar.
Başbakanın soru biçimindeki değerlendirmesi ise bu noktada, başörtüsünü siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceği, simgelere ve sembollere yasak getirilemeyeceği; özgürlükler noktasında dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yasağın olmadığıdır.”
12 Numaralı Eylem
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın 17.02.2008 günü ATV isimli televizyon kanalında gazetecilere verdiği mülakatta “Kızlarımızın önündeki en önemli engel birinci derecede ‘Ben ülkemde üniversiteye gidemiyorum, neden?’ ‘başörtüm olduğu için gidemiyorum’ işte bunu aşabilmenin gayreti içinde, bundan sonraki beklentilere yönelik olarak Türkiye’de yasalar zaten belli. (…) Kurumsal mutabakatı yüzde yüz bekleyenler bir defa yanlışın içindeler. Hiçbir zaman mutabakat yüzde yüz olur diyemezsiniz. (…) Her şeyden önce sessiz duran yığınların bir temsilcisiyim. Bakın alanlara, belli insanlar gelip toplanıyor. Onlar da benim vatandaşım ve oralarda bazı senaryolar düzenleniyor. Sabırla izliyorum. Bulunduğum makam nedeniyle. Ama şu anda böyle bir şeyin karşısında eğer gerilim taraftarı olsam o meydanlara 10 katını biz toplarız. (…) 5 yıl başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. (…) Din İşleri Yüksek Kurulu 1980’de Kuran-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu adetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.” şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürül-müştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın başörtüsü sorununa ilişkin olduğu, önceki kanıtlarda dile getirildiği gibi, bu soruna yönelik çözüm arayışının Anayasaya aykırı olmadığı, niyet okumayla bu konuşmanın başka anlamlara çekilmesinin hukuka aykırı olduğu, konuşmanın Başbakanın kendisine ve parti politikalarına yönelik eleştirilere cevap niteliğinde olduğu ve muhataplarının bilindiği, konuşmanın yer, zaman ve muhatap bağlamından koparıp laikliğin muhatap alındığı izleniminin yaratılmasını hukuken kabul edilemeyeceği, bir hak olan eleştirilere cevap vermenin de laikliğe aykırı eylem olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı, hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, bir kişiyi, görüş ve düşüncelerini açıkladı, ülke sorunlarına dair değerlendirme ve tespitlerde bulundu diye laiklik karşıtı gösteremez ve bunu yapanların siyasi yasaklı hale gelmesini talep ve dava edemeyeceği, din konusunda toplumu aydınlatmak üzere kurulmuş bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşünün bir tartışmada dile geti-rilmiş olmasının laikliğin ihlali olarak değerlendirilemeyeceği, aksi taktirde kurumun işlevini yerine getirmesinin imkansız olacağı görüşleri dile getirilmiştir.
2- Bülent ARINÇ Hakkında
1 Numaralı Eylem
TBMM’nin açılışının 86. yıldönümü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle özel gündemle toplanan Genel Kurul’da konuşan TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın; “Özgürlüklerin genişletilmesinde, yasakların kaldırılmasında ve demokratikleşmede temel iki zorunluluk vardır: Birincisi, Anayasa’ya uygun olarak Meclisin karar alması. İkincisi ise, milletin mutabakatıdır. Yeni bir düzenleme yapılmasında, Anayasa değişikliğinde kurumların görüşünü almak başka bir şeydir, kurumların mutabakat şartını aramak başka bir konudur. Dünya üzerinde daha çok demokrasi için, sadece “kurumların mutabakatını” arayan demokratik başka bir ülke yoktur. Türkiye’de doğal bir durummuş gibi gösterilen bu tutumun, demokrasi anlayışımızı, özgürlüklere yaklaşımımızı ve hukuka olan inancımızın nasıl olduğunu açıkça gösterdiği inancındayım. Anlaşılmaz bir şekilde özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların kaldı-rılması için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir olmuştur. Ancak bir mutabakat aranacaksa sadece Yüce Mec-lis çatısı altında halkı temsil eden Milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer burada bir mutabakat sağlanamazsa gidilecek bir tek merci vardır, o da yüce milletimizin iradesidir. Ülkenin rejimine karşı bu kadar güven-siz olunamaz. Türkiye’nin rejimi her konu tartışıldığında sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf değildir. Hiç kimse Cum-huriyetten, demokrasiden, temel özgülüklerden vazgeçme niyetinde değildir. Dolayısıyla ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi olma tartışması vardır. Ülke yönetiminde inisiyatif alanlarını genişletme ya da sahip oldukları gücü kaybetmeme tartışmaları vardır. Laikliğin, Yüce Önder Atatürk’ün, Cumhuriyetin, bayrağın, rejimin sahibi milletin kendisidir. Milletin temsilcileri olan bizler tüm bu değerlere bağlı kalacağımıza, sahip çıkacağımıza milletvekili oldu-ğumuzda yemin ettik. Bugüne kadar bu yeminimize muhalif bir tek davranış dahi bu Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır. Tartışmaların odağında yer alan ve nerdeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip dayandığı bir başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki, Anayasa’mızın değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine, Türkiye’de karşı çıkan kimse yoktur. Bütün tartışmalar laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu yorum farkı nedeniyle kamusal alanda her dönemde farklı uygulamalar yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşla-rın ortak meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla her bireyin ayrım yapılmadan haklarının korundu-ğu, haklardan yararlandığı ve kendilerini özgür hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve tüm yurttaşla-rına eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu yararı devletin değil, halkın yararına doğru genişletil-melidir. Devlet kamusal alanın sahibi değil, koruyucusudur. Bu koruyuculuk; oradaki eşitliğin, adil paylaşımın ve hizmetlerin her birey tarafından kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal alandaki özgürlüklerin ve hakların bir gruba, bir kesime kayması anında devlet koruyuculuğu devreye girer ve haksızlığı önler. Devlet kamusal alanda herkes için geçerli olan hakları bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz. Buradan hareketle laiklik ilkesinin yorum farklılığı-nı gündeme getirmek gerekir. Anayasamızın değiştirilemez maddesi olan laiklik maddesi, ilelebet var olacaktır. Ancak günün şartlarına, toplum yapımıza uygun olarak yorum farklılıklarını ortadan kaldırmak gerekir. Bu, laikliğin özünü değiştirmeyecek, bilakis toplumun bir arada daha uyum içinde yaşamasına katkı sağlayacaktır. Dünyada birçok örne-ği olan laiklik uygulamasının, Türkiye’dekine benzer tek örneği sadece Fransa vardır. Orada bile laiklikten yola çıkarak hak ve özgürlükler bizdeki kadar kısıtlanmamıştır. Laikliği bir toplumsal barış ve uzlaşı mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin inançlar karşısında tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade etmesine imkân vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin temel işlevidir. Devlet, bu işlevi uygu-layan ve tüm inançlara eşit mesafede davranan aygıttır. Sorun işte burada başlamaktadır. Devlet, dini inançların yaşamasını teminat altına alması gerekirken, tam tersine kamusal alanda bazı inançların yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunu da laiklik adına yapmaktadır ki, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir. Bu çelişki yıllardır Türkiye’nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez sorunları beraberinde getirmektedir. Aydın-ların, siyasetçilerin ve akademisyenlerin hep birlikte çözmesi gereken yorum farkından kaynaklanan işte bu çelişki-dir.” şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yapılması nede-niyle mutlak sorumsuzluk kapsamında olup, Anayasanın 83’üncü maddesinin teminatı altında olduğu, içerik itibariyle durum tespiti ve değerlendirmesi olduğu, laikliğe aykırılığın değil, uygunluğun kanıtı olduğu, bu değerlendirmenin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının laiklik yorumuyla çelişse de, Anayasanın laiklik ilkesiyle asla çelişmeyeceği dile getirilmiştir.
2 Numaralı Eylem
TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın 2007 yılı Nisan ayında Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği tarafından TBMM’ne verilen “Demokrasi Ödül Töreni”nde yaptığı konuşmada; “….1950 yılında 12 Nisan’ında Mareşal Fevzi Çakmak vefat ettiğinde O’na görkemli bir dini tören yapılması tartışması çıkmıştı. Tartışmaların bir kısmı sanırım yine laikliğe aykırı olacağı gerekçesiyle yapılmıştı. Ancak sonunda halkın büyük sevgi beslediği Mareşal için Beyazıt Camiinde büyük bir katılımla cenaze namazı kılındı ve sonra da defnedildi. O tartışmaların içinde 23 yaşında bir genç öğrenci lideri daha vardı: Turgut Özal. Tarihin cilvesine bakın ki, rahmetli Özal’ın cenazesi de aynı tartışmalara sahne oldu. Ancak yine aynı görkemli kalabalık Fatih Camiinden O’nu hakkın rahmetine uğurladı. O zaman sadece sevenleri değil, O’nu desteklemeyenler de o cenazeye katıldı ve tekbirlerle 8. Cumhurbaşkanımız Edirnekapı’da def-nedildi. O cenazede küçük kartona elle yazılmış pankart taşınmıştı. Halkın arasından biriydi kuşkusuz. Tekbirler eşliğinde taşınan cenazenin arkasından tutuluyordu. Şöyle yazıyordu o kartonda: “Sivil, dindar, demokrat Cumhur-başkanı” Bu Özal’ın kendisiydi. Bu milletin özlediği Cumhurbaşkanının tanımıydı. Baylar, Bayanlar son elli yılda yaşanan tartışmaların nedeni işte bu kartona yazılmış bu tanımdır. Sivil, dindar ve demokrat Cumhurbaşkanı taraf-tarları ile onun tam tersi tanımların tartışması son elli yıldır hiç bitmedi. Bugün de tartışmanın adı budur. Mecli-simizin sivil, dindar, demokrat bir Cumhurbaşkanı seçecek olmasına yine itiraz ediliyor. Menderes’in Başbakanlığı-na, Özal’ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığına yapılan itirazların altında hep bu kimlik tanımı vardır. Bu tanım kim ne derse desin, Türk milletinin kendi öz Cumhurbaşkanı tanımıdır. Rahmeti Özal dindar olduğu için hakkında söylen-medik şey bırakılmadı. “Takunyalı” gibi seviyesiz sıfatlar Özal’a ve onun çalışma arkadaşlarına o dönemde takıldı. Cuma namazına gitmesi, bayram namazına gitmesi, Hacca gitmesi hep eleştirildi. Sivil olması, dindar olması, demok-rat olması nasıl sorun çıkartabilirdi bu ülke için?...” şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın “Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği”nde yapıldığı belirtil-miş; iddianın ekleri arasında İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın yer almasının konuşmada yer alan “dindar Cum-hurbaşkanı” ile ilişkilendiriliyorsa, bunun demokratik hukuk devleti anlayışını, hukuku, Anayasayı ve bütün evrensel değerleri yok eden bir anlayış olduğu, utanılacak bir skandal olduğu, hukuk devletinin bu tür keyfiliklere izin vereme-yeceğini, ARINÇ’ın pek çok siyasetçi, yazar ve akademisyen gibi seçilecek Cumhurbaşkanında kendinde aradığı özellikler hakkında açıklamada bulunduğu, bunun Anayasaya aykırı bir yönünün bulunmadığı belirtilmiştir.
Hüseyin Çelik Hakkında
1 Numaralı Eylem
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, mesleki teknik eğitim mezunlarına ÖSS’de uygulanan katsayılarla ilgili sorunu yapacakları değişikliklerle çözeceklerini söylediği,
İmam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişini zorlaştıran katsayı engelini ortadan kaldırmaya söz veren Hükümet tarafından hazırlanan imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerine kolaylık sağlayan, üniversiteye giriş sınavını Milli Eğitim Bakanlığı ile Yükseköğretim Kurulu’nun ortaklaşa düzenleyeceğini ve kılık-kıyafet yönet-meliğinin üniversiteler tarafından hazırlanacağını öngören “Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildiği, ancak Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği ileri sürülmüştür.
Davalı parti savunmasında, iddia makamının Anayasaya uygun bir biçimde işleyen bir yasama sürecinden, Anayasaya aykırılık türetmeye çalıştığı, yasama yetkisinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ait olduğu (Anayasa, m. 7), kanun koyma, değiştirme veya kaldırmanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetki ve görevlerinden olduğu (Ana-yasa, m. 87), kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekillerinin yetkili olduğu (Anayasa, m. 88/1), Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülerek kabul edilen 13.05. 2004 tarih ve 5171 Sayılı Yükseköğretim Kanununda Deği-şiklik Yapılmasına Dair Kanunun, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından 28.05.2004 tarihinde bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri gönderilmesi, tamamen Anayasaya uygun usule dair bir işlem olduğu;
Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen bir kanunun, Anayasaya aykırılık denetimi ve aykırılığın tespiti halinde iptali, Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkileri arasında olduğu (Anayasa, m. 148-153), Anayasa ve İçtü-zük’e uygun bir yasama faaliyetinin, salt Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise geri göndermede beyan ettiği gerekçelerle veya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddia ve değerlendirmesiyle Anayasaya aykırı hale gelemeyeceği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının bu tavrıyla, Anayasanın yalnızca Anayasa Mahkemesi’ne tanıdığı denetim yetkisini devşirdiğini, bunun da “Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” (Anayasa, m. 6/3) şeklindeki Anayasa kuralına aykırı olduğu;
Ayrıca yapılan düzenlemenin, bütün mesleki ve teknik eğitimi ilgilendiren bir düzenleme olup, bunun sadece İmam Hatip Lisesi için yapıldığını söylemenin sübjektif bir yaklaşım olduğu;
Üniversiteye girişte uygulanan katsayı adaletsizliğinin kaldırılmasını savunmanın ve bu yönde çalışma yapma-nın Anayasaya aykırı olamayacağı, herhalde yasama faaliyetlerinin, mutlak sorumsuzluk kapsamında olup Anaya-sa’nın 83’üncü maddesinin teminatı altında olduğu (Anayasa, m. 83/1) görüşleri dile getirilmiştir.
2 Numaralı Eylem
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, 2005 yılı Kasım ayında TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada: Başbakan Erdoğan’ın ‘‘ulema’’ açıklamasıyla ilgili sözlerinin ‘‘tefsire gerek olmayacak kadar açık’’ olduğunu belirte-rek, ‘‘İnancım gereği yapıyorum diyen insanın yaptığının dinde olup olmadığını tartışmak, size düşmez’’ …’’Yapılan, dini inançlardan dolayı yapılıyorsa, tesettür dinin emrine göreyse buna inanır veya inanmazsınız. Niçin 5 vakit namaz …’’İsterseniz İslam dininden değil, Hıristiyan dininden örnek vereyim’’ …’’Laik devletin tanımı, ‘devletin icraatları-na dini esasları karıştırmayan’ devlettir. Bu, Hıristiyan, ateist, Budist olur, şu veya bu din olabilir. Sihler başlarına sarık sarıyor. Kanunlar yasaklayabilir ama ‘inancımız gereği takarız’ demiş ve takmışlar. Başbakan’ın söylediği de bu... Öyle kabul etmek zorundasınız. Hâkim, hukuk kararlarıyla bunu yasaklayamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletinin sahibi biziz. Hiç kimsenin uyarısına ihtiyacımız yok.’’ şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın TBMM Genel Kurulunda yapıldığından dolayı yasama sorumsuz-luğu kapsamında olduğundan bahisle önceki savunmaların tekrar edildiği, içerik itibariyle “ulema” kavramıyla Türk hukukunda ve bütün ülke hukuklarında cari olan bilirkişilik müessesinin önemine vurgu yapıldığı, çözümü teknik ve fenni bilgiyi gerektiren konularda, o konunun uzmanı bilirkişilere müracaatın gerekliliği ifade edildiği, mahkemelerin de karar verirken, hâkimlik mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğinin farklı bir lisanla ifade edildiği, bilirkişilik müessesinin, başlangıçtan beri Türk hukukunda hem Ceza Muhakemesi Kanunu (M. 63- 73), hem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (M. 275-286) ve hem de İdari Yargılama Usulü Kanununda (M. 31) düzenlenen ve uygulanan bir müessese olduğu, bu yöndeki değerlendirme ve eleştirmenin laikliğe, Anayasaya ve yasaya aykırı bir yönü olmadığı dile getirilmiştir.
Diğer Milletvekilleri Hakkında
1 Numaralı Eylem: İrfan GÜNDÜZ ve Mehmet ÇİÇEK
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, Anayasa Mahkemesi’nin 43. kuruluş yıldönümü töreninde “La-iklik ilkesinin Türkiye için önemi” konusunda yaptığı konuşmada, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına aykırı olacağına ilişkin değerlendirmeleri üzerine, Adalet ve Kalkın-ma Partisi Grup Başkanvekili İrfan GÜNDÜZ’ün, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa BUMİN’in “Önüne konu-lan metni daha önce okumadan hazırlıksız yakalandığını” iddia ederek; “Geleceğe ambargo koyan bir hukuk sistemi olmaz. Toplumda bu konuda mutabakat var. Türban konusunda Anayasa Mahkemesi fetva veren bir kurum mu-dur?” dediği,
Adalet ve Kalkınma Partisi Yozgat Milletvekili Mehmet ÇİÇEK’in, vekil imam ve hatiplere kadro olanağı sağlayan tasarının TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında, 27.4.2005 günlü 90. Bileşimin 4. oturumunda Adalet ve Kalkınma Partisi grubu adına söz alarak; “Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanımız Mustafa Bumin, geçmiş-ten ibret almamışa benziyor; geçmişte, bu metodu kullanarak, durup dururken, bu konuyu gündeme getiren, taşıyan ve emekli olanlar, belli bir süre sonra, ‘kullanıldık ve bir yerlere atıldık’ diye hala bağırmaya devam ediyorlar”…Dini, ahlaki ve kültürel değerlerimiz, toplum önünde, sorumsuz ve liyakatsiz kişiler tarafından, hala tartışılmaya devam ediyor. “Ülkemizde, hiçbir kimsenin, Anayasanın ona verdiği yetki ve görevin dışında misyon yüklenerek ortaya çık-ması düşünülemez. Ne gariptir ki, Türkiye’de gündem oluşturmak istendiğinde ilk ele alınmak istenen konu, din ve dinî değerlerimizdir; günah keçisi yapılmak istenen kurum ve kuruluş ise, Diyanet Teşkilatı ve onun müntesipleridir. Ba-şörtüsü, imam-hatip lisesi, cami, Kur’an kursu gibi konular, zamanlı zamansız, yeterli yetersiz kişiler ve kuruluşlarca, hiç gereği yokken dile getirilmekte ve tartışmaya açılmaktadır. Bu tartışma, hem Yüce dinimize hem Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatımıza zarar veriyor demiştik. Bu bağlamda, Anayasamız, diğer kurumların yetkilerini belirlediği gibi, Anayasa Mahkemesinin de görevlerini, yetkilerini belirlemiş ve sınırlamıştır. Hiç kimse ve hiçbir kurum, ülke-miz insanını Allah ile kanun arasına sıkıştırmamalıdır. İnsanlarımız, bir tarafta Allah’a ibadet maksadıyla uygu-lamalarda bulunmak isterken önüne farklı engeller konulmamalıdır. Bugünlerde durup dururken başlatılan tür-ban tartışmasının çözümüne muhatap, kesinlikle Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kuruludur. Anayasa Mahkemesinin içtihatları neyse, dinî konularda anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun içtihatları da odur. Ülkemizde kurum ve kuruluşlar arasındaki yetki, kavram tecavüzü ve karga-şası mutlaka önlenmelidir. Bu, iktidar -muhalefet, hepimizin görevidir. Mesela, hiçbir kurum ve kuruluş, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun görevini üstlenmemelidir; buna, hiçbir hakkı ve salahiyeti yoktur. Anayasa Mahkemesinin, kendisini, Parlamentonun üzerinde görmesinin de gereği yoktur.” dediği ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, İrfan GÜNDÜZ’ün eleştiri mahiyetindeki konuşmasının ilk bölümünde hâkim-lik mesleğinin genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi mümkün olmayan, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasının gerekliliğini farklı bir lisanla ifade ettiğini, Anayasa Mah-kemesi Başkanlarının beyanlarının eleştirilemezliğini öngören bir hukuk kuralı da olamayacağına göre ifade kapsa-mındaki beyanların Anayasaya aykırı olmadığı belirtilmiştir.
Mehmet ÇİÇEK’in ise bu konuşmayı, bir yasama faaliyeti çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda yaptığı ve yasama sorumsuzluğu kapsamında kaldığı, içerik olarak laikliğe ve cumhuriyetin değerlerine vurgu yaptığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önemine ve faaliyetlerine değindiği, dini kuralların ne olduğu hakkında görüş beyan edecek kurumun Anayasa gereği Diyanet İşleri Başlanlığı olduğu, bu çerçevede dönemin Anayasa Mah-kemesi Başkanı Mustafa BUMİN’in yaptığı açıklamalara dair tespit, değerlendirme ve eleştirilerde bulunduğu, laikliğe ve Anayasaya aykırı bir tutum içinde olmadığı, aksine iddia makamının aktarmadığı konuşma metninde yer alan “İşin doğrusu, devlet, millet, cumhuriyet, Atatürk ilkeleri, laiklik ilkeleri kimsenin babasının mülkü değildir. Bunlar yüce Türk milletinin vazgeçilmez ortak değerleridir ve milletimizin değerleridir, kimsenin inhisarı altında değildir…” ifade-lerinin bunu kanıtladığı savunulmuştur.
2 Numaralı Eylem: Abdullah ÇALIŞKAN
Adalet ve Kalkınma Partisi Kocaeli Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat ERGÜN’ün divan başkan-lığı yaptığı Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’ndaki Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Gençlik Kolları 2. Danışma Meclisi’nde, toplantıya katılan partili gençlerin boyunlarında parti amblemi bulunan turuncu renkli atkıların kendine Ukrayna’da yaşanan ‘Turuncu devrimi’ hatırlattığını belirten Adalet ve Kalkınma Partisi Adana Milletvekili Abdullah ÇALIŞKAN’ın “Gençler devrim istiyor. Ben de bir romantik devrimci olarak elbette devrimden yanayım. Ama devrimin turuncusu olmaz. Ara renk olmaz devrimde. Devrim ya kırmızıdır, ya da yeşildir. Ben yeşilden yana-yım”…’Bu devrimci ateşinizin asla sönmemesini diliyorum. Yaş 30’u geçtikten sonra ana kademeye geçince, dev-rimci ruhunuzun asla sönmemesini diliyorum. O ateş, her ne kadar cürümü kadar yeri yaksa da sizi mezara kadar götürecek bir ateştir. Ben yüreğinizdeki o ateşin mezara kadar devam etmesini diliyorum.” diye söylediği,
Konuşmasının ardından DHA muhabirinin “Yeşil devrimden kastınız nedir?” sorusuna Abdullah Çalış-kan’ın; “Gençlere yönelik duygulu bir konuşma yapmak istedim. Asıl olan ülkedeki mevcut gidişattır. Çünkü bugüne kadar ülkemizde bir takım yönetimler olmuş, bir takım iktidarlar gelmiş, ama köklü değişimler bir türlü gerçekleşme-miştir. Önemli olan burada toplumun talep ettiği köklü değişimlerdir. Siz onun adına ister devrim deyin, ister fetih deyin. Bir şekilde bu köklü değişimlerin yapılması lazım. Ben köklü değişimlerden yanayım, benim kastettiğim şey budur. Devrimlerin esası şudur, ara devrim olmaz. Bir şekilde ‘turuncu devrim’, ‘pembe devrim’, ‘sarı devrim’ gibi devrimler olmaz. Devrimlerin rengi ya ‘yeşildir’, ya da ‘kırmızıdır’ Kastettiğim köklü değişimlerdir. Devrimin darbe gibi farklı şekilde anlaşılması zaten mümkün değildir. Yeşil devrim zaten halkın anlayacağı bir dildir. Ben renklerle ifade ettim, renklerin dilini kullandım, anlaşılmıştır.” yanıtını verdiği ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, konuşmanın gençler ve değişim konusunda yapılmış bir değerlendirme olduğu, konuşmadaki “Yeşil devrim”den kastedilenin, iddia makamının dile getirdiği gibi “Laik cumhuriyete yönelik bir karşı devrimin adı” değil, değişim ve bunun gençlik için önemini ifade ederken yapılmış bir niteleme olduğu, Abdullah ÇALIŞKAN, “Kastettiğim köklü değişimlerdir.” demek suretiyle kastını açıklıkla ifade ettiği ve bu ifadesi de iddia-namede yer aldığı halde iddia makamının, bunu kendine göre yorumlanması ve anlamlandırmasının hukukun evrensel ilkeleriyle bağdaşmadığı,
Ayrıca, AK Parti Kocaeli milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Nihat ERGÜN’ün, Abdullah ÇALIŞKAN’ın görüşle-rine parti olarak katılmadıklarını, bu ifadelerin partinin görüşlerini yansıtmadığını açıklıkla ifade ettiği, Nihat ERGÜN’ün o ko-nuşmasının ilgili kısmında: “Biz bir hizmet milliyetçisiyiz, Parti olarak da bir hizmet partisiyiz, bir ideolojik parti değiliz. Toplumu adam etme sevdasında bir partinin üyeleri değiliz biz. Toplumu bir veri kabul ediyoruz. İşte toplum bu. Bu toplumdan etkileniyoruz, günü geldiğinde bu toplumu etkiliyoruz, görüş ve düşüncelerimizle. Bu toplumun var olan problem-lerini çözmek ve bunu daha ileriye götürmek için uğraşan bir siyasi partiyiz. Muhafazakâr demokrat bir siyasi partinin üyeleriyiz, gençliğiz, yöneticileriyiz. Muhafazakâr partiler devrimci partiler değildirler. Yeşil ya da kırmızı, önemli değil. Tedricî değişimden yana olan evrimci partilerdir. Değişimden yanayız, yenilikçiyiz. Ama, bu yenilikçilik kökten silen atan, devrimci bir yenilenme değildir. Kendi kendine, doğal süreci içerisinde değişen, bir evrim geçiren bir yenilenmedir. Böyle bir yenilenmeden yanayız. Kökten silip atan bir yenilenmenin toplumu tahrip ettiğini düşünürüz. Böyle bir yenilenme yerine evrimci, birbirinden etkilenerek toplumu ilerleten, mesafe aldıran bir yenilenmenin öncüleri olan muhafazakâr de-mokrat bir siyasi partinin temsilcileriyiz. O açıdan, bizim yaklaşımlarımızın radikal olmadığımızı, köktenci olmadığımızı, toplumu adam etme sevdasında olmadığımızı, toplumu bir veri olarak kabul ettiğimizi, o veriyle etkileşim içerisinde kâh ondan etkilenerek kâh onu etkileyerek ilerleme kaydetmemiz gerektiğini düşünen bir siyasi partiyiz. Bazı köktenci partiler toplumu beğenmez-ler, onu adam etmek sevdasındadırlar, kendi hâline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya gideceğine inanırlar. Onun için, ense-sinden devletin sopasını eksik etmemek ve onu hiza istikamete sokmak peşinde koşmuşlardır. Böyle dönemler yaşamıştır Türki-ye. Bu dönemlerin Türkiye’de topluma da, siyasete de bir şey katmadığını, kazandırmadığını biz, hepimiz biliyoruz.” dediği,
Abdullah ÇALIŞKAN’ın AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi ol-madığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmediği,
Abdullah ÇALIŞKAN’ın beyanlarının Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa’nın teminatı al-tında olup, Anayasa’nın 69’uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı,
Nitekim Abdullah ÇALIŞKAN’ın Adana’daki konuşmasının, adli soruşturmaya konu olduğu ve yapılan so-ruşturma sonucunda; yapılan konuşmada suç unsuru bulunmadığı, düşünce ve düşünceyi açıklama hürriyeti kapsa-mında olduğu tespitle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği ve bu kararın da kesinleştiği ifade edilmiştir.
3 Numaralı Eylem: Resul TOSUN
2005 yılı Mayıs ayında, parti grup toplantısında AİHM’nin Leyla Şahin davası hakkındaki kararı ile ilgili ola-rak; Türban konusunda hükümetin kredisinin bitmediğini, sorun çözülmediği takdirde seçim sonuçlarına yansıyacağını belirterek; “O nedenle bir an önce halka gidilmesi ve referanduma sunulmasını savunuyorum’ dediği, Referandum için Meclis’te gerekli çoğunlukları bulunduğunu hatırlatan Tosun’un, sözlerini ‘Oligarşik kurumların direnci, top-lumsal taleple kırılacaktır. Rusya bile ayakta duramadı. Ezici bir çoğunlukla halk bu yasakları kaldıracaktır. Eğer halk bizim savunduğumuzu yerinde görmezse, bunu halka doğru anlatamamışız derim. Bunu halka anlatmaya çalışı-rız. Hak bildiğimiz bir şeyden vazgeçecek değiliz” şeklinde devam ettiği, ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneğince 2005 yılı Mayıs ayında düzenlenen toplantıda yapılan konuşmanın, Hükümetin Leyla Şahin hakkındaki AİHM 4. Dairesi’nin kararının onaylanmasını istemesi üzerine Hükümete yapılan bir eleştiri ve değerlendirme olduğu, bu açıklamanın, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönü bulunmadığı,
Parti Grup Toplantısındaki konuşmasında ise Resul TOSUN’un Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Leyla ŞAHİN kararı hakkındaki değerlendirme, tespit ve eleştirileri ile başörtüsü sorunun çözümüne dair şahsi görüşlerini dile getirdiği,
Kaldı ki Mahkeme kararlarının da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebileceği, Mahkeme ka-rarlarına uyma zorunluluğunun, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmeyeceği, hiçbir hukuk devletinde iddia ma-kamının, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştuğu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi ya-saklı hale gelmesini talep edemeyeceği,
Ayrıca bu konuşmanın, AK Parti Meclis Grubu toplantısında yapılmış olup, mutlak sorumsuzluk kapsamında ve Anayasa’nın 83’üncü maddesinin teminatı altında olduğu,
Resul TOSUN’un AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemi bulunmadı-ğı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz edilmediği,
Resul TOSUN’un beyanlarının Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, Anayasanın teminatı altında olup, Ana-yasa’nın 69’uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı, ifade edilmiştir.
4 Numaralı Eylem: Selami UZUN, Hasan KARA
Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak;
Adalet ve Kalkınma Partisi Sivas Milletvekili Selami Uzun’un; Danıştay’ın verdiği bu karara “ancak dehşet denebilir” şeklindeki sözleri ile tepki göstererek “Bu kararı verenler önce dünyaya baksınlar. Dünya istikrar ararken Türkiye yargının eliyle kaosa sürükleniyor”
Adalet ve Kalkınma Partisi Kilis Milletvekili Hasan Kara’nın; “Danıştay başörtüsü konusundaki yorumu çok genişletiyor. Bu karar artık kamusal alan olayını da geçti. Bunu sokaklara yaymak istiyorlar. Böyle bir karar toplum-da infiale neden olur ve vatandaşlarımız üzerinde sıkıntıya yol açar. Peygamberimize yapılan hareket tüm dünya Müslümanlarında tepki oluştururken kendi içimizde birlik olamamak çok acı”,şeklinde beyanda bulundukları ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında Selami UZUN, Hasan KARA’nın Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç KILINÇ kararı hakkında değerlendirme, tespit ve eleştiride bulundukları, bu açıklamaların, laiklik ilkesine ve Anayasaya aykırı bir yönünün bulunmadığı, Mahkeme kararlarının da demokratik hukuk devletinin gereği olarak eleştirilebileceği, Mahke-me kararlarına uyma zorunluluğunun, onların eleştirilemeyeceği anlamına gelmeyeceği, bir kimse; mahkeme kararını eleştirdi veya mahkemenin kabulüne aykırı tespit ve değerlendirmelerde bulundu diye itham edilemeyeceği ve sırf bu nedenle bir düşünce açıklamasının Anayasaya aykırı hale gelmeyeceği, hiçbir hukuk devletinde iddia makamının, bir kişiyi, mahkeme kararındaki kabulün tersine konuştu veya mahkeme kararını eleştirdi diye siyasi yasaklı hale gelme-sini talep edemeyeceği,
Selami UZUN, Hasan KARA’nın AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir ey-lemi bulunmadığı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmediği, bu beyanların Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa’nın 2., 25. ve 26. maddelerinin gereği olarak Anaya-sanın teminatı altında olduğu ve Anayasa’nın 69’uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı ifade edil-miştir.
5 Numaralı Eylem: Hasan Cüneyt ZAPSU
Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisinin Türbanın Yükseköğretimde serbest bırakılmasına yönelik Anayasa ve yasa değişiklikleri önerilerini müzakereye başladıkları süreçte AKP’nin Kurucu ve halen Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi olup Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın danışmanlığı görevini yürüten Hasan Cüneyt ZAPSU’nun, Dünya Ekonomik Forumu için gittiği İsviçre’nin Davos kentinde gazetecilerle yaptığı sohbet toplantı-sında “…Yok efendim şu kanun.. Bana ne kanundan? İnsan yapmış kanunu, değiştirirsin kanunu..” şeklinde konuştu-ğu, türbanın liseye, ilkokula ineceğine dair korkular olduğunu belirten Zapsu sözlerine devamla “…Kamuda da oldu diyelim. Sonunda ne olacak? Korkulan nedir? Şeriat… Türkiye’ye hiçbir şey olmaz. İsterse kamuda da olsun, bana ne? 700 sene Osmanlı şeriat ile idare edilmiştir. Türk halkı Yunus Emre ve Mevlana ile büyümüştür. ‘şeriat gelecek, Türkiye işte İran gibi olacak’ gibi şeyler… Bunlar tarih okumuyorlar..” biçiminde konuştuğu,
Yine 5 Mart 2008 günü Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin türbana ilişkin Anayasa değişikliği kapsamında-ki tartışma ve gelişmeleri sormaları üzerine; “…Türban takanların sadece yüzde 50’si inancı yüzünden takıyor deseniz bile, bu yüzde 50’ye ‘türbanını çıkar demek, sokaktaki kadına donunu çıkar’ demekten farksızdır” demiş, devamla “…Türkiye de türban nedeniyle şişmiş bir balon oluştu. Erdoğan, üniversitelerde türbana izin vererek bu balonun patlamasını önledi, (…) Türkiye’de her zaman din istismarı yapan partiler olmuştur. ‘hatta bizimkiler bile yapmıştır, Ama dini öcü olarak göstermeye çalışarak siyasi prim yapmaya uğraşan partiler de var.” biçiminde beyanda bulun-duğu ileri sürülmüştür.
Hasan Cüneyt ZAPSU’nun konuşmasında; pek çok siyasi, akademisyen, sivil toplum örgütü, gazeteci veya yazarın yaptığı gibi türban takanlarla ve türban sorunuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerde bulunduğu,
Ayrıca Hasan Cüneyt ZAPSU’nun bu değerlendirmeleri, konuşmanın yapıldığı sırada MKYK üyeliğinden istifaen ayrılması nedeniyle AK Parti adına değil, şahsı adına yaptığı, şahıs adına yapılan konuşmalarla parti arasında illiyet bağı kurulup sorumluluk cihetine gidilmesinin hukuka aykırı olduğu,
Hasan Cüneyt ZAPSU’nun AK Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili bir eylemle-rinin bulunmadığı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının da iddianamesinde bu yönde bir eylemden söz etmediği, bu beyanlarının Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa’nın 2., 25. ve 26. maddelerinin gereği olarak Ana-yasanın teminatı altında olduğu ve Anayasa’nın 69’uncu maddesine aykırı bir durumun söz konusu olmadığı ifade edilmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partili Yerel Yöneticiler Hakkında
1 Numaralı Eylem: Mustafa TARLACI
Dinar İlçesi’nin ilahiyat kökenli Belediye Başkanı Adalet ve Kalkınma Partili Mustafa TARLACI’nın, 2005 yılı Ramazan ayı boyunca 8 camide teravih namazı kıldırdığının öne sürülmesi üzerine Valiliğin, buna izin veren 8 cami imamı hakkında soruşturma açtırdığı, ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında, Mustafa TARLACI’nın teravih namazı kıldırdığı doğrudur. Mustafa TARLACI İlahiyat Fakültesi mezunu olup, cami cemaatinin teklifi üzerine namaz kıldırdığı, idarenin bu konuda sessiz kalmayıp gerekli yaptırımları uyguladığı, ceza davasından ise beraat ettiği, ancak iddia makamının, Mustafa TARLACI hakkın-da yapılan tahkikat, yargılama ve karardan iddianamesinde hiç bahsetmediği, iddiasının ekleri arasında ise tahkikat aşamasına ve yargılamaya dair belgelerin hiç birisine yer vermediği, dolayısıyla lehte ve aleyhte delil toplama yüküm-lülüğü ve görevini ihlal ettiği, başka yerlerde yürütmenin eylemlerinden dahi hukuka aykırı bir biçimde Ak Parti’yi sorumlu tutan iddia makamının, bu olay karşısında idarenin harekete geçip uyguladığı yaptırımlara hiç değinmemesi ve bunu Ak Parti lehine bir delil olarak kullanmamasının oldukça manidar olduğu, Mustafa TARLACI hakkındaki yargılamalar sonuçlanmaksızın yasaklılığının istenmesinin masumiyet ilkesinin ihlali olduğu, kaldı ki AK Parti, bazı parti üyelerinin ve belediye başkanlarının parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği gibi, özel-likle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınlamış olması nedeniyle eylemin partiye isnat edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir.
2 Numaralı Eylem: Hasan BALAMAN
AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN’ın Isparta Müftülüğü tarafından düzenlenen ‘Hafızlık Taç Giyme Töreninde’ yaptığı konuşmada; “… böyle bir şey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı (…) başörtülü bir kadın da belediye başkanı, daire başkanı olabilmeli (…) imam hatipli bir kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülme-miştir.” dediği, iddia edilmiştir.
Davalı partinin savunmasında bu konuşmanın basında maksadı aşar bir biçimde yer alması üzerine Belediye Başkanının, “Şahsi görüşlerimin mensubu bulunduğum partinin görüşleriymiş gibi değerlendirilmesi şahsımı üzmüş-tür.” ifadeleriyle, bu konuşmanın, mensubu olduğu partinin görüşlerini yansıtmadığını ve şahsi görüşleri olduğunu açıkça ifade ettiği, bir Belediye Başkanının, “Şahsi görüşümdür.” diye tanımladığı bir açıklamadan Ak Parti’nin so-rumlu tutulmasının, hukukun genel ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu,
Ayrıca bu konuşmanın basında yer alması üzerine Ak Parti Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yar-dımcısı Hüseyin TANRIVERDİ, söz konusu konuşma metni, CD’si veya bu konuya dair açıklamaları derhal Ak Parti Yerel Yönetimler Başkanlığına gönderilmesini bir yazıyla istendiği ve bir inceleme başlatıldığı, bu, Ak Parti’nin ko-nuşma nedeniyle tavır koyduğu ve konuşmayı benimsemediğinin açık bir delili olduğu,
Öte yandan AK Parti, Belediye Başkanlarının parti politikalarıyla bağdaşmayan görüşlerini ve faaliyetlerini be-nimsemediği, bu nedenle Belediye Başkanları ve bazı parti üyelerinin parti politikalarıyla uyuşmayan kişisel görüşlerini benimsemediği açıklıkla ifade etmiş ve özellikle yerel yönetimlerin faaliyetlerinde parti politikalarına aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair genelgeler yayınladığı,
Nitekim, AK Parti Yerel Yönetimler Başkanlığı, 2006 yılı Mayıs ayında bazı basın ve yayın organlarında yer alan “AK Partili belediyelerin kültürel faaliyetler çerçevesinde dağıttığı kitaplara ilişkin tartışmalar” nedeniyle, ekte de sunulan ve basın ve yayın organlarında yer alan 24.5.2006 tarih, yyön/81.07./2006-1696 sayı ve “Kültürel Amaçlı Toplantılar ve Yayınlar” konulu genelgeyi bütün AK Parti’li belediye başkanlarına gönderildiği,
Bu genelgenin partinin bu tür konularda ne kadar hassas olduğunu açıkça ortaya koyduğunu, parti ile ilgili ola-rak kıyıda köşede kalmış, çoğu defa tek bir gazetede yer alan, asılsız veya tahrif edilmiş haberlerin yoğun bir şekilde kullanıldığı bir iddianamede, neredeyse tüm gazetelerde yer alan bu genelgenin görmezlikten gelinmesinin subjektif ve iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımın göstergesi olduğu,
Kaldı ki Hasan BALAMAN’ın bu beyanının Anayasaya aykırı bir eylem olmayıp, aksine Anayasa’nın tanıyıp teminat altına aldığı “Düşünce ve kanaat hürriyeti” (Anayasa, m. 25) ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (Anayasa, m. 26) kapsamında olup, “Demokratik hukuk devleti” (Anayasa, m. 2) olmanın gereği olarak Anayasanın teminatı altında olduğu ifade edilmektedir.
Diğer Eylemler
1. MEB Merkezi Sınav Yönetmeliği
Milli Eğitim Bakanlığının (MEB), Şubat 2002 tarihli Tebliğler Dergisi’nde yayımlanan Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’ni yenileyerek Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS), devlet parasız yatılılık ve bursluluk, açık öğretim okulları, motorlu taşıt sürücü adayları sınavlarıyla resmi, özel kurum ve kuruluşlarla imzalanan protokollere göre yapılan seçme, yerleştirme, atama, görevde yükselme, unvan değişikliği ve benzeri sınavlarla ilgili esasları yeniden düzenlediği, mevcut yönergede MEB’in yaptığı merkezi sınavlara adayların girebilmesi için ‘baş açık’ olması gerekti-ği belirtilirken, Mayıs 2006-2584 sayılı Tebliğler dergisinde yayımlanan 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’nde bu ifadenin kaldırıldığı, mevcut Yönergenin 10/ı maddesinde yer alan “Tüm sınav görevlileri-nin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelmelerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumla-rında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıya-fetle girmelerini sağlamak” maddesi, yeni Yönergenin 11/i maddesi ile ‘Adayların temiz, düzenli ve aşırılığa kaçma-yan bir kıyafetle sınava girmelerini sağlar’ ifadesiyle değiştirildiği,
Eğitim-İş’in, Milli Eğitim Bakanlığının 19.4.2006 gün ve 5855 sayılı Merkezi Sistem Sınav Yönergesi’nin 11/i hükmünün iptali amacıyla açtığı dava sonucu, Danıştay 8. Dairesinin 3.8.2006 gün ve 2006/3481 Esas sayılı hükmü ile “Kararda, dava konusu yönerge ile yürürlükten kaldırılan Milli Eğitim Bakanlığı Merkezi Sınav Yönergesi-nin, Sınav Görevlileri ve Sorumları başlıklı 10. maddesinin Bina Sınav Komisyonu Kuruluşu ve Görevleri bölümünün ( ı) bendinde yer alan ; “Tüm sınav görevlilerinin, yürürlükteki mevzuata uygun kılık ve kıyafet ile görevlerine gelme-lerini, örgün ilk ve orta öğretim kurumlarında öğrenim gören adayların merkezi sistem sınavlarına başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle girmelerini sağlamak” hususunun bina sınav komisyonunun görevleri arasında sayıldığı, dava konusu olan ve eski düzenlemeyi yürürlükten kaldıran yeni yönergede aynı başlığı düzenleyen 11. maddesinin (i) bendinde ise, Sınav Komisyonuna “sınava başı açık” girilmesinin sağlanması görevinin yüklenme-sinin eksik bırakıldığı, yeni yönergeden “başı açık” ibaresinin “çıkarılarak soyut ve genel ifadelere” yer verilmesi-nin,” hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle sözü edilen yönergenin 11/i maddesinin iptaline karar verdiği,
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, Danıştay 8. Dairesi’nin kararına MEB’in yaptığı itirazı da reddettiği, iddia edilmiştir.
Davalı partinin savunmasında İddia ile ilgili olarak sözlü savunmada söz konusu yönergede değişiklilik yapıl-masının birer yürütme organı tasarrufu olduğu ve bu hususları iddianameye koymanın açık bir Anayasa ihlali olduğu ifade edilmiştir.
Danıştay kararlarının incelenmesinde; Danıştay 8. Daire tarafından 3.8.2006 günlü, 2006/3481 Esas sayılı ka-rarı ile yürütmenin durdurulmasına karar verdiği, 24.12.2007 günlü, 2006/3481 Esas ve 2007/7214 Karar sayılı kara-rıyla da aynı konu hakkında Daire tarafından dava konusu Yönerge hükmü hukuka aykırı bulunarak iptal edilmiş bulunduğu gerekçesiyle bu davada anılan bendin iptal istemi hakkında karar verilmesine yer olmadığına kararı verildi-ği, kararın içeriğinden iddiaya konu yönerge hükmünün Danıştay Sekizinci Dairesinin 3.12.2007 günlü, 2006/2970 Esas ve 2007/6565 Karar sayılı kararıyla iptal edildiği anlaşılmıştır.
2. Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 14.12.2005 gün ve 26023 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Milli Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği”nin amaçlarının açıklandığı 5/a maddesinde; “İlköğrenimini tamamlayan, ancak orta öğretime devam edemeyenler ile orta öğretimden ayrılan, mezun olan ve yüksek öğretimden ayrılan veya mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme fırsatı vererek eğitim-öğretim imkanı sağlamak”, Diploma başlıklı 35. maddesinde; “Lise’den mezun olanlara, bitirdikleri program türüne göre diploma verilir.” Kılık ve kıyafet başlıklı 45. maddesinde “Sınavlarda kılık-kıyafetin, öğrencinin rahatlıkla tanınmasını sağla-yacak şekilde sade ve temiz olması esastır.” hükümleri getirilmiş, böylece açık öğretimin kural, örgün öğretim ise istisna haline getirilerek, meslek lisesi mezunlarına (imam-hatip lisesi) çift diploma edinmeleri suretiyle üniversiteye girişte 1999 yılından beri uygulanan meslek liseleri ve düz lise mezunları arasında uygulanan katsayı uygulamasının bertaraf edilmesi imkânının sağlandığı, ayrıca öğrencilerin türbanlı, sakallı olarak derslere devam etmeleri olanağının tanındığı,
Bahsedilen Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Yükseköğretim Ku-rulu Başkanlığı ve Eğitim-Sen’in Danıştay 8. Dairesine dava açtıkları,
Danıştay 8. Dairesi Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının açtığı davada 7.2.2006 tarihli karar ile dava konusu edilen Yönetmelik maddelerinin yürütmesini durdurduğu, 7.3.2007 gün ve 2005/6384 Esas, 2007/1259 sayılı karar ile de Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 18/c, 20/b-e, 25/2, 26/b, 26/son paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddelerini iptal ettiği, Eği-tim-Sen tarafından açılan davada da 7.3.2007 gün ve 2005/6465 Esas, 2007/1257 sayılı karar ile; Yönetmeliğin 5/a, 15/b-c, 20/b-e, 25/2, 26/b ve son paragraf, 32/2 ve geçici 4. maddenin iptaline karar verildiğinden yeniden karar veril-mesine yer olmadığına, 22, 45, 46/1, 35/d, 41. maddelerinin ise iptaline karar verdiği,
Milli Eğitim Bakanlığının, Danıştay 8. Dairesinin 7.2.2006 tarihinde verdiği Yönetmeliğin dava konusu edilen maddelerinin yürürlüğünün durdurulması kararını etkisiz kılmak amacıyla 1.3.2006 tarihinde, Yönetmeliğin yayım-lanmasından sonra açık öğretim liselerine kayıt yaptıranların kazanılmış haklarının korunacağını duyurduğu, Yükse-köğretim Kurulu Başkanlığı bu idari işlemin de hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açtığı davada Danıştay 8. Dairesi 7.6.2006 gün ve 2006/2349 Esas, 2006/1249 Karar sayılı hükümle ile 1.3.2006 tarihli işlemin de yürütmesinin de durdurulmasına karar verdiği,
Buna karşın, 24.6.2007 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’nca (MEB) düzenlenen açıköğretim lisesi sınavlarına bazı öğrencilerin türbanla katıldıkları,
Alanya’daki Açık Lise sınavlarına türbanla girenleri rapor eden ve buna izin veren okul müdürleri hakkında suç duyurusunda bulunan 3 öğretmen hakkında Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünce soruşturma açıldığı, konuyu araştıran Milli Eğitim Müdürlüğü Müfettişleri, şikayete konu olan müdürler için yapılacak herhangi bir işlem olmadı-ğına karar verdikleri, Alanya Kaymakamlığının da müfettiş raporları doğrultusunda şikayetin işleme konulmaması yönünde karar aldığı, bunun üzerine Antalya Milli Eğitim Müdürlüğünün şikayetçi olan 3 öğretmen için ‘toplu dilekçe verdikleri iddiasıyla’ valilikten soruşturma izni aldığı, öğretmenler hakkında görevlendirilen müfettişlerce soruşturma-ya başlandığı,
Sözlü savunmada bu yönetmeliklerin yürütme organı tasarrufu olması nedeniyle partiye isnat edilemeyeceği ifade edilmiştir.
3. Anayasa Değişikliği
Türbanın yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak üzere Anayasanın 10 ncu ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapılmasını içeren kanun teklifinin Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partili milletvekillerinin imzalarıyla, aynı amaca yönelik olarak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunun Ek 17 nci mad-desinde değişiklik yapılmasına dair kanun teklifinin ise her iki partili yedi milletvekilinin imzalarıyla 29.01.2008 ve 30.01.2008 tarihlerinde TBMM’ne sunulduğu, 2547 sayılı Kanun’da değişiklik yapılmasına ilişkin kanun teklifinde Adalet ve Kalkınma Parti Milletvekilleri Bekir BOZDAĞ, Sadullah ERGİN, Nurettin CANİKLİ, Mustafa ELİTAŞ ve Nihat ERGÜN’ün imzalarının bulunduğu ileri sürülmüştür.
Davalı partinin savunmasında şu görüşler dile getirilmiştir:
“İddia makamı, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerin-deki değişiklikler ile Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine ilişkin değişiklik önerisini, “Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylem-ler” kapsamında kabul etmektedir (s.17). Bu iddianın hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Birincisi söz konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifi birer yasama işlemi olup partimiz tüzelkişiliğine isnat edilemez. Nitekim bu Anayasa değişiklikleri partimiz milletvekilleri yanında diğer partilere mensup milletvekillerinin de oyları ile TBMM üye tam-sayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuna ulaşarak kabul edilmiştir.
İkinci olarak, bir an için bu yasama işleminden dolayı iktidar partisinin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu Anayasa değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve “şeriatı yerleştirme amacıyla” çıkarıldığı söylenemez. Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim düzeyinde fırsat eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını genişletmektir. Türkiye’de de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa’nın hiçbir ülkesinde rastlanmayan üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını kaldırmaya yönelik bir yasama tasarrufunu “Avrupa kamu düzeniyle bağdaş-mayan” bir siyasi projenin parçası olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır.
Üçüncüsü, bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal etmiştir. Mahkemenin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında Başsavcının partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini ileri süren Baş-savcılığın mantığıyla düşündüğümüzde, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra partimizin laikliğe aykırı ey-lemlerin odağı olduğu iddiası çökmüştür.”
ESASIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı kapatma isteminde özetle;
Laikliğin gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse İHAM’ne göre, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden birisi olup; hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer aldığı;
Türkiye’deki laisizmin, batıdakinden farklı ve yaşamsal bir yapıya sahip bulunması, toplumca içselleştirilmesi nedeniyle Türkiye’nin bu tehdit ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma hakkı bulunduğu, bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen yasağın sadece Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiasının yanıltıcı olduğu, batıda da her devletin kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre tedbirler almak ve uygulamak durumunda olduğu, nitekim Avrupa’da en fazla Müslüman nüfus barındıran devletlerden Fransa’nın da türbanı okullarda ve ka-musal alanda yasakladığı, türbanın Almanya’da bazı eyaletlerde yasaklandığı, diğer bazı eyaletlerde de yasaklanması-nın tartışıldığı, İsviçre ve Belçika’da da benzer yasakların bulunduğu ve en son İspanya ve Hollanda’da türbanın belli alanlarda yasaklanmasına karar verildiği;
Siyasal İslam’ın, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsa-mına alma iddiasında olmakla, totaliter olduğu, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam’ı esas alan partilerin Avrupa’daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliğinin söz konusu olmadığı,
Türkiye’de siyasal İslamcı akımların ve aynı esasa dayalı politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçları-nın hukuk devleti yerine, dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak (şeriat) olduğu, bu amaca ulaşıncaya kadar “takiyye” yöntemini kullanacakları kendi ifadeleriyle açıkladıkları, tabanlarından gelen baskı karşısında sabır ve itidal tavsiyelerinin bunun işareti olduğu, oysa şeriat düzeninin Anayasa, İHAS ve buna bağlı olarak Avrupa kamu düzeni ile hiçbir biçimde bağdaşmadığı,
Bu yolda siyasal İslam’ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen “ılımlı İslam” modelinin bir şeriat devletine dönüşmesinin ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılmasının uzak bir olasılık olmadığı, bölgemizde bunun örneklerinin bulunduğu,
Şeriatın statik kurallar bütünü olması nedeniyle, özü itibarıyla da baskıcı olduğu ve demokrasi, insan hakları düşüncesiyle bağdaşmadığı, Anayasanın şeriatı amaçlayan partileri yasaklamasının, nasyonal sosyalist veya faşist partilerin yasaklanması kadar hukuka uygun olduğu; davalı parti ileri gelenlerinin Cumhuriyet öncesi döneme vurgu yapmalarının şeriatı amaçladıklarını gösterdiği, dinsel bir simge olan başörtüsünün yükseköğretimde serbest bırakıl-masının, imam hatip okullarının sayısının arttırılmasının ve katsayı sisteminin kaldırılmasının İslam için bir pozitif ayrımcılık olduğu,
Laik devletin, yapısı ve değerleriyle dini hüküm ve kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa koyucuyu sınırlamasına izin vermeyen devlet olduğu halde, insanların laik olamayacağı ve laikliğin devletin niteliği olduğu ileri sürülerek laiklik ilkesinin hukuksal yerinden uzaklaştırıldığı, inançsızlık-inanca dayalı bir ayrımcılık oluşturmanın amaçlandığı, türban yasağının hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engelleyen zulüm ve zorbalık olarak gösterilmesinin kamu düzenini bozan eylemler olduğu, çeşitli yüksek mahkeme başkanlarının bu duruma dikkat çektiği,
Katili affetme yetkisinin maktulün varislerine ait olması gerektiği söylemiyle çok hukukluluğun ve şeriat dü-zeninin amaçlandığı,
Gösterilen delillerin, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiş-tirildiğini kanıtladığını,
Davalı partinin, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin bütün kazanımlarına karşı mücadeleyi esas alan, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinin devamı niteliğinde siyasi bir oluşum olduğu, ancak bu partilerin geçmişte kullandıkları radikal, anti-laik eylem ve söylemleri nedeniyle hukuki koruma görmemeleri ve bazılarının kapatılmaları gözetilerek, tarihi deneyimden ders alan bir grup tarafından kurulduğu, şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu zihniyetin, “gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada küre-selleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği ‘ılımlı İslam’ ideolojisi ve onun siyasi hedefi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi, din ve vicdan özgür-lüğü, öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların arkasına gizlenerek” gösterdikle-ri, takiyyenin yeni dönemde siyasal yöntemleri olduğu,
Davalı partinin özellikle 22 Temmuz 2008 seçimlerinden sonra, alınan oy oranının etkisi ve cüretiyle toplumu İslam devletine dönüştürecek projelerini önce yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak sonra da türbanı gündeme getirmek suretiyle laiklik ilkesini hedef alarak adım adım gerçekleştirmeye başladığı,
Yapılan araştırmalara göre dinsel taassubun simgesi olan türbanın kadınlar için temel bir sorun olmadığı dik-kate alındığında, davalı partinin asıl amacının, iddia edildiği gibi öğrenim özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak olmadığı, türban sayesinde eğitim ve öğretim alanından başlamak üzere, tüm kamusal alanı ve toplumsal yaşamı din-selleştirmek ve giderek laik devleti ortadan kaldırmak olduğu,
Din ve vicdan özgürlüğünün yüksek öğretim kurumlarında türbanı kapsamadığı, yargı kararlarında, doktrinde, çağdaş düşünsel ve felsefi düzlemde tartışmasız olduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına göre türba-nın üniversitelerde yasaklanabileceği,
Kadın özgürlüğü ve Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı çıkmanın siyasal bir simgesine dönüştürülen ve temel bir hak algısıyla topluma sunulan türbanın toplumu topyekûn teokratik bir düzene dönüştürecek karşı devrimin en önemli anahtarı olduğu, giderek tüm alanlara yayılacağı, ertesinde başka bazı anti laik talepleri de bir hak algısıyla ve yeni “mutabakat süreçleriyle” toplumun gündemine taşınacağı davalı parti yetkililerince de şüphesiz bilindiği, nitekim gelişmelerin de bunu gösterdiği,
Örnekleri daha önce de yaşanan benzer olaylar karşısında siyasi iktidarın bu kurumların başına atadığı kendi dünya görüşlerine yakın baştabip, okul müdürü vb. idareciler soruşturmaları göstermelik, sudan gerekçelerle savsakla-dıkları, adeta kamu kurumlarında türbanlı görevlilerin çalışmasını teşvik ettikleri ve cesaretlendirdikleri,
Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan türbana karşılık ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup nedeniyle ataerkil erkek egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri nedenlerle yüksek öğretim hakkından yararlana-madığı, davalı parti bütün bu sorunlara aklın ve bilimin, Cumhuriyetin laik eğitim politikalarının yol göstericiliğinde çözümler üretmek yerine, tarihteki tüm köktendinci hareketler gibi toplumu çağın gerisine götürmek ve dönüştürmek noktasında yargı kararlarında siyasal simge olarak kullanıldığı belirtilen türbanı araç olarak kullandığı, oysa insanlığın aydınlanma sürecinin dinin toplumsal yaşamın tüm alanlarındaki egemenliğine karşı verilen ve insanın vicdanına yükseltilmesiyle sonuçlanan bir süreç olduğu, aklın egemen kılındığı bu süreçte kadının da dini taassubun koyu karan-lığından kurtarılıp özgürleştirilmesi ve insan denilen varlığın diğer eşit bireyi haline gelmesinin sağlandığı, bugün davalı partinin toplumu dönüştürmek yolunda bir siyasal simge olarak kullandığı türbanın, aslında kadının tarihi öz-gürleşme mücadelesini ve Cumhuriyetin laik kazanımlarını yok sayacak bir araç olduğu,
Davalı parti yöneticileri ve üyelerinin, yargı organlarının belirlediği hukuksal tespitler karşısında türbanı ser-best bırakmanın mümkün olmadığını kavradıklarından, takiyye yöntemiyle halkın dinsel inançlarını kullanarak, türba-nın bir insan hakkı olduğunu, eğitim kurumlarında ve kamuda serbest olması gerektiğini ileri sürüp, bu konuda taban-larının beklentilerini canlı tuttukları, mutabakat söylemleriyle tabanlarını besleyip gelen baskıyı frenlerken bir yandan da türban, imam hatip liseleri, kuran kursları gibi konularda sürekli laik sistemi eleştirerek halkın bir bölümünü Dev-let’e karşı kışkırttıkları, toplumu tehlikeli bir çatışmaya, laik-anti laik kamplaşmalara sürükledikleri, mutabakat arayı-şına Milliyetçi Hareket Partisinden yanıt bularak türbanın yüksek öğretim kurumlarında serbestçe takılabilmesine olanak sağlayacak Anayasa ve yasa değişikliklerinin ilk adımını attıkları,
Yargı kararlarına karşın türbanı özgürlük sorunu olarak göstermeyi ve sunmayı; türbanı ılımlı İslam olan şer’i hukuk sistemine yönelik atılan adımlar zinciri içerisinde görmek gerektiği,
Davalı siyasi partinin tüm eylem ve söylemlerinin, ilk aşamada İslami kural ve değerlerin ön planda tutulduğu ve referans olarak alındığı bir İslam toplumunu oluşturmak, ortaya çıkacak bu ılımlı model arkasından, hukuksal dü-zenlemeleri de gerçekleştirerek şeriata adım atmak kast ve amacını içerdiği,
Anayasa değişikliğine ilişkin teklifin gerekçesi ile Anayasa Komisyonunun raporu kapsamından ve 2547 sayılı Yasanın Ek 17. maddesinin değiştirilmesine ilişkin teklif metni ile gerekçesinden yükseköğretim kurumlarında türban-başörtüsü ile öğretim yapılmasının amaçlandığının açıkça anlaşıldığı, bu çerçevede yapılan konuşmalarda devleti ve toplumu dönüştürme kararlılığı ve bu uğurda neleri göze aldıklarının görüldüğü, ölüm ve idam çağrıştırmalarıyla halkın bir kısmını laik devlet aleyhine kışkırtıcı tavırlarını sürdürdükleri, aynı üsluplarının Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği yönündeki kararını, “ Bu bitmedi, çok konuşu-lacak. Bu yargı için bir talihsizliktir, yüz karasıdır.(…) Açık net ortada olduğu halde zorlamayla, dayatmayla bu karar verilmiştir” gibi sözlerle eleştirerek çoğulcu demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine dayandığı gerçeğini adeta reddederek totaliter bir anlayışın savunuculuğunu yapmalarında görüldüğü,
Davalı partinin 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde oyların % 34.28’ni alarak iktidar olduğu süreçte; türban, imam hatip liseleri ile katsayı ve eğitimin dinselleştirilmesi konularında toplumda mutabakatın sağlanması, kurumlarla mutabakatın sağlanması, TBMM’de mutabakatın sağlanması gibi kavramlarla gündemi sürekli sıcak tutarak anılan kavramları siyasete alet ettiği ve laik cumhuriyet ilkesini zayıflattığı, “mutabakat sürecinin” tamamlandığına kanaat getirdiğinde, nihai amaçlarına ulaşabilmek için 22 Temmuz 2007 genel seçimlerin hemen akabinde hazırlattığı yeni bir anayasa taslağını toplumun gündemine taşıdıkları, gelen tepkilerin yoğunlaşması ve yeni bir anayasa yürürlüğe sok-manın alacağı süreç düşünülerek, çalışmaların bitmesi beklenilmeden mevcut Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinde değişiklik yapmak suretiyle türbanın yüksek öğretim kurumlarına girmesinin yolunu açmaya çalıştığı, bu suretle laik devlet ilkesinin eğitim kurumlarından başlayarak tasfiyesi sürecini hızlandırdıkları, Partinin bağlı kuruluşları gibi faaliyet gösteren bazı sivil toplum kuruluşlarının buna destek verdiği,
Danıştay 2 nci Dairesinin türban konusuna ilişkin 26.10.2005 günlü, 2004/4051 E, 2005/3366 K. sayılı kara-rıyla ilgili olarak gösterilen tepkilerin ardından bir gazetede Danıştay Kararını veren Daire üyelerinin resimlerinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra da, 17 Mayıs 2006 günü “Alparslan Arslan” adındaki bir köktendincinin Danış-tay’ın 2 nci Dairesine müzakere sırasında silahlı saldırıda bulunduğu, Üye M. Yücel Özbilgin’i öldürdüğü, diğer yar-gıçları da ağır yaraladığı, olayın sanıklarının yargılanıp kararın verildiği 13.02.2008 tarihli karar duruşmasında sanık-lardan Alparslan Arslan’a son sözü sorulduğunda, “Genel Kurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, Abdullah Gül’den, Başbakan Erdoğan’dan ve imanlı kişilerden Türkiye’de şeriatı ilan etmelerini istiyorum, yoksa kan dökülür.” diğer sanık Osman Yıldırım’ın da Atatürk’ü kastederek, “O İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti başınıza yıkacağız, benim yegane görevim cumhuriyeti yıkıp 2 nci Osmanlı Devletini kurmak.” ve bunun gibi sözler ve hakaretlerde bu-lundukları, sanıkların son duruşmadaki bu sözleri bile eylemi hangi saiklerle yaptıklarını, laikliği savunanları ve laik Cumhuriyeti bekleyen tehlikeleri göstermeye yeterli olduğu,
Davalı Partinin söylemleri incelendiğinde Cumhuriyet devrimlerinin ve özellikle laiklik uygulamalarının “İnananlar için bir zulüm” olduğu iddiası sürekli vurgulanarak toplumda Cumhuriyete ve devrimlerine karşı bir inancın oluşturulmasının amaçlandığının görüldüğü,
Oysa Cumhuriyet ve insanlık tarihinin, zulmedilenlerin köktendinciler değil, farklı bir şeye inandığı, inancının gereğini yerine getirmediği ya da inanmadığı, laik hukuka göre karar verdiği, laikliği savunduğu için yakılanların, öldürülenlerin, laikler olduğuna tanıklık ettiği, insanlığın aydınlanma mücadelesinin aklın ve bilimin ışığına değil, taassup ve dogmatizmin zulmüne karşı verildiği, Batıda yüzlerce yıl süren bu mücadeleyi Türk Milletinin Atatürk’ün önderliğinde çeyrek yüzyıldan az bir zamana sığdırma başarısını gösterdiği, ancak, Cumhuriyete ve onun aydınlanma felsefesine karşı olanların, uluslararası dengelerdeki değişim ve küreselleşmenin yarattığı tek kutupluluğun yönlen-dirmesiyle Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına giriştikleri, yakın tarihimizin, bu arayışın ürünü irticai kalkış-malarla dolu olduğu, ancak bugünkü Laik Cumhuriyet karşıtlarının geçmişte hiç olmadığı kadar ve üstelik bu kez uluslararası desteği de arkalarına alarak, karşı devrim fırsatını ellerine geçirdikleri, Laik Cumhuriyet hiç olmadığı kadar tehlikede olduğu, çünkü karşı devrimci unsurların bugün marjinal unsurlar değil, iktidar oldukları,
Davalı partinin, iktidar olmanın getirdiği güç ve olanaklarla devleti İslami bir yapıya dönüştürmeye çalışırken bürokrasi kadrolarının da siyasal İslamcılardan oluşturulmasına özel bir önem verdiği, İslami kimlikleriyle öne çıkan-ları atamada özel bir gayret gösterdiği, bu kadrolaşma gayretlerinden Sayıştay gibi bir yüksek kurumun bile nasibini aldığı, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı atandığı gün mahkeme kararlarına uymayacağını açıkladığı, bir bilim adamı kimliği ve bağımsızlığıyla değil, belirlenmiş bir düşünce yönünde çalıştığı, Devletin en önemli kadrolarının birçoğu-nun tarikatçı faaliyetleri ve kimlikleriyle bilinen yöneticilere teslim edildiği,
Toplumu ve devleti İslami bir yapıya dönüştürmek noktasında gerekli gördükleri her alana müdahale eden da-valı partinin, her konuda olduğu gibi yine dini referansları esas alarak, gençleri alkol ve uyuşturucu maddelerden koruma bahanesiyle, fakat aslında şeriatın alkollü içki yasağı esas alınarak, alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta da hukuka aykırı kısıtlamalara gittiği,
Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk yıllık süreçte Türkiye’nin uluslararası camiadaki laik ülke imajının da erozyona uğradığı, Dünya ülkeleri, özellikle AB ülkeleri nezdinde Türkiye’nin bir “ılımlı İslam Cumhuri-yeti” modelinde algılandığı, birçok ABD yetkilisinin Türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımladıkları, bu söylemlerindeki cüret-kârlığı “bir ABD projesi olan ve kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen ‘Büyük Ortado-ğu Projesi’nin eş başkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın söyleminden ve davalı parti iktidarlarının dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırmalarından devleti dini esaslara göre şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden” aldıklarının göz-lendiği,
Sonuç olarak belirtilen eylemlerin davalı partinin genel başkanı, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel yönetimlerde görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren beyan ve fiilleri ile işlendiği,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her kademesince kararlılık ve yoğunlukla işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya koyduğunu,
Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve eylemlerinin bir kısmı dahi onun şeriatı amaçladığını ve la-ikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini göstermeye yeterli bulunduğu, açıkça dini kuralların egemen kılınmasını, şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemlerin çoğulcu demokrasi içerisinde bile Anayasa’nın 14 ve İHAS’ın 17 nci mad-deleri karşısında koruma göremeyeceği,
Anayasakoyucunun, siyasi partilere çalışmalarında sınırsız bir özgürlük tanımadığı ve ülke zararına olabilecek çalışmaların odağı haline gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul ettiği,
Laik demokratik hukuk devletinin egemen olduğu rejimlerde; yargıya, “bireyi ve demokrasiyi”, sistemin sınır-ları dışına çıkan siyasi partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma görevi de verildiği,
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir hükmü olan laiklik ilkesinin zedelendiği yerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının rejimi koruma yetki ve görevinin başlayacağı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılı-ğının temel görevinin Cumhuriyet’i, ilkelerini ve kazanımlarını korumak olduğu,
Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline getiren yukarıdaki fiiller ve beyanların, siyasi par-tinin Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince kapatılmasını gerektirdiği,
Olayda, laik hukuk düzenine aykırı eylemlerin odağı olan bir siyasi partinin söz konusu olması karşısında, üs-telik bu partinin de çoğunluk iktidarına sahip olduğu gözetildiğinde, amaçlanan modelin gerçekleştirilmesi anlamında bir tehlikenin var olduğu ve tehlikenin de yeterince yakın olduğu, davalı partinin eylemlerinin öngördüğü top-lum modelini oluşturmaya elverişli bulunduğu, iktidarları süresince her geçen gün riskin arttığı, kamusal alanda ve TBMM’nde de türbana serbestlik sağlanmasına yönelik beyanlar ile imam hatip lisesi mezunlarına uygulanan katsayı sisteminin kaldırılması girişimlerinin bu tehlikeyi daha somut ve yakın kıldığı, davalı Partinin, toplumsal barışı tehlikeye düşürene ve öngördüğü modeli gerçekleştirene kadar beklenilmesinin doğal olarak söz konusu olamayacağı,
Davalı siyasi partiyi amacından uzaklaştıracak ve sosyal yönden de gereksinim duyulan tek ve zorunlu yönte-min, yalnızca kapatma yaptırımı olup, toplumu karşılaştığı bu tehlikeden başka türlü korumanın olanağının kalmadığı,
Davalı siyasi partinin kapatılmasının; dava konusu eylemler ile uygulanacak kapatma yaptırımının sonuçları ve yaşanan tarihsel koşullardan kaynaklanan ihtiyaçlar gözetildiğinde; orantısız ve radikal bir yaptırım olmayıp, uy-gun, gerekli ve orantılı bir yaptırım olduğu
ileri sürülerek Partinin kapatılması,
Kapatma kararıyla birlikte, eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasın neden olan kurucu üyeleri dâhil isimleri belirtilen 71 üye hakkında; Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dokuzuncu fıkrasında ve SPY’nın 95 nci maddesinde belirtildiği üzere, “kapatmaya ilişkin kesin kararın, Resmi Gazete’de gerekçeleri olarak yayımlanmasından başlaya-rak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına da” hükmedilmesi istenmektedir.
Davalı parti savunmasında özetle;
Haklarında düzenlenen iddianamenin baştan aşağı belli bir siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığı, bu haliyle ade-ta bir muhalif siyasi parti bildirisi niteliğinde olduğu, dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava olduğu, iddia makamının önyargılı ve ideolojik tutumunu esas hakkındaki görüşünde devam ettirdiği, baştan sona “emperyalizm”, “ihanet”, “irtica”, “mürteci”, “din tacirleri”, “tertipçi”, “sömürgeci”, “mandacı”, “işbirlikçi”, “gerici”, “iç ve dış odaklar” ve “siyasi hegemonya projesi” gibi hukuken tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kav-ramlarla kanaatini oluşturduğu, tarihsel olayları 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisi-ne karşı açtığı davanın konusu haline getirdiği ve indirgemeci yaklaşımla “irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlı-ğı”na kanıt olarak gösterdiği, bunun hukuk etiği ile bağdaşmadığı, karmaşık toplumsal olayları kategorik genelleme-lerle açıklamaya çalışan bir pozitivist yaklaşımla, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açmaktan çekinmedi-ği,
İddianamenin “toplama” delillerle şişirilerek özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan siyasi mülahazaları yansıtan bir metin niteliğinde olduğu, kanıtların arasında “Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir” ifadesine yer verilen ve partilerine ve hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV’a ait oldu-ğu anlaşılan yazıların arkasına yapıştırılan gazete kupürlerinin çıkmasından, aynı şekilde Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili gazete kupürlerinin üzerinde el yazısıyla “RTE röportajı” şeklinde bir ifadenin bulun-masından anlaşılabildiği,
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşlerinde tasavvur ettiği toplum modelinin dehşet uyandırıcı olduğu, bu mo-delin farklılıkları düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu olarak yaklaşan bir model olduğu, demokrasiyle laikliği bir araya getiren “demokratik laiklik” kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği korumasının mümkün olmadığı,
Davanın temelinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin demokrasi ve laiklik anlayışı ile Başsavcının anlayışının bağdaşmamasının yattığı, Partinin laiklik anlayışının başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tehdit oluşturmadığı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek bunların bir arada barış içinde yaşamalarını hedef-lediği, bu nedenle de bireyi değil devleti muhatap aldığı, Anayasanın 2. ve 24. maddeleriyle bunların gerekçelerinin de aynı doğrultuda olduğu, laikliğin devlet ve din işlerinin bir birinden ayrılmasını ve devletin tüm inançlar karşısında tarafsız olmasını gerektirdiği, ancak bir inanca dönüşmeye başladığı yerde, devletin bireysel inançlar karşısına yeni bir inanç sistemi çıkarmasının kaçınılmazlaşacağı, bunun ise devletin meşruiyetini zedeleyeceği, iddianamede laiklik ilkesinin değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sisteminin tanımlandığı ve savunulduğu,
Yaşam biçiminin, asgari ölçekte bireysel yaşamların ve özgürlüklerin insana tanıdığı çerçevede yapılan tercih-lerle oluştuğu, bireylerin değerlerini ve dünya görüşlerini ifade ettiği, yaşam biçiminin özgürce belirlenmesinin birey-sel özgürlük olduğu, siyasal düzen kuralı olan laikliği yaşam biçimi olarak kabul etmenin, bu özgürlükleri ortadan kaldıracağı ve hangi yaşam biçiminin laik olup olmadığının da bilinmediği, bunu kabul etmenin, totaliter sistemlerde olduğu gibi karar vericilerin yaşam biçimlerinin tüm topluma dayatmasına olanak sağlayacağı, laikliğin bir yaşam biçimi olmayıp, tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan ilkenin adı olduğu, Anayasanın 5., 17. ve 20. maddelerinin bunu öngördüğü,
Laikliğin felsefi bir inanç olmadığı, bilime dayanan çağdışı pozitivist bir ideolojiyi yansıttığı ve bilimsel ol-madığı,
Başsavcılığın din anlayışının sosyolojik gerçeklikle bağdaşmadığı, dinin yalnızca bireylerin vicdanında yer alan bir olgu olarak değerlendirilmesinin gerçekliğe aykırı olduğu ve kendisiyle çeliştiği, laikliğin insanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan bir ideoloji olarak sunulmasının, teolojik anlamda insan ile tanrı arasındaki ilişkinin koparılması, dolayısıyla dinin esasen vicdanda da yer edinmemesi gerektiği sonucunu doğurduğu, iddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve toplumsal alandan dışlanması gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığının olmadığı,
Tüm toplumlarda dinin, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmesi nedeniyle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laikliğin, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmeyeceği, dolayı-sıyla iddianamede “devletin ve hukukun” dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılmasının temel hatalardan birisi olduğu,
Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmenin ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabileceği, partinin Başsavcının pozitivist ve militan laiklik anlayışı yerine özgürlüğü esas alan bir laiklik anlayışını benimsemesi nedeniyle irtica suçlamasıyla karşılaşmasının kabul edilemez olduğu, partinin, laikliği resmi bir yaşam biçiminden çok, farklı yaşam biçimlerinin bir arada yaşama-sına olanak sağlayan siyasal ilke olarak kabul ettiği, bu özgürlükçü tutumun batı demokrasilerinde de kabul edildiği, aksi taktirde belirli bir yaşam tarzına sahip azınlığın diktasının savunulmuş olacağı, partilerinin hiçbir zaman referan-dum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmediği,
Topluma karşı “neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz?” demenin vatandaşa tebaa muamelesi yapmak anlamı-na gelen çağdığı bir yaklaşım olduğu, vatandaşların mevcut hak ve özgürlüklerin yetmediği durumda, siyasal, kültürel ve bireysel yeni haklar talep edebileceği, sivil toplumun ve siyasi partilerin işlevinin de bunları toplulaştırmak, demok-ratik yollardan gündeme getirmek olduğu, uzun süre toplumun gündeminde olan bir olgunun zorunlu olarak siyasetin-de ve toplum temsilcilerin gündeminde de olacağı, nitekim Türki siyasal yaşamının demokratik ve laiklik açısından kuşku duyulmayan önemli kişilerin de aynı zorunu kendilerinden farklı şekilde gündeme getirdikleri ve çözülmesi gereğini beyan ettikleri, taleplerin başka partiler tarafından dile getirilmesi gerçeği karşısında yalnızca kendilerine karşı dava açılmış olmasının “konuşana göre muamele” anlamına geldiği,
Hukuku yapanların ve uygulayanların her özgürlük talebini rejimi yıkma teşebbüsü ve laikliğe karşı tavır ola-rak algılamasının, şu an sahip olunanın hak edilmediğini gösterdiğini, çünkü şu an sahip olunanın dünün talepleri olduğunu özgürlük mücadelesinin gösterdiği, bu çerçevede yeni anayasa gerekliliğinin uzun yıllardan beri devam ettiği ve çeşitli taslaklar veya önerilerin kamuoyuna sunulmuş olduğu, kendilerinin bunlardan farklı olmayan bir tasla-ğı sunmaları nedeniyle suçlanmalarının haksız olduğu,
Türkiye’nin çağdaşlaşma projesine iktidara geldikleri günden beri büyük bir ivmeyle devam ettikleri, toplu-mun çok önemli ölçüde değişim ve dönüşüm geçirerek hızla çağdaş ülkeler standardına ulaştığı, ancak bu tarihsel süreçte yoğun suçlamaların yaşandığı, eldeki davanın da bu suçlama geleneğinin bir ürünü olduğu, ülkede yaşanan gelişmelerle birlikte sorunların da bulunduğu, ancak demokratik toplumun geniş bir aile olduğu, her sorunun mahke-mede çözülmesi yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle, saygı ve alçak gönüllülükle çözmenin kalıcı olacağı, top-lumun sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesinin olaylar karşısında hisle, hamasetle veya husumetle değil, akılla, sağduyuyla çözmenin gerektiği, bunun adının “demokratik yöntemlerle sorun çözmek” olduğu, aksine hukuk kurumla-rının aşınıp güven kaybına uğrayacağı,
Partiye isnat edilen eylemlere ilişkin ikna edici hiçbir delil sunulmadığı, davadaki delillerin önemli bir kısmı-nın dava açılmasına karar verildikten sonra üretildiği, dolayısıyla davanın “google davası” olduğu, gazete kupürlerinin delil niteliğinin bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk siste-minde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmanın bir hukuk garabeti olduğu,
Beyan ve haberlerin delil niteliği bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının sunulmadığı, yurt içinde ve dışında yayınlanmış gazetelerdeki haberlerin tahrif edilerek sunulduğu, ek delillerle doğrulanmayan haberlerin, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmaların delil olarak kullanıldığı, sayısız haber kaynağının varlığı nedeniyle tekzip edilmeyen ifadelerin doğruluğun karine olarak kabul edildiği, kimi haberlerin bir birleriyle çatıştığı görülmeden aleyhe olan haberin kullanıldığı,
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözlerin delil olarak kullanılamayacağı, partinin kurulmasından önceki söz ve eylemlerin isnat edilmesinin hukuk güvenliğine aykırı olduğu, parti üyesi olmayan kişilerin eylemleri ile, partinin benimsemediği ve olumsuz tavır gösterdiği eylemlerin de partiye isnat edilemeyeceği,
İddianamede lehte olan delillere yer verilmemiş olmasının Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı olduğu, delil üretme gayretiyle masumiyet karinesi ihlal edilerek Anayasanın 38. maddesine aykırı davranıldığı,
Partinin anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline gelmediği, çünkü Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fık-rasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu, bu nitelikte olmasa da laikliğe aykırı eylemin mevcut olmadığı, iddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin ise siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan eylemler olduğu, eylemlerin yoğunluğunun partinin sahip olduğu üye sayısıyla da ilgili olduğu, dolayısıyla iddianamede belirtilen söz ve faaliyetler hukuka aykırı nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel yapısı ve üye sayısı dikkate alındığında bunların bir “yoğunluk” oluşturmasının da söz konusu olma-dığı, dolayısıyla bir benimseme tartışmasının yapılamayacağı,
Bu davada partinin yetkili organlarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar olmadığı, sadece AK Parti Genel Başkanının laikliğe aykırı olmayan “eylemleri”nin, daha doğrusu “ifadeleri”in kaldığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ışığında değerlendirildiğinde, bu davanın ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile serbest seçim hakkının ihlali olduğu, eylemlerinin laikliğe aykırı olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, demokrasiye uzak ya da yakın bir risk oluşturduğuna dair hiçbir delilin bulunmadığı, aksine partinin tasav-vur ettiği ve savunduğu modelin demokratik toplum modeli olduğu, partinin şiddet ile ilişkilendirilemeyeceği, iddia makamının AİHM kararını çarpıttığı, başta parti genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi partinin “hoşgörüsüzlük”le itham edilmesinin akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırı olduğu, bu ithamın esasen İddia makamı için geçerli olduğu, Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgâhladığı iğrenç Danıştay saldırı-sıyla, parti arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadelerinin hafif tabirle, iftira olduğu ve Başsavcılığın bu iftiraya işti-rak ettiği, aynı mantıkla, iddianamenin ardından partilerine yönelik saldırılar nedeniyle başsavcılığın da suçlanabilece-ği, bu düşüncenin zorlama olduğu,
Başsavcının kendi görev ve uzmanlık alanları dışındaki konuları yorumlama çabasını hukuksal gerçeklik ve bi-limin gereği olarak sunduğu, tarihi, dini, tıbbi bilgiler ile tamamen siyaset ve uluslararası siyaset konuları hakkında hüküm kurarak bunları iddianameye aktardığı,
Hiçbir partinin devamı olmadıklarının icraatları ve söylemlerinden anlaşılabileceği, dış politikaları ile laiklik arasında bir ilişki kurulamayacağı, uygulamaların devletin dış politikasının bir devamı niteliğinde olduğu,
Yasama faaliyetleri nedeniyle partinin sorumlu tutulamayacağı, çünkü bunun parti işlemi olmaktan çok yargı-sal yoldan denetlenebilir anayasal organ eylemleri olduğu,
Sonuç olarak haklarında açılan bu davada başsavcılığın özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta “niyet okuyuculuğu” yaparak olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girdiği,
Bu davada partiye yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebebin bulunmadığı, AK Partinin hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olduğu, AK Partinin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatlarının, onun demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koyduğu,
Cevap layihalarında ve eklerinde ortaya konan ve Anayasa Mahkemesi’nce re’sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki davanın reddine karar verilmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir.
Kapatma İsteminin Değerlendirilmesi
Anayasa’nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, “Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.”; 68. maddesinin dördüncü fıkrasında da “Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bö-lünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez” denilmektedir. Bu kapatma nedenleri 2820 sayılı Siya-sî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin ilk fıkrasının (a) bendinde aynen benimsenmiştir.
Anayasanın 68. maddesinin birinci fıkrasında, vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu vurgulanmıştır.
Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımla-maktadır. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında Anayasada öngörülen demokrasinin klasik ve çağdaş batı demokrasisi biçiminde anlaşılması gerektiği kabul edilmektedir. Bu nedenle demokrasinin kavramsal ve kurumsal niteliği, Anayasanın tüm somut kurallarının bütünsel yorumu ve bu bütünlüğün demokratik anayasacılık tarihi içinde özgülendiği amaç ve felsefe ışığında yorumlanarak anlaşılması gerekir.
Demokratik bir sistemin işleyişi için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları hazırlayan Türkiye Cumhuriyeti, 1946 yılında çok partili sisteme geçmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tercihi tarihsel olarak “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” sözünde ifa-desini bulmuştur. Anayasanın 6. maddesine göre, ulus bu egemenliğini Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanır. Bu yetkilerin demokratik kurucu iktidar olan ulus tarafından kabul edilmiş Anayasaya ve doğrudan demokratik meşru-iyete sahip yasa koyucunun iradesine uygun olarak kullanılması, egemenliğin ulusa ait oluşunun zorunlu bir sonucu olup, yetki kullanımını içeriksel olarak meşrulaştırmaktadır. Kurumların demokratik meşruiyeti Meclis ya da Cumhur-başkanı örneğinde olduğu gibi doğrudan halk tarafından seçilmekle veya doğrudan seçimle oluşturulmuş organların yetkilendirmeleri ve atamalarıyla dolaylı olarak sağlanır. Doğrudan ve dolaylı demokratik meşruiyet zorunluluğu, kamuya açıklık ilkesiyle birlikte yetki kullanımının demokratik yolla denetlenebilirliğini de sağlamaktadır.
Bu nedenle her bir devlet yetkisi kullanımının yukarıdaki ilkeler çerçevesinde demokratik meşruiyete dayan-ması, devlet yetkisi kullanan veya bu yetkiyi talep eden örgüt ve organların demokratik ilke ve değerleri içselleştirme-si, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının gereğidir.
Egemenliğin ulusa ait oluşu, temel siyasal kararları veren anayasal organların düzenli seçimler yoluyla ulus ta-rafından belirlenmesini zorunlu kılar. Her bir vatandaşın eşit ve özgür oy hakkına ve siyasi faaliyet özgürlüğüne sahip olması, seçimlerin ulusal iradeyi yansıtmasına olanak sağlar.
Demokrasi, demokratik düzen ile bu düzenin meşruiyet kaynağı olan toplumun beklentileri ve talepleri arasın-da karşılıklı etkileşimi zorunlu kılar. Demokratik siyasal düzen halkın değer ve adalet tasavvurlarını dikkate alarak, sosyal, ekonomik ve kültürel karşıtlıkları, en azından halkın çoğunluğunun onayını alacak tarzda çözer. Bunun temel koşulu ise, siyasal iradenin özgür bir müzakere ortamında mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlayacak bir toplumsal etkileşimin ürünü olmasıdır. Düşünce özgürlüğü, devletten ve diğer güç odaklarından bağımsız basın ve iletişim ku-rumları, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri ise bireysel özgürlüklerin yanında demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının da güvencesidir.
Demokraside azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı göstermesi, çoğunluğun da azınlıkların hak ve özgürlük-lerini korumayı kabullenmesi zorunludur. Demokratik kararlar, arkasında belirli bir çoğunluğun bulunduğu kararlar olmakla birlikte, modern demokrasilerde karar öncesi süreçte egemen olan ilke çoğulcu katılım ilkesidir. Çoğunluğun karar yetkisinin demokrasi ilkesine uygunluğu, her türlü baskı ve yönlendirmeden bağımsız parlamento çalışmaları, özgür bir kamuoyu, iletişimsel ve kollektif özgürlüklerin etkin ve özgür biçimde kullanılabilmesiyle sağlanır. Bu nedenle demokrasi, Anayasada soyut bir ilkeden çok, siyasal sistemin ana yapısı olarak belirlenmiş, kurumsal yapıları, yetki paylaşımı ve sorumluluk sistemi buna göre düzenlenmiş bulunmaktadır.
Anayasanın 6. maddesi ulusun sahip olduğu egemenliği Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanacağını belirterek, demokrasi tercihini öne çıkarmıştır. Yasama organı ile Devletin ve yürütme organının başı olan Cumhur-başkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçilmesini öngören Anayasa, ulus temsilcilerinin iktidar kullanımının periyodik seçimlerle güncellenmesini zorunlu kılarak, zamanla sınırlı iktidar ilkesini benimsemiştir. Bu şekilde hem temsilcilerin ulusun talep ve beklentilerini dikkate alan bir siyaset yapması, hem de sonraki kuşaklara karşı sorumluluk içinde davranmaları sağlanmış olur.
Temsili parlamenter demokrasinin temel özelliği, parlamentonun toplumdaki siyasal eğilimleri yansıtabilmesi, karar sürecinin kamuya açık özgür müzakerelerde belirlenmesi ve siyasal ve hukuksal hesap verilebilirlik ilkelerinin mevcut olmasıdır.
Temsili parlamenter sistemin etkinliğini ve işlevselliğini siyasi partiler sağlar. Özgür siyasi partilerin olmadığı bir sistemin demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Çünkü siyasi partiler olmaksızın, toplumsal talep ve beklentilerin siyasal direktifler biçiminde somutlaşması, ulusal iradenin oluşması, toplumsal barışın sağlanması ve devlet yönetiminin halka dayanması mümkün değildir.
Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla egemenliğin sahibi ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan kullanamaması, temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun çözümü, ancak karmaşık toplumsal beklentileri ve gereksinimleri somutlaştıran, bunları iktidara yönelik genelleştirilmiş eylem programları biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu tarafından tercih edilen, temelinde siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren aracı organların mevcudiyetine bağlıdır.
Toplumlar çok farklı düşünce ve tercihlerin hüküm sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin akı-şının sağlandığı yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları, hukuksal kurallar, toplumdaki çatışma ve farklılık-ların barışçı yolda düzenlenmesine olanak verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma işlevi toplumsal farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce örgütlenerek siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanı-mına katılmasıyla yerine getirilmiş olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesidir. Anayasa ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere açılmasını ve zaman içinde doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri barındıran temel kurallar bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin siyasal yaşama yansıtılmasının engellenme-si demokrasiyle ve temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan fikirlerin ürünü siyasi partilerin bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun bırakılması ve başka yollarla tehlike savma refleksi demokratik siyasetle çelişki oluşturur.
Siyasi partiler bu farklı düşünceleri örgütleyip, siyasi düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine meşru-iyet dayanağı sunan toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler. Dolayısıyla siyasi partilerin hem sayısal olarak ve hem de program yönünden çoğulculuğunun sağlanması, demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu nitelikleriyle siyasi partilerin Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini gerçekleştiren yaşamsal organlar oldukları açıktır. Demokratik siyasetin ancak siyasi partiler yoluyla üretilebildiği günümüz demokrasilerine bu nedenle partiler demok-rasisi de denmektedir.
Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet erkine yönelik toplumsal talep-leri yalnızca dile getiren kurumlar değil, toplumsal direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasanın konuya ilişkin kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Söz-leşmesi’nin “örgütlenme”, “düşünce ve ifade” özgürlüğünü düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.
Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu sayılmaları nedeniyle siyasî partiler Anayasa’da özel olarak düzen-lenmiş, 68. maddenin ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden farklı olarak kuruluş ve faali-yetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasa’nın 14. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek sa-yılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.
Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasî partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.
Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasa hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle doğacak uyuşmazlıklarda ulus-lararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını öngörmektedir. Türkiye’nin hukuk düzeni ile çağdaş demokrasilere egemen ilke ve uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını amaçlayan bu kural, kurucu üyesi ya da üyesi bulundu-ğumuz uluslararası kuruluşlarca oluşturulmuş özgürlük standartlarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Anaya-sanın somut kuralları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin içtihatları ile Avru-pa ortak standardını somutlaştıran Venedik Kriterleri birlikte, bir yandan Anayasanın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının gereği olarak siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer yandan son çare olarak dü-şünülen siyasi parti kapatma yaptırımı uygulanmasının demokratik düzenin korunması ve güçlenmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede bir siyasi partinin tüzüğü ve programı ile eylemlerinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fık-rasında korunan ilkelere aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa’nın siyasi partilere verdiği özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle, Anayasanın 69. maddesi uyarınca tüzük ve program-larındaki söylemleri ya da eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibariyle aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.
Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde demokratik ilkelere aykırı bir amaç ta-şımadığı ve şiddeti teşvik edip araç olarak kullanmadığı veya demokrasiyi ve demokraside tanınan hak ve özgürlükleri yok etmeyi amaçlayan bir siyasi partiye dönüşmediği sürece siyasi partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildi-ğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da siyasi partilerin salt düşünce açık-lamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız, olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek tehditleri engellemiştir.
Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet ilkesi, egemenliğin ulusa ait olduğu, ulusal irade dışın-da herhangi bir dogmanın siyasal düzene yön vermesi olanağının bulunmadığı, hukuk kurallarının dinsel buyruklar yerine demokratik ulusal talepler esas alınarak aklın ve bilimin öncülüğünde kabul edildiği, çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din ve vicdan özgürlüğü-nün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı ve anayasada öngörülenin ötesinde herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı, dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklandığı, devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyeti öngörmektedir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan ve çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve aydınlanma döneminden alır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasal-laşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temel-lerden biridir. Laikliğin bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi olanaksız kılar. Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mut-lak hakikat iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek top-lumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Refah Partisi kararında da ifade bulduğu gibi, laikliği reddeden düzenle-rin demokratik olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. Ulusal egemenlik ilkesi laikliğin bir gereği olduğu gibi, demokra-sinin temel koşulu da ulusal egemenliğin yine ulusun doğrudan ya da dolaylı katılımıyla kullanılmasıdır. Demokratik katılımın bulunmadığı sistemlerde ulusal egemenlikten söz edilemeyeceğinden, esasen laiklikten de söz edilemez. Laikliğin temel bir değer olarak kabul edilmediği sistemlerde ise, inançlar ve dinler arasında ayrımcılık ve imtiyazlar söz konusu olacağından, ulusun tüm mensuplarının egemenliğin kullanımına eşit biçimde katılımından, buna bağlı olarak demokrasiden söz edilemez. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu zorunlu ilişki, Anayasanın her iki ilkeyi de cumhuriyetin değiştirilemez nitelikleri arasında kabul etmesini gerektirmiştir. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinin yalnızca laikliğe veya demokrasi ilkesine değil, “demokra-tik ve laik cumhuriyet” ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, her iki kavramın birlikte Türkiye Cumhuriyetinin niteliğini somutlaştırdığı görülmektedir.
Bu nedenle laikliğe aykırı eylemlerde bulunduğu ileri sürülen siyasi partiler hakkında yapılacak değerlendir-melerde her iki kavramın azami geçerlilik kazanacağı bir yorumun esas alınması gerekmektedir.
Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasına göre “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kulla-namaz.” Anayasakoyucu ülkenin koşullarını dikkate alarak dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasını laiklik ilkesinin korunması bakımından zorunlu görerek yasaklama yolunu seçmiş ve bunları siyasal ifade ve eylem özgürlüğünün kapsamı dışında bırakmıştır. Laiklik ilkesi-nin değerlendirilmesinde bu kuralın göz ardı edilmesi olanaksızdır.
Dinin sosyal bir kurum olması nedeniyle toplumda dinsel özgürlük taleplerinin ya da gereksinimlerin ortaya çıkması, siyasi partilerin bu sorunlara ilişkin politika belirlemesini gerektirebilir. Ancak Anayasanın 24. maddesindeki açık hüküm gereği, siyasi partilerin bu taleplere yönelik politika üretirken, dini ve dince kutsal sayılan değerleri ve dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek toplumda dinsel talep ekseninde ayrışmalara yol açması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Toplumsal sorunların ve ülkenin aşması gereken birçok engelin yoğunluğu ve karmaşıklığı dik-kate alındığında, dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini zedeleyebilir. Bu ilişkinin zedelenmesi siyaset ile toplum arasında yabancılaşmaya ve siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu sakınca, söz konusu eylemlerin devlet iktidarını kullanan bir parti tarafından işlenmesi durumunda daha da artar.
Anayasa tarafından demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanan partiler bakımından di-nin siyasete alet edilmesinin siyasi partilerin demokratik işleviyle de uyumlu olduğu kabul edilemez.
Davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen “demokratik ve laik cumhuriyet” il-kesine aykırı bazı eylemleri belirlenmiştir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Kuran Kurslarına yönelik yaş kısıtlaması ve İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı sınırlamasının kaldırılmasına yönelik toplumsal taleplerin bulunduğu görülmektedir. Ancak davalı partinin bu doğrultudaki siyasal mücadelesini laiklik ilkesinin Anayasanın somut kurallarında ortaya çıkan tercihe uygun biçimde yürüttüğü savunulamaz. Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel konulardaki duyarlı-lıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış, toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyase-tin gündeminde yer alması güçleşmiştir. Davalı parti kurulduktan hemen sonra girdiği ilk genel seçimlerde tek başına iktidar olarak ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun yalnızca kendi siyasal tabanına karşı değil, tüm ülkeyi kapsayan, kamu yararı amacıyla ve devlet iktidarı kullanımı için geçerli tüm anayasal ilkelere uygun olarak yerine getirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Dinin ve dinsel duyguların istismarı nedeniyle laikliğe aykırı görülen davalı parti eylemlerinin toplumu devlete ve siyasete yabancılaştırması yoluyla demokratik işleyişi engelleyebileceği ve anayasal düzenin meşruiyetinin sorgu-lanmasına yol açabileceği inkâr edilemez.
Organ sıfatıyla davalı Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ile üyelerden 22. Yasama dönemi Mec-lis başkanı Bülent ARINÇ, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, Milletvekilleri İrfan GÜNDÜZ, Abdullah ÇALIŞ-KAN, Resul TOSUN, Selami UZUN, Hasan KARA ve üye Hasan Cüneyt ZAPSU’nun; yerel yöneticilerden Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa TARLACI ve Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN’ın eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin kararlılıkla ve parti üyeleri tarafından yoğun bir biçimde işlendi-ğini göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı kararıyla iptal edilen 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un teklif edilmesi ve yasalaş-masının sağlanmasıyla davalı partinin bu eylemleri benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir.
Haşim KILIÇ davalı partinin demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüne katılmamıştır.
Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin yaptırımı
Yukarıdaki ölçütler ışığında davalı partinin laik düzeni ortadan kaldırma, laikliğin temel esaslarını zedeleme ve buna bağlı olarak demokratik düzeni ortadan kaldırma amacını taşıyıp taşımadığını saptayabilmek için, aleyhteki delillerin yanında, lehteki olguların da değerlendirilmesi, hukuk devletine uygun bir yargılamanın temel koşuludur.
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri 14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından bir yıl sonra 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde %34,28 oranında ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise %46,57 oy alarak Meclis çoğunluğunu elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinden beri prog-ramını ve amacını gerçekleştirebilecek parlamento çoğunluğuna, devletin ulusal ve uluslararası politikasını belirleme gücüne ve iktidar olanaklarına sahiptir.
Davalı partinin tüzük ve programında laikliğe aykırı bir sistem arayışı saptanamamıştır. Bununla birlikte dava-lı siyasi partinin programında ilan ettiğinden farklı amaç ve eğilimleri gizleyebilmesi mümkündür. Söz konusu parti-nin bu tür eğilimler taşıyıp taşımadığını tespit etmek için, programının içeriği, parti organlarının eylemleri ve savun-dukları görüşlerle karşılaştırılmalıdır. Partinin bu eylem ve görüşleri bir bütün olarak, yukarıda belirtilen çerçevede anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini somutlaştırdığı takdirde, o partinin kapatılması söz konusu olabilir.
İddia makamı tarafından davalı partiye isnat edilen ve Anayasa Mahkemesince kanıt niteliğinde bulunduğu saptanan eylemlerin ağırlıklı çoğunluğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce 22. Yasama döneminde gerçekleşmiştir. Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Davalı parti üçte iki oranında yenilenerek 23. Yasama döne-minde TBMM’de yerini almıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde davalı parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda saptanan ayrık haller dışında; davalı partinin iktidarı döneminde 1963 Ankara Antlaşması’yla birlik-te Türkiye’nin temel dış politikası haline gelen Avrupa Birliği’ne giriş çabası sürdürülmüş, adaylık statüsünün elde edildiği 1999 yılından başlatılan hukuksal ve siyasal reformlara hız verilmiş, gerek Anayasa’da gerekse yasalarda esaslı değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede Anayasanın 10., 30., 38., 90. ve 101. maddelerinde yapılan değişiklikler-le savaş zamanlarında dahi ölüm cezalarını olanaklı kılan kurallar Anayasadan çıkarılmış, uluslararası insan hakları sözleşmelerine yasaların uygulanmasında öncelik tanınarak ulusal uygulamaların uluslararası insan hakları standartla-rına uygunluğu sağlanmış, basımevi ve basın araçlarının hiçbir şekilde suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonamayacağı esası benimsenmiş, kadın-erkek eşitliğinde ileri bir aşama olan pozitif ayrımcılık temel bir anayasal ilke olarak kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçil-mesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni sayılması, Uluslararası Ceza Divanın yargılama yetkisinin kabul edilmesi, 1966 tarihli Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmeleri başta olmak üzere birçok uluslararası temel hak ve özgürlük belgesinin iç hukuka aktarılması, gayrimüslim azınlıkların statülerinde iyileştirme sağlayan yasaların kabul edilmesi, daha az temel hak sınırlaması içeren dernekler yasasının kabul edilmesi gibi, ülke-nin daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması çabaları, özellikle ataerkil ve geleneksel toplumsal yapıyı modern bir dönüşüme açma fırsatı sunan kadın-erkek eşitliğinin Anayasaya aktarılması, Avrupa Birliğiyle müzakerelerin başlatılması, uluslararası sorunların barışçı yolla çözümüne aktif katkısı dikkate alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır.
Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını taşıyan ve TBMM’de temsil edilen kimi partilere mensup milletvekillerin teklif ve Genel Kurulda oylanması sırasındaki desteğiyle kabul edilen 5735 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun’un laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına ilişkin delile de rastlanılamamıştır.
Bu açıklamalar ışığında davalı partinin demokrasiyi ve laik devlet düzenini ortadan kaldırma veya anayasal düzenin temel esaslarını şiddet kullanarak ve hoşgörüsüzlükle tahrip etme amacı, bu amacı somutlaştıran eylemleri ve elindeki iktidar olanaklarını şiddet doğrultusunda kullandığına ilişkin veriler saptanamamış, bu eylemler kapatmayı gerektirecek ağırlıkta görülmemiştir.
Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışı-nı somutlaştırması, toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması, eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, da-yatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı partinin bütününü ve temel politi-kasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır.
Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koyma-yan, hukuk devletine olan inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı-lığı saptanan söz konusu eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Açıklanan nedenlerle Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasa’nın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca davalı partinin almakta olduğu yıllık devlet yardımından bu kararın Resmi Gazetede yayımlandığı yıla tekabül eden miktarının yarısı oranında yoksun bırakılması, yardımın tamamı ödenmişse aynı mikta-rın hazineye iadesine karar verilmesi gerekir.
Haşim KILIÇ davanın reddi, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Ayla Zehra PERKTAŞ davalı partinin kapatılması gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır.
VII- SONUÇ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü, SP. Hz. 2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa’nın 68. maddesinin dör-düncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın “Parti’nin kapatılması”; Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Serdar ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ’nin “Parti’nin kapatılması yerine Devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması”; Haşim KI-LIÇ’ın ise “davanın reddi” gerektiği yolundaki oyu sonucunda, Anayasa’nın 149. maddesinin birinci fıkrasında siyasi partilerin kapatılması için öngörülen nitelikli çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle, 2949 sayılı Yasanın 33. maddesi-nin göndermesiyle 5271 sayılı Yasanın 229. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, en aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla, Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2008 yılında aldığı (son yıllık) DEVLET YARDIMI MİKTARININ YARISINDAN YOKSUN BIRAKILMASINA,
B- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesine,
30.7.2008 gününde karar verildi.

Başkan
Haşim KILIÇ Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT Üye
Sacit ADALI

Üye
Fulya KANTARCIOĞLU Üye
Ahmet AKYALÇIN Üye
Mehmet ERTEN

Üye
A. Necmi ÖZLER Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR Üye
Şevket APALAK

Üye
Serruh KALELİ Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ

KARŞIOY GEREKÇESİ
Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir.
Rosa Luxsenburg
Siyasal hayatın vazgeçilmezi olarak nitelenen siyasi partiler, kapatma yaptırımı ile karşılaşmamak için kendini “olduğu gibi” ortaya koyamamış, Anayasa’nın ya da Anayasa Mahkemesi’nin “nasıl olması gerektiği” yolundaki ölçülerine uymaya çalışmıştır. Partilerin olması gereken özgürlük alanları ile Anayasa dışı olma alanı arasında kuru-lamayan denge Türkiye’de dünyada rastlanmayan sayıda partinin kapatılmasına neden olmuştur. Bu düşünce ile siyasi partilere sınırsız bir özgürlük alanının gerektiği kastedilmemiştir. Bir türlü yakalayamadığımız uluslararası çağdaş ölçüler yerine bize özgü demokrasi, laiklik ve hukuk devleti anlayışı ve bu değerlerin dar bir alanda yorum-lanması belirtilen sonucu doğurmuştur.
Türk siyasi hayatında kapatılan partilerin genel olarak “bölünmez bütünlük” ile “laiklik” ilkesine aykırı ey-lemleri nedeniyle gerçekleştiği görülmektedir.
Dava konusu siyasi partinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği” iddiası ile kapatılması istemi Av-rupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu gerekçeye dayalı görüşlerine önem kazandırmaktadır.
Bu noktada Anayasamızın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan hukuksal değerlerin anlam ve kapsa-mının açıklanma zorunluluğu vardır. Anayasa’nın 68/4 maddesine göre; siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri Devletin bağımsızlığına, bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı gibi sınıf ve zümre diktatörlüğünü amaç-layamaz ve suçu teşvik edemez.
Görüldüğü gibi, belirtilen ilke ve yasakların oldukça kapsamlı olması, sınırlarının çizilmemesi, her türlü anla-yış ve yoruma açık olması, siyasi partileri sıkıntıya sokacak niteliktedir. 68/4 kapsamındaki korunan hukuksal değerle-rin 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nda açılımı yoktur. Anayasa hükmünün yasalarla hayata geçirilmesi onların açık, bilinebilir ve öngörülebilir olmasını sağlar. Anayasal hükümlerin genel olarak doğrudan uygulanma nitelikleri yoktur. Bu özellikleri nedeniyle Anayasa’da belirlenen hak ve özgürlüklerin kullanım ve sınırlarına ilişkin (siyasi partiler de olsa) Anayasa’nın 13. maddesine uygun belirli, genel ve soyut bir yasal düzenlemenin zorunluluğu açıktır. Belirlilik ilkesi bu yasal sınırlamanın yargısal ya da idari bir tasarrufa ihtiyaç bırakmayacak açıklıkta olmasını zorunlu kılar.
Anayasanın 68/4 maddesindeki korunan hukuksal değerlerin açılımı yasayla yapılmadığına göre, Anayasa Mahkemesi’nin bu boşluğu doldurma görevini yine Anayasa’ya uygun olarak çözümlemesi gerekir.
Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, Anayasa Mahkemesi 68/4 kapsamında yaptığı değerlendirmelerinde usu-lüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla çatışmaya meydan vermeme-lidir. Bu gereklilik nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma davalarında kullandığı standart ölçüleri gözardı etmesi düşünülemez. Aksi halde Anayasa Mah-kemesi’nin bu davalarda oluşturduğu değişken ve subjektif değerlendirmeleri siyasi hayatı belirsizliğe itecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle kapatılan Refah Partisi davasındaki değerlendirmeleri önemlidir. Mahkeme, Refah Partisi’nin kapatılması kararını sözleşmeye aykırı bulma-dığını şu şekilde özetlemektedir. “Bu davada sözkonusu müdahalenin zorlayıcı bir sosyal gereksinim sonucunda olup olmadığı sorununun incelenmesiyle bağlantılı olarak üstte sayılan noktaların toplu olarak değerlendirilmesinde Mah-keme, Refah üye ve liderlerinin Anayasa Mahkemesi kararında da belirtilen eylem ve konuşmalarının tüm partiye isnat edilebilir olduğu, bu eylem ve konuşmaların Refah’ın çok hukuklu sistem çerçevesi içinde şeriata dayalı bir rejim oluşturmaya yönelik uzun dönemli bir politikanın varlığını ortaya çıkardığı ve Refah’ın politikasını uygularken ve öngördüğü sistemi yerleştirirken kuvvete başvurma olasılığını dışlamadığı sonucuna varmıştır. Bu planların demokra-tik toplum kavramıyla bağdaşmaması ve Refah’ın bunları uygulamaya geçirmek için yakaladığı fırsatların demokrasi-ye yönelik tehdidi daha somut ve daha yakın kılması karşısında, Anayasa Mahkemesi tarafından başvuranlara uygu-lanan cezanın sözleşmeci Devletlere tanınan yorum hakkının sınırları içinde “zorlayıcı bir toplumsal gereksinimi makul bir biçimde karşılayan nitelikte olduğu düşünülmektedir.”
Buna göre, Refah Partisi’nin, çok hukuklu bir sistem istemekle “demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşır olma-yan” şeriat düzenini hedeflediği, bu düzenin gerçekleşmesi için demokrasi dışı (cihat çağrısı şiddet olarak değerlendi-rilmiştir.) yollara başvurması olasılığının yüksek olması ve bu olasılığın dışlandığı yönünde adımlar atılmaması gerek-çesiyle kapatılması sözleşmeyi ihlal olarak görülmemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, demokrasiyle bağdaşır olmayan bir düzeni kurmak amacıyla şiddeti araç olarak kullanmak durumundaki partilerin kapatılabileceğine onay vermektedir.
Bu kriterler gözetilerek davalı partinin laiklik karşıtı fiillerin odağı haline gelip gelmediği değerlendirilmiştir.
İnsan haklarına saygılı Devlet, Anayasa’da temel hak ve özgürlük olarak düzenlenmiş ve güvenceye kavuştu-rulmuş insan haklarına saygılı devlet anlamına gelir. İnsan haklarına saygılı ifadesi ile 14. maddedeki “İnsan haklarına dayalı devlet” ifadesi birlikte okunduğunda, Anayasa’nın devletin meşruiyet ve varlık nedenini “insan hakları ve öz-gürlüklerinde” gördüğü ortaya çıkar. Anayasa’nın 5. maddesi de tüm temel hak ve özgürlüklerin önündeki sosyal, hukuksal ve ekonomik engellerin kaldırılmasını devlete bir ödev olarak yükler.
Bireylerin dini inanç ve kanaat özgürlüğünün yanında, inanç ve kanaatlerini dışa yansıtma ve yaşamlarını dini inanç ve kanaatlerine göre sürdürme hakkı da Anayasa’nın tanıdığı bir temel insan hakkıdır. Dolayısıyla Cumhuriyetin değişmez niteliğinden biri olan insan haklarına saygılı/dayalı devlet ilkesi, devlet erki kullanan tüm kurumları bireyle-rin dini inanç, kanaat ve dinsel pratik özgürlüğüne saygılı olmaya, kişinin bu özgürlüğünün önündeki engelleri ortadan kaldırmaya zorunlu kılmaktadır.
Laiklik ilkesinin bu Anayasal tercihi zayıflatıcı biçimde yorumlanmasının, farklı uygulamaları da olsa çağdaş dünyanın laiklik anlayışıyla bağdaşmadığı düşünülmektedir.
Davalı Parti’nin “ODAK” olduğu konusunda varılan sonuca, sözkonusu siyasi parti genel başkanı ve üyeleri-nin genel olarak üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, imamhatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte uygula-nan katsayı ve kuran kursları üzerine gerçekleştirdikleri söz ve eylemleri esas alınarak varılmıştır. Belirtilen konulara ilişkin söz ve eylemler Anayasa’nın 68/4 maddesinde belirtilen “laik Cumhuriyet” ilkesine aykırılık olarak nitelendi-rilmiştir. Bu nedenle Anayasa da yer alan “laiklik” ilkesinin irdelenmesi gerekli görülmüştür.
Anayasa’nın 24. maddesinde din derslerinin zorunluluğu öngörülmüş, 136. maddesinde Diyanet İşleri Baş-kanlığı aracılığı ile devletin bireylere dini inançları konusunda hizmet vermesi kabul edilmiş, yasal düzenlemelerle de imam hatip okulları ile kuran kursları devletin eğitim ve öğretim kurumlarının parçası haline getirilerek devletin dinle olan ilişkisi düzenlenmiştir.
Gerekçesi ne olursa olsun laiklikle ilgisi bulunmayan bu düzenlemelerin Türkiye gerçeğinden doğduğu kabul edilmelidir. Ancak bu gerçeklere laiklik boyutundan bakıldığında devletin dinle ilgisini kesmediği açıktır. Belirtilen düzenlemeler, Türk halkına verilen dinsel içerikli eğitim, öğretim, kurs ve uygulamalarla hayata geçirilmiş, bireyler buradan aldıkları dini kültürle dini yaşamalarına yön vermişlerdir. Verilen bu kültürle davalı partinin aldığı cezanın dayanağı olan başörtüsü, imam hatip liseleri ve kuran kurslarına ilişkin söylemleri arasında ciddi bir bağlantı vardır. Yasal zeminde dinsel öğretilere kavuşan bireyler verilen bu bilgileri hayata geçirme aşamasında sorunlarla karşılaş-mışlar, bu sorunların toplu biçimde sözcülüğünü yapan siyasi partiler ise kapatılma yaptırımı ile karşı karşıya kalmış-lardır. Bu çelişki yaşanmaya devam etmektedir.
Anayasamızda bize özgü olan bu laik yapının siyasi partilerin kapatılma davalarında gözardı edilmesi müm-kün değildir. Zira böyle bir yapıda dinsel alanlarla-siyasal alanın kesişmesi kaçınılmazdır.
Devletle bağlantılı bu dinsel düzenlemeler olmasaydı bile, Anayasa’nın 24. maddesinde öngörülen din ve vic-dan özgürlüğü, buna bağlı olarak ifade özgürlüğü ve eğitim ve öğretim hakkı, dinsel kaynaklı bireysel taleplerin ve buna bağlı olarak toplumsal taleplere çözüm öneren siyasi partilerin vazgeçilmez güvenceleri olduğu kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekir ki laikliğin temel unsurlarını yok etmeye yönelik taleplerin bu güvence kapsamında olduğu düşünülemez.
Bir siyasi parti, dinsel bir inancı benimseyemez ya da onun propagandasını yapamaz. Devletin düzeninin din kuralları ile yönetilmesine ilişkin taleplerle ilgilenemez. Ancak, bu inanç ya da dinsel öğretinin dış dünyaya yansı-ması ile bağlılarının ihtiyacı olan özgürlük alanı ile ilgilenmesi de engellenemez. İlgi duyulan din değil özgürlüktür. Siyasi partilerin yaptığı da bu özgürlüğün sözcülüğüdür.
Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi siyasi parti kapatma davalarında demokrasinin, laikliğin ve hukuk devleti-nin temel ögelerinin partilerce reddedilip edilmediği, partilerin demokratik ve laik hukuk devletine düşmanca tavrının olup olmadığı, insan onurunu aşağılayan amacının varlığı ya da farklı düşünenlere hoşgörüsüzlük konularında ince-leme yapmak zorundadır. Meşruiyet zemini olmayan bu amaçlara uluşmak için zor ve şiddet kullanma yönteminin benimsenmesi ya da buna çağrı yapılması bir partinin kapatılması için yeterli gerekçe oluşturacaktır. Başka bir anla-tımla siyasi partilerin amacı ile bu amaca ulaşmak için kullandıkları aracın demokratik bir düzende kabul edilebilir bir niteliğe sahip olduğu sonucuna varılırsa kapatılma sözkonusu olamayacaktır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Genel Başkanı ve diğer üyelerinin kapatılma isteminde delil olarak ileri sürü-len söylem ve eylemlerinin değerlendirilmesine gelince;
Başsavcı; belirtilen söylemlerden yola çıkarak sözkonusu partinin laik düzeni ortadan kaldırarak şeriat düze-nini yerleştirme amacı taşıdığını ileri sürmüş, bu nedenle de kapatılmasını istemiştir. Başsavcı partinin laik düzeni ortadan kaldırma amacını tesbit ederken genel olarak üniversitelerde yaşanan başörtüsü yasağı, imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girerken uygulanan katsayı ve kuran kurslarının sorunlarına ilişkin parti mensupları tarafın-dan yapılan konuşmaları ağırlıklı olarak değerlendirmeye almıştır. Hemen belirtmek gerekirse ileri sürülen delillerin çok büyük bir bölümü gazetelerin haber küpürleri ile internet kaynaklı yorum ve haberlerden oluşmaktadır. Toplumun yarıya yakınının onayını alan bir siyasi partinin kapatılması için bu tür delillerin ses ya da görüntü kasetleriyle teyit edilmemesi, olması gereken ciddi bir hazırlık aşamasının ne kadar sorunlu olduğunun açık göstergesidir. 400’ü aşkın delilin büyük bölümüne bu sorun nedeniyle herhangi bir değer atfedilmemiştir. Değerlendirilmeye parti genel başkanı ve diğer mensuplarının 30 söylem ve eylemi esas alınmıştır. Bu söylemlere ilişkin yapılan değerlendirmelere de katıl-ma olanağı bulunulamamıştır.
Bu söylemlerin laikliği ortadan kaldırma amacı taşıdığını söylemek oldukça zordur. Zira siyasi partilerin tek sermayesi toplumsal sorunlar ve taleplerdir. Bir boyutuyla öğrenim diğer boyutuyla din ve vicdan özgürlüklerini ilgi-lendiren bu konuların siyasi bir parti tarafından dile getirilmesi hem Anayasamızın hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin güvence altına aldığı ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Din ve vicdan özgürlüğünü ilgilendiren bir sorunun Türkiye’de nasıl çözüleceği ya da ifade edileceği oldukça sorunludur. Zira sözkonusu partinin kapatılması isteminin önemli bir bölümünü içeren üniversitelerdeki başörtü soru-nu tüm partiler tarafından dile getirilerek çözüm önerilirken bu söylem ve önerilerin bazı partiler için kapatılma sebebi sayılması bazıları için ise hiç sorun yaratmaması dikkat çekicidir. Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan deği-şiklikte bu kapsamdadır.
Anayasa’nın 68/4. maddesi kapsamında görülerek Parti’nin kapatılması için ileri sürülen eylemlerin laikliği ortadan kaldırmak suretiyle şeriat düzenini getirme amacı ile nitelendirilmesi ağır, ölçüsüz ve demokratik sabırla çelişen yaklaşımlardır. Başka bir anlatımla, demokratik düzen reddedilmeden laikliğin somut düzenleniş ve uygulanış biçimine aykırı söylemler şiddet içermedikçe ifade özgürlüğünün güvencesi altındadır.
Davalı siyasi partinin iktidar olduğu süreç içindeki tüm çalışmaları ve etkinlikleri birlikte değerlendirildiğinde, demokratik düzeni reddeden bir amacına ulaşılamadığı gibi eylemlerinin şiddet ya da şiddete çağrıyı içermemesi nedeniyle laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğundan sözedilemez.
Bu nedenle, ne kapatılma ne de Devlet yardımından mahrum bırakılma düşüncelerine katılmadım.

Başkan
Haşim KILIÇ

KARŞIOY GEREKÇESİ
Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devle-tin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”; 69. maddesi-nin dördüncü fıkrasında, “siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Ana-yasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır”; beşinci fıkrasında, “Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.”; altıncı fıkrasın-da, “Bir siyasi partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılma-sına, ancak, onun bu nitelikteki fiilerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle : 03.10.2001 - 4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açık-ça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.”; 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa ile eklenen fıkrada da “Anayasa Mah-kemesi, yukarıdaki fıkralara göre temelli kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebilir.” denilmektedir. Bu kapatılma nede-nine 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinde de aynı biçimde yer verilmiştir.
Hakkında açılan kapatılma davasında, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen eylemler kapsamında yer alan lâiklik karşıtı eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiği bire karşı on oy ile saptanmış ancak, bu eyleme uygulanacak yaptırım için kullanılan altı kapatılma oyunun Anayasa’nın 149. maddesinin ilk fıkrasında belirtilen beşte üç oy çoğunluğuna ulaşamaması nedeniyle bunun yerine dava konusu fiille-rin ağırlığı gözetilerek, kullanılan bir ret oyuna karşı dört devlet yardımından kısmen yoksun bırakılma oyu, 2949 sayılı Yasa’nın 33. maddesinin göndermesiyle uygulanan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası’nın 229. maddesi uyarınca sonucu belirlemiştir.
Anayasa’nın 68. maddesinin ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları, üçüncü fıkrasında da siyasi partilerin önceden izin almadan kurulacakları, Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilerek, siyasi yaşam için taşıdıkları büyük öneme işaret edilmiştir. Bu esaslar, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 4. ve 5. maddelerinde de aynen benimsenmiş 3. maddesinde yapılan tanımlamada ise, işlevleri daha açık bir şekilde ifade edilerek, “siyasi partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışma-ları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilâtlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlardır.” denilmiştir.
1982 Anayasası’na koşut hükümler içeren 1961 Anayasası’nın 56. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gi-bi, “modern demokrasilerde vatandaşlar 18 ve 19 uncu yüzyıllar Anayasa teorilerinde ifadesini bulan tarzda yalnız kendilerini temsil edecek kişileri seçmemektedirler, aynı zamanda kendi fikir ve kanaatlerinin temsilini de istemekte-dirler. Başka bir deyimle çok partili demokratik siyasi hayatın gelişmesiyle farazi temsil yerine seçmenlerin partiler arasında siyasi tercihlerine dayalı bir temsile doğru gidilmektedir. Demokrasinin gelişmesinde ileri ve önemli bir aşama olan bu durum siyasi partilerin varlığını zorunlu kılmaktadır.”
Siyasi partilerin, demokratik siyasi yaşamın temel unsuru olmaları nedeniyle özgürce kurulup, etkinliklerini kesintisiz olarak sürdürmeleri gerektiğinde duraksanamaz.
Siyasi partilerin işlevleri ile çok partili demokratik siyasi hayatın gelişmesine paralel olarak vatandaşların siya-si partilerden beklentilerindeki artış, çağdaş demokrasilerde siyasi partilerin ne denli önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Ancak, siyasi partilere, demokratik yaşamdaki bu önemli yerleri nedeniyle Anayasa ve yasalarla tanı-nan güvencelerin, onlara öncelikle devletin temel niteliklerine bağlı kalarak etkinlikte bulunma yükümlülüğü getirdiği kuşkusuzdur. Siyasi partilerin bu yükümlülüğe uymamaları durumunda kapatılmaları yoluna gidilmesi ise, devletin demokratik rejimi koruyabilmesi için başvurduğu bir önlemdir.
1961 Anayasası’nın 57. maddesinin gerekçesinde de “Devlet hayatında olağanüstü bir role sahip olan siyasi partilerin, demokrasi düzenini ve Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici bir kuvvet haline gelerek cemiyeti felâkete sü-rüklemesi karşısında Devletin seyirci kalamayacağı aşikârdır. Bu sebepledir ki, tasarıda yeni Alman Anayasasında olduğu gibi, Devlete veya demokratik nizama cephe alan partileri kapatma esası kabul edilmiştir. İnsan Hakları Evren-sel Beyannamesinde ve Avrupa İnsan Hakları Anlaşması’nda da aynı esas hürriyeti tahribe müncer olan bir hürriyetin tanınmamış olduğu ifade edilmek suretiyle benimsenmiştir.” denilerek demokratik rejim için tehdit oluşturmaları durumunda siyasi partilerin kapatılmalarının, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalara da aykırılık oluşturmayacağı vurgulanmıştır.
Demokratik rejimlerde, vazgeçilmez bir yere sahip olmaları nedeniyle siyasi partilerin kapatılmalarının her durumda uygulanabilir bir yaptırım olamayacağı açıktır. Bu yaptırımın uygulanabilmesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (A.İ.H.M.) kararlarında da benimsendiği gibi, öncelikle parti faaliyetlerinin demokratik rejim için açık ve yakın bir tehlike oluşturması gerekir. Kuşkusuz, tehlikenin saptanmasında partinin sahip olduğu oy potansiyelinin, öngördüğü modeli uygulamaya geçirmesi için yeterli olup olmadığı da gözetilecektir. Yasama meclisinde sınırlı sayıda temsilcisi bulunan parti ile çoğunluğa sahip partinin, demokratik siyasi yaşam için yaratacağı tehlikenin aynı olamaya-cağı açıktır. Siyasi partinin yasama meclisinde çoğunluğa sahip olması durumunda düşüncelerini yaşama geçirmede bir engelle karşılaşması söz konusu olmayacağından A.İ.H.M. kararlarında aranan düşünce ve örgütlenme özgürlüğü konusunda şiddete başvurma unsurunun aranmasına da gerek kalmayacaktır. Bu nedenle kapatılma yaptırımının uygu-lanmasında, diğer hukuka aykırılıklar yanında siyasi partilerin sahip oldukları oy potansiyeli de büyük ölçüde belirle-yici olmaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan lâiklik ilkesine aykırı fiillerin iş-lendiği bir odak haline geldiği saptanan Parti’nin, sahip olduğu oy potansiyeli ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde sağladığı çoğunluk bu Parti’nin, demokratik siyasi yaşam için oluşturduğu tehlikenin büyük boyutlara ulaştığını gös-termektedir.
Türbanın Yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak amacıyla Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikte, belirleyici olması ve buna ilişkin Yasa’nın Anayasa’nın değiştirilemez ve değiş-tirilmesi teklif edilemez kuralları arasında yer alan lâiklik ilkesini değiştirdiği gerekçesi ile iptal edilmesi davalı Par-ti’nin, lâiklik karşıtı düşüncelerini yaşama geçirme konusundaki kararlılığını, Cumhuriyetin temel niteliklerini tehdit noktasına kadar vardırabileceğini gösteren somut bir örnektir.
16.1.1998 günlü, Esas 1997/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1998/1 sayılı Refah Partisi’nin kapatılmasına; 22.6.2001 günlü, Esas 1999/2 (Siyasi Parti Kapatma) Karar 2001/2 sayılı Fazilet Partisi’nin kapatılmasına ilişkin kararlarda belirtildiği gibi, lâiklik ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplum-ların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır. Lâiklik, ulusal ege-menliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bire-ye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmak-tan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Kamusal düzenlemelerin dini kurallara göre yapılması düşünülemez. Düzenlemelerin kaynağı dini kurallar olamaz. Demokratik ve lâik devlet, bi-reyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir.
Parti’nin, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla anlam ve içerik kazandırılan lâiklik tanımlaması yerine farklı bir lâiklik anlayışını savunarak, Anayasa’da Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan lâiklik ilkesini geçersiz kılmaya yönelik yoğun çabaları, amacını gerçekleştirme konusundaki kararlılığını ortaya koymaktadır.
Öte yandan, kararın gerekçesinde belirtilen Parti’nin, lâikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin sap-tanmasına yol açan eylemlerinin yanısıra, dava dosyasında yer alan ancak, karara esas alınacak eylemlerin oylanma-sında da Anayasa’nın 149. maddesinde öngörülen nitelikli çoğunluğun aranması nedeniyle altı oya ulaşmasına karşın, kararda dayanılan deliller arasında yer almayan eylemleri de bulunmaktadır. Bu bağlamda, Parti genel başkanı olan Başbakan’ın 2005 yılı Şubat ayında bir Alman gazetesine verdiği demeçte, “inançlı müslümanlarız Kuran’da kadının toplum içinde türban takması gerektiği yazıyor... Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı. Buna, vatandaşların dinlerini Yasalara saygı koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade etmesi de dahildir. Türban yasağı liberal değildir"; Parti üyesi Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı’nın, 23 Nisan 2006’da “Katı lâiklik uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine çevirecek anlayışlar ne kadar zararlıysa, lâikliği bir barış ve özgürlük din ve vicdan hürri-yeti olarak tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir” biçi-mindeki beyanları; Parti üyesi Dışişleri Bakanı döneminde cemaat lideri olduğu ileri sürülen Fethullah Gülen isimli kişinin yurt dışında kurduğu okulların bir ticari şirket olarak değerlendirilip, temas ve işbirliği yapılmasının Dışişleri Bakanlığının genelgesi ile Büyükelçiliklerden istenmesi; Leyla Şahin davasında türbanın gericiliği teşvik ettiği lâik eğitim ilkesine aykırı olduğu yolundaki hükümet adına gönderilen ek savunmadan 2003 Aralık başında haberdar olan Dışişleri Bakanı’nın isteğiyle bu savunmanın geri çekilmesi gibi söylem ve eylemlerin, Parti’nin başbakan, bakan, milletvekili, parti yöneticisi veya belediye başkanı konumundaki siyasal yaşamda daha etkili olabilecek üyeleri tara-fından gerçekleştirilmesi, Parti’nin demokratik rejim için yarattığı tehlikenin önemli boyutlara ulaştığını ve bu tehlike-nin hazine yardımından mahrumiyet yaptırımıyla önlenemeyeceğini göstermektedir.
Açıklanan nedenlerle Parti’nin kapatılmasına karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle Parti’nin Devlet yardı-mından kısmen yoksun bırakılması yolundaki görüşe karşıyız.

Başkanvekili
Osman Alifeyyaz PAKSÜT Üye
Fulya KANTARCIOĞLU Üye
Mehmet ERTEN

Üye
A. Necmi ÖZLER Üye
Şevket APALAK Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ


KARŞIOY
Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına göre lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerden dolayı hak-kında kapatma dâvâsı açılan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Cumhuriyet Başsavcılığı’nca ileri sürülen ve Mahkemece yapılan oylama sonucunda kabûl edilen otuz delilden;
Başbakan Recep Tayip ERDOĞAN’ın 29.5.2004’de Oxford Üniversitesi’ndeki demecini, 22.8.2001’de Ak-şam Gazetesi’ndeki açıklamasını, Haziran 2005’de Beyrut’tan dönerken yaptığı konuşmayı, 9.7.2004’deki televizyon programında söylediklerini, Ocak 2004’de New York’daki Dış İlişkiler Konseyi’ndeki sözlerini, Nisan 2004’de Uk-rayna’daki konuşmasını, Haziran 2005’de Washington’daki beyânını, Haziran 2005’de Başbakanlık Konutunda Büyü-kelçilere verdiği yemekteki sözünü, Şubat 2006’da Mersin’deki konuşmasını, Ocak 2008’de İspanya’daki kahvaltılı toplantıdaki cevâbını, 17.2.2008’de bir televizyondaki gazetecilere verdiği mülâkatı; TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın 23.4.2006’da Meclis Genel Kurulu’ndaki konuşmasını; Millî Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK’in ÖSS’de uygulanacak katsayılarla ilgili görüşünü; Milletvekili A. ÇALIŞKAN’ın Şubat 2007’de Adana’da yaptığı konuşmayı; Milletvekilleri S. UZUN ve H. KARA’nın Ekim 2007’de yaptıkları konuşmaları; Milletvekilleri M.C. ÖZTAYLAN, H. TUNA, F. ŞAHİN, M. GÜLYURT ve M. AKSAK’ın konuşmalarını; Milletvekilleri D.M.M. FIRAT, B. KUZU ve B. BOZDAĞ’ın sözlerini; Dinar Belediye Başkanı M. TARLACI’nın 2005 yılı Ramazan ayında câmide namaz kıl-dırmasını düşünce ve ifade, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında mütâlâa ettiğimden, 5735 sayılı T.C. Anayasasının Bâzı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a karşı açılan iptal dâvâsında da red oyu kullanmış olduğum-dan, bunları Parti’nin lâikliğe aykırı eylemlerin odağı olmasına ilişkin değerlendirme kapsamında görmediğimden gerekçelerinde katılmamaktayım.

Üye
Sacit ADALI
________________________________________________
1 Anayasa Mahkemesi’nin 16.1.1998 günlü ve 1/1 sayılı kararı.
2 AMK, E.1988/64, E.1990/2, E. 1988/62, E. 1990/3.
3 20.5.1971 günlü, 7/1 sayılı; 21.10.1971 günlü, 53/76 sayılı; 3.7.1980 günlü, 19/48 sayılı; 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı; 4.11.1986 günlü, 11/26 sayılı; 7.3.1989 günlü, 1/12 sayılı; 9.4.1991 günlü 36/8 sayılı; 2.2.1996 günlü, 15/5 sayılı; 16.1.1998 günlü ve 1/1 sayılı; 22.6.2001 günlü ve 2/2 sayılı.
4 AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989.
5 AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989.
6 AMK., E. 1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995.
7 AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989; E. 1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995.
8 AMK., E. 1970/53, K. 1971/ 76, k.t.21.10.1971
9 AMK., E.1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989
10 AMK., E.1995/17, K. 1995/16, k.t.21.06.1995
11 AMK., E.1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989; E.1990/36, K. 1991/8, k.t. 9.4.1991.
12 AMK., E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
13 AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
14 AMK., E.1997/1 K.1998/1, k.t. 16.1.1998
15 AMK., E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
16 AMK., E:1989/1, K. 1989/12, k.t. 7.3.1989
17 AMK., E. 1989/1, K. 1989/12, k.t.7.3.1989
18 AMK., E.1989/1, K.1989/12, k.t. 7.3.1989
19 AMK., E.1989/1, K.1989/12, k.t.7.3.1989
20 AMK., E.1989/1, K.1989/12, k.t. 7.3.1989
21 AMK., E.1989/1, K.1989/12, k.t.7.3.1989
22 08.02.2008 tarihli Radikal Gazetesinde yayınlanan “İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın” başlıklı araştırma.
23 10.03.2008 gün ve 2008/1501 Esas sayılı kararı.
24 Anayasa’da değişiklik teklifinin Genel Gerekçesi; “Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddelerinde yapılması öngörülen değişiklikler, yükseköğretim hizmetlerinden kişilerin kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak, herhangi bir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmadan yararlanmasının önündeki engelleri kaldırmayı amaçlamaktadır. Devletin temel amaç ve görev-lerinden biri de kişinin temel hak ve hürriyetlerini, hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siya-sal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaktır.
Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğrenim hakkının engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir. Kurucusu ve üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyine üye ülkelerin hiç birinde üniversite düzeyinde böyle bir sorun mevcut bulunmamaktadır. Buna rağmen, ülkemizde uzun bir süredir üniversitelerde bazı kız öğrencilerin baş-larını örtmede kullandıkları kıyafetler nedeniyle eğitim ve öğrenim hakkını kullanamadıkları bilinmektedir. Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinde “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillerin yetiştirilmesi, kişilerin yükseköğrenim hakkından kanun önünde eşitlik ilkesi gereği hiçbir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmadan yararlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenlerle, Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddesinde işbu değişikliklerin yapılması gereği doğmuştur.”
Madde Gerekçeleri ise; “Madde 1- Kanun önünde eşitlik, demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez ilkelerinden biridir. Bu ilkeyi uygularken Devletin negatif ve pozitif yükümlülükleri vardır. Devlet organları ve idarî makamlar, hiçbir sebeple birey-ler arasında ayrımcılık yapamayacağı gibi, bu yöndeki ayrımcılık girişimlerini de önlemekle yükümlüdürler.
Nitekim Anayasanın 5 inci maddesine göre “kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının ge-lişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” Devletin temel amaç ve görevleri arasındadır. Devlet bu temel görevini yerine getirirken, herkesin kamu hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını sağlamaya yönelik her türlü tedbiri almak zo-rundadır. Tüm idare makamları gibi üniversiteler de yükseköğretim hizmeti sunarlarken dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep, giyim, kuşam ve benzeri sebeplerle bu hizmetten yararlanan kişiler arasında ayrımcılık yapamaz-lar.
Madde 2- Eğitim ve öğrenim hakkı, kişilerin en temel ve vazgeçilmez haklarından biridir. Bu nedenle bu hakkın sınırlandırıl-ması ancak kanunun açıkça belirttiği istisnai durumlarda söz konusu olabilir. Nitekim Anayasanın 13. maddesinde de temel hak ve hürriyetlerin “özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla” sınırlanabileceği belirtilmektedir. Kanunun açıkça yasaklamadığı bir fiil, tutum veya davranıştan dolayı idare hiç kimseyi eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakamaz. Buna rağmen ülkemizde bazı kişilerin kanunda açıkça yazılı olmayan sebeplerden dolayı yükseköğrenim hakkından mahrum bırakıldıkları da bir gerçektir. İşte bu nedenle yapılan deği-şikliğin amacı, münhasıran yükseköğretim hizmetlerinden yararlanan vatandaşlar arasında eşitliği sağlamak ve yükseköğretim kurumlarında öğrenim hakkından mahrum edilen kişilerin bu hak mahrumiyetini ortadan kaldırmaktır.”
24 1.2.2008 günlü Anayasa Komisyonu Raporu:
“…Toplantımıza Hükümeti temsilen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek ve Adalet Bakanlığı yetkilileri katılmıştır.
Teklifle; Anayasanın kanun önünde eşitliği düzenleyen 10 ile eğitim ve öğretim hakkı ve ödevini düzenleyen 42 nci maddele-rinde değişiklik öngörülmektedir. 10 uncu maddede getirilen düzenleme ile; devlet organları ve idare makamlarının bütün iş-lemlerinin yanı sıra her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etme zo-runluluğu dördüncü fıkraya eklenmektedir.
42 nci maddeye eklenen fıkra ile; Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimsenin yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemeyeceği, bu hakkın kullanımının sınırlarının kanunla belirleneceği öngörülmektedir.
Komisyon Başkanı Prof. Dr. Burhan KUZU sunuş konuşmasında şu görüşleri ifade etmiştir;
Gündemimizde yer alan Anayasa Değişikliği Teklifinin üniversitede okuyan öğrencilerin bir kısmının uzun süredir engellenen eğitim hakkından mahrumiyeti gidermeye yönelik ve bu amaçla verildiği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Anayasa metninden net olarak anlaşılmasa da yapılmak istenen değişikliğin başlarını örtmeleri sebebiyle okuyamayan öğrencilere de bir imkân vermek istediği görülmektedir. Nitekim değişikliğin genel ve madde gerekçelerinde bu durum açıkça ortaya konmaktadır. Gerçekten, üniversitelerimizde 1980’li yıllardan başlayan bu sorun Anayasa Mahkememizin 1989 ve 1991 tarihli kararlarıyla farklı bir boyut kazanmıştır. Getirilmek istenen değişiklik üzerinden onsekiz yıl gibi uzun bir süre geçmiş olan bu kararlar çerçevesinde konu mahkemeye intikal ederse hem yeni bir yorum imkânı verecek hem de Yükseköğretim Kurulu ve üniversite-lerimize bu sorunu çözmede yeni bir uygulama başlatabilmek fırsatı verecektir. Değişikliğin hedefinin basında yer aldığının aksine kamu kesiminde çalışan görevlileri kapsamadığı, keza lise ve ilköğretim okulunda okuyan öğrencilerin bu değişikliğin tamamen dışında kaldığı da getirilen metnin açık düzenlenmesinden anlaşılmaktadır.
Teklif sahipleri adına Sayın Sadullah Ergin, yükseköğretim hizmetlerinden yararlanmada kanun önünde eşitliğin gereği olarak; engellerin kaldırılmasının amaçlandığını belirtmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının egemenliği düzenleyen 6, yasama yetkisini düzenleyen 7, eşitlik ve Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğünü düzenleyen 10 ve 11 inci maddeleri, temel hak ve hürriyetlerin niteliği ile ilgili 12, sınırlamasını düzenleyen 13, kötüye kullanmamayı öngören 14, eğitim-öğretim hakkı-nı düzenleyen 42, yönetmelikle ilgili 124, yargı yolunu hükme bağlayan 125, Anayasa Mahkemesinin kararlarını düzenleyen 153 üncü maddelerinden hareketle konu incelenmelidir. Bu çerçevede eğitim-öğretim hakkı amir hükümlere rağmen yargı ka-rarlarıyla fiilen engellenmektedir. Bu sorunu gidermeyi amaçlamaktayız. İfade edilen maddeler ışığında Anayasa ile uygula-ma arasındaki çelişkiyi gidermek, maddeler arası insicamı sağlamak amacıyla bu Teklif getirilmiştir.
Teklif sahipleri adına söz alan Sayın Faruk Bal; ülkemizin 40 yılı aşan bir süredir yaşadığı sorunu çözmek amacını taşıdıkla-rını ifade etmiştir. Bu sorunun çözülmemesinin temel nedeni laiklik ile din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde değerlendirilme-sinden kaynaklanmıştır. Anayasanın 10 uncu maddesine rağmen bu sorun giderilememiştir. Sorun öncelikle eşitlik ilkesi son-ra yükseköğrenim hakkıyla ilgilidir. Teklif bu amaçla Anayasamızın 10 ve 42 nci maddesinde değişiklik öngörmektedir. Temel hakların tümünün sınırlandırılması, Anayasanın 14 üncü maddesinde düzenlenmiştir. Teklif Anayasa hükmü haline geldiğinde bu madde de öngörülen sınırlamaya tabi olacaktır. Özel sınırlarda eğitim-öğrenim hakkını düzenleyen 42 nci maddede yer almıştır. Bu maddeye eklenen fıkra ile getirilen düzenleme, hem eşitlik hakkını bu maddede somutlaştırmakta, hem de madde-deki sınırlara tabi kılınmaktadır.
Teklifin genel gerekçesi okunduktan sonra, Teklif üzerinde üyelerimiz şu görüşleri ifade etmişlerdir;
- Bu parlamentoda Anayasa; yürürlükteki Anayasanın amir hükümleri çerçevesinde yapılmalıdır. Teklif edilemeyecek hüküm-ler söz konusudur. Buna uyulmalıdır. Sayın Ergin’in belirttiği hükümler incelendiğinde Anayasada öngörülen değişikliklerin laiklik ilkesine aykırı olmaması gerekir. Amaç türbanı çözmektir. Özellikle Anayasanın 90 ncı maddesi ile milletlerarası andlaşmalar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaması hükmü ve AİHM kararları karşısında bu düzenleme uygun olmayacaktır. Teklifin gerekçesi ne olursa olsun; hukukun üstünlüğü ilkesinden hareketle AİHM ve Anayasa Mahkeme-si kararları karşısında bu düzenleme yapılamaz. Toplumu kutuplaşmaya yönelteceği açık olan bu düzenleme yapılmamalıdır. Laiklik bu devletin temelidir, dinamiğidir, yok kabul edilemez, çiğnenemez, başörtüsü ile ilgili bir sorun yoktur ama, kamu ku-rumlarında olması sorun yaratacaktır. Uygulama derslerinde kamu hizmeti verilmektedir. Bu da kamu kurumlarında gerçek-leşecektir. Stajyer öğretmen, doktor, doktora öğrencisi gibi kişiler sorun yaşayacaklardır.
Bu Teklif yasalaşırsa toplumda önlenemeyecek çatışmalar doğacaktır. Üniversitelerimiz ayaktadır. Ülkemizi bölecek bu değişiklikten vazgeçilmelidir.
Bazı üyelerimiz bir önerge vererek; Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan laiklik ilkesi karşısında bu Teklifin görüşülmesinin mümkün olup olmadığı hakkında usul tartışması açılmasını istemişlerdir.
Konu eğitim-öğretim hakkı ise, aileleri dar gelirli olduğu için okuyamayan gençlerin sorunu öncelikle çözülmelidir. Özgürlük, eşitlik ilkelerinin arkasına sığınılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyetine türban dayatılmaktadır. Bazı üyelerimiz Türkiye’yi kamp-laştıracak asıl sebebin bu alandaki yasağın devam etmesi olduğunu söylemişlerdir. Tüm gençlerimize eğitim-öğrenim hakkı eşit olarak tanınmalıdır. Türban sorununu görmezden gelemeyiz. Laiklik ilkesine atıfta bulunarak bu yasağın devamı konu-sunda tartışmalar devam etmektedir, edeceği de anlaşılmaktadır. Bunun önüne geçilmelidir. Anayasada bir değişiklik yapıla-caksa, Yükseköğrenim Yasasında da bir değişiklik zorunlu olacaktır. Başı açık olanlara karşı herhangi bir baskı uygulanma-sının da önüne geçilmelidir.
Verilen önerge ile ilgili olarak, mahkeme kararlarıyla siyasi simge olan türbanın hiçbir kamusal alana giremeyeceğinin hükme bağlandığı belirtilmiştir. Üniversitelerde dini simgelerin kullanılmasının yasaklanmasının temelinde laiklik ilkesi var-dır. Şeriata dayalı bir devlet sistemi getirilmesinin önlenmesi amaçlanmaktadır. Bu değişiklik değiştirilmesi teklif dahi edile-meyecek laiklik ilkesiyle bağlantılıdır. Anayasa Mahkemesi bu ilkelere uymayı şekil şartı olarak öngörmektedir. Bu nedenle görüşülmemelidir.
Bu görüşlere cevaben, Anayasa Mahkemesinin yasal düzenlemeler yapılırken dini unvanlara dayanılmamasını öngördüğü belirtilmiştir. Laik bir devlette dini gerekçelerle yasal düzenlemeler yapılamaz. AİHM kararları ışığında ilgili devletin takdir hakkı olduğu, iç hukukunda değişiklik yapabileceği söylenmektedir. Yasal düzenlemeler doğrultusunda mahkeme içtihatları da değişebilir. Bu doğal bir durumdur.
1982 Anayasası şekil açısından sınırları belirlemiştir. Bu noktada 1961 Anayasasından ayrılmaktadır. Anayasanın 2 nci maddesiyle ilgili farklı düzenlemeler pek çok Anayasa taslağında yer almıştır. Hukuk devletinin gereği tüm vatandaşlara eşit davranmaktır. Temel hak ve hürriyetlerin gereği yapılmaktadır. Laiklik ilkesi ile çatışmamaktadır.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil ÇİÇEK Teklifin 10 ve 42 nci maddeleriyle ilgili olduğunu, değişmez tekliflerle ilgili olsa doğrudan reddedileceğini ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesi mevcut mevzuata göre karar verecektir. Bahsedilen kararlar 1961 Anayasası ile ilgilidir. Oysa 1982 Anayasasıyla ilgili kararlarında şekil yönünden yetkisinin sınır-larını belirtmektedir. Bu da teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususla-rıyla sınırlıdır. Yapılan görüşmelerden sonra önerge oya sunulmuş ve reddedilmiştir.
Devletin temelini bozma hedefi güdenler eşitlik, eğitim-öğrenim hakkının arkasına saklanmaktadır. Türban bunun aracı olarak kullanılmaktadır. Türban serbestisi mahalle baskısını artıracak, toplumu bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak-tır. Bunun arkası gelecektir.
Türkiye’de türban sorununu çıkaranlar siyasidirler. Mağduriyetlerin giderilmesi öncelikli amaç olmalıdır.
Siyasal İslamcılık hareketi bu Teklifin yasalaşmasıyla hız kazanacaktır. Laik düzen tehdit edilmektedir. Değişiklikle bu sorun çözülmeyecek aksine büyüyerek devam edecektir.
Teklifin tümü üzerindeki görüşmelerden sonra maddelere geçilmesi oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin 1 inci maddesi üzerindeki görüşmelerde şu görüşler dile getirilmiştir;
Toplumsal barışın sağlanması adına eşitliğe ihtiyacımız vardır. Amaç, Anayasal sistemin temel ilkesi olan eşitlik ilkesinin kanunlarda ve gerçek hayatta, uygulamada anlamını bulmasıdır. Madde ile kanun önünde öngörülen eşitlik, kamu hizmetleri açısından vurgulanmaktadır. Laiklik ilkesi ile bağlantısı yoktur.
İslamiyet’in en güzel yaşandığı yer ülkemizdir. Bunun da nedeni laiklik ilkesidir. İnsanların bireysel tercihlerine herkesin saygısı vardır. Ancak karşı olunan kutsal değerlerin siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılmasıdır.
AİHM kararlarında başörtüsünün “bunu takmayanlarda uyandıracağı baskı göz önünde bulundurulmalıdır” diyor. Düzenle-me amaçla orantılı olmalı, kamu düzeni korunmalıdır. Anayasamızın başlangıç bölümünün dördüncü fıkrası 1, 2, 3 üncü maddeleri, 6 ncı maddenin son fıkrası, 11, 12, 13,14 üncü maddeleri, 24 üncü maddenin son fıkrası konumuzla çok alakalıdır. Özellikle 24 üncü maddenin son fıkrası din istismarını engellemeyi amaçlamaktadır. Uluslararası sözleşmeler ve AİHM ka-rarları göz ardı edilmemelidir. Kamu hizmetlerine türbanla girmenin alt yapısı hazırlanmaktadır.
Siyaset kurumu sorunları çözmek zorundadır. Bu sorunu çözmemizde hak, hukuk, rejim, adalet açısından yarar vardır. Bu düzenleme uygun görülmüyorsa sorunu çözmede hangi yol seçileceği açıkça ortaya konulmalıdır. İnsan haklarına saygılı ol-manın da Cumhuriyetimizin niteliklerinden olduğu unutulmamalıdır.
Teklifin 1 inci maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin 2 nci maddesi üzerinde üyelerimiz şu görüşleri ifade etmişlerdir;
Yükseköğrenim hakkının kanun dışı uygulama ile engellenmesinin önüne geçilmesi maddenin özünü oluşturmaktadır. Mesele değerler ekseninde tartışıldığında herkes bu değerlere sahip çıkacaktır. Bu ortak payda içinde sorunlara çözüm bulmamız ge-rekmektedir.
Bazı üyelerimiz getirilen düzenlemenin Anayasanın 2 ve 42 nci maddesinin üç ve dördüncü fıkralarına aykırılık teşkil ettiğini söylemiştir. Sorunun çözümü için öncelikle alt yapı oluşturulmalı, güven ortamı sağlanmalıdır.
Teklifin 2 nci maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin yürürlük ve halkoylamasını düzenleyen 3 üncü maddesi Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir.
Teklifin tümü oya sunulmuş ve Komisyonumuzca oy çokluğu ile kabul edilmiştir…”
25 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde değişiklik yapan teklifin gerekçesi :
“Genel Gerekçesi;
Yükseköğrenimde yaşanan ve eğitim öğrenim hakkından yararlanmada eşitsizliğe yol açan uygulamalara yasal bir çözüm bulmak amacıyla Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler çerçevesinde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanu-nunun Ek 17 nci maddesine bir fıkra eklenmesi ihtiyacı hasıl olmuştur.
Madde Gerekçesi ise;
Bu hükmün amacı, herkesin yükseköğrenim hakkından serbestçe, eşit ve özgür bir ortamda yararlanmasını sağlamaktır. Üniversitelerde uzun bir süredir devam eden ve bazı öğrencilerin kılık ve kıyafetlerinden dolayı öğrenim hakkından yoksun bırakılmasına neden olan uygulama, toplumsal barışı, millet-devlet kaynaşmasını ve eğitimde fırsat eşitliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Üniversite düzeyinde eğitim gören kişilerin, kendi kılık ve kıyafetleri konusunda tercih yapabilmeleri, bireysel-lik, kimlik ve kişiliklerinin gelîşmesi için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Üniversiteler evrensel bilgi ve bilîmin hür bir ortamda üretildikleri, özgür ve özerk mekanlardır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği "fikri hür, vic-danı hür, irfanı hür" nesiller, ancak kişilerin hiçbir gerekçeyle ayrıma tabi tutulmadığı ve eşit olarak yükseköğrenim hakkın-dan yararlandırıldığı özgür üniversitelerde yetişebilir.
Yükseköğretim kurumlarında başın örtülmesi, eğitim ve öğretimin gerektirdiği güvenliğin sağlanması amacına yönelik olarak sınırlandırılmaktadır. Bu kapsamda, başı örtmek için kullanılan kıyafetlerin yüzü açıkta bırakması ve kişinin kimliğinin tespi-tine imkan verecek şekilde olması gerekmektedir.”
Değişiklik metni ise;
“4.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesine birinci fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.” biçimindedir.”
26 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesinde değişiklik yapan teklifin gerekçesi :
“Genel Gerekçesi;
Yükseköğrenimde yaşanan ve eğitim öğrenim hakkından yararlanmada eşitsizliğe yol açan uygulamalara yasal bir çözüm bulmak amacıyla Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler çerçevesinde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanu-nunun Ek 17 nci maddesine bir fıkra eklenmesi ihtiyacı hasıl olmuştur.
Madde Gerekçesi ise;
Bu hükmün amacı, herkesin yükseköğrenim hakkından serbestçe, eşit ve özgür bir ortamda yararlanmasını sağlamaktır. Üniversitelerde uzun bir süredir devam eden ve bazı öğrencilerin kılık ve kıyafetlerinden dolayı öğrenim hakkından yoksun bırakılmasına neden olan uygulama, toplumsal barışı, millet-devlet kaynaşmasını ve eğitimde fırsat eşitliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Üniversite düzeyinde eğitim gören kişilerin, kendi kılık ve kıyafetleri konusunda tercih yapabilmeleri, bireysel-lik, kimlik ve kişiliklerinin gelîşmesi için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Üniversiteler evrensel bilgi ve bilîmin hür bir ortamda üretildikleri, özgür ve özerk mekanlardır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği "fikri hür, vic-danı hür, irfanı hür" nesiller, ancak kişilerin hiçbir gerekçeyle ayrıma tabi tutulmadığı ve eşit olarak yükseköğrenim hakkın-dan yararlandırıldığı özgür üniversitelerde yetişebilir.
Yükseköğretim kurumlarında başın örtülmesi, eğitim ve öğretimin gerektirdiği güvenliğin sağlanması amacına yönelik olarak sınırlandırılmaktadır. Bu kapsamda, başı örtmek için kullanılan kıyafetlerin yüzü açıkta bırakması ve kişinin kimliğinin tespi-tine imkan verecek şekilde olması gerekmektedir.”
Değişiklik metni ise;
“4.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 17 nci maddesine birinci fıkrasından sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.” biçimindedir.”
27 AYMK., Esas Sayısı:1986/13,Karar Sayısı:1987/12; Karar günü:22/5/1987.

Hiç yorum yok: